Ben zaten bir yazarmışım da unutmuşum

Belki farkındasınızdır, tam iki aydır Hürriyet'e karikatür çizemiyorum. Bu çizemezliğin bir aydan fazlası, hastalık ve marazlıkla geçti. Ama şimdi ne halt etmeye çizemediğimi ben de bilmiyorum. Bazen çizip, beğenmeyip göndermiyorum.

Kendi kendime,

‘‘Herhalde yaşın doldu, motorun artık yağ yakıyor. Debriyajın da sıyırdığı için kalemin káğıtta yürümüyor!’’ diyorum. Ama benden birkaç asır yaşlı olan Semih Balcıoğlu ve Turhan Selçuk'un çizdiklerine bakınca, ihtiyarlığa sığındığım için kendime karşı mahçup oluyorum. Bu arada çizsem de çizmesem de gazetem maaşımı tıkır tıkır ödüyor. Ben, ayıp olmasın diye gidip almıyorum. Bu kez de evime gönderiyorlar.

Ama farkındaysanız, haftalardır yazılarımı sektirmiyorum. Demek ki artık bana çizer olarak değil de, yazar olarak para ödüyorlar. Yani ben, artık Çetin Altan, Emin Çölaşan, Serdar Turgut, Hıncal Uluç gibi profesyonel bir yazar olmuşum da haberim yok. Gert gert gerinip ‘‘Ben ekmeğimi artık yazıdan çıkarıyorum’’ diye ortalık yerde aksayarak dolaşırken (bu aksama gut hastalığının bana son hediyesi) birden aklıma Darülaceze düştü. Çünkü bu benim yazıdan ilk para kazanışım değildi. İlk yazı paralarımı Darülaceze'de mektupçuluktan kazandığımı unutmuşum.

* * *

O yıllarda Darülaceze sakinlerinin çoğu okur-yazar değildi. Okur-yazar olanlarının çoğu da ya yatalak ya da kalem tutamayacak kadar hastaydı. Ama ortak noktaları, yalnızlıktı. Çolukları, çocukları ya da akrabaları onları Darülaceze'nin şefkátine terk edip tüymüşlerdi. Hepsi terk edilmişliğin hüznünü yaşıyorlardı. O yıllarda telefon filan hak getire olduğundan, dış dünyayla tek ilişkileri mektuptu. Ben de o sıralarda 13-14 yaşlarında olmama rağmen lise öğrencisiydim ve mektupçulukta namım yürümüştü. Önce insanlara yardım olsun diye başladığım bu mektup yazma işi, giderek profesyonel bir hal aldı. Müşterileri sıraya koymak zorunda kaldım. Çünkü kalemimden kan damlıyordu. Mektubunu yazdığım Darülaceze halkının çoğunun oğlu, kızı hatta karısı bile ziyarete geliyordu. Gelemeyen de cevap veriyordu. Zaten mektuptan meram buydu. Yani, aranıp sorulmaktı. Bunu nasıl becerdiğimi düşündükçe şu anda bile yüzüm kızarıyor. Çünkü yazılması için bana söylenenlerden ziyade, yerli film senaryolarının en acıklısına beş basacak öyküler yazıyordum. Örneğin;

Sevgili kızım Meliha,

Seninle görüşmeyeli yıllar oldu. Ama ben her gece seni rüyamda görüyorum ve hasret gideriyorum. Çocukluk resmin hálá yastığımın altında. Ben evi terk ettiğim gün yanıma yalnız senin fotoğrafını almıştım. O cadı anan bizi ayırdı. Ben evden giderken yüreğimin yarısı sende kaldı. Ben içtimse, keyfimden mi içtim bakalım? Yavrumu okutamamanın, telli duvaklı gelin edememenin ıstırabından içiyordum. Sana bunları kızına hasret gidecek bir babanın son sözleri olarak yazıyorum. Çünkü dün doktor Hakkı Bey geldi, ilaçlarımı kesti. Bizde, umutsuz hastaların ilaçları kesilir. O ilaçlar iyileşebilecek hastalara verilir. Çünkü burada ilaç yokluğu var.

Bunları sana beni ziyarete gelesin diye yazmıyorum. Zaten gelmeye kalksan bile, yetişebileceğin şüpheli... Ama üzülme, giderken elimde senin resmin olacak o bana yeter.

Elveda yavrum.

Seni hep seven baban Rıza

Bu mektubu alan genç bir kadını kim tutar? Kendini küçük yaşta terk eden babacığına koşup sarılır, hediyeler bile getirir. Baba Rıza da ziyaretçisi olan ender kişilerden biri olarak koğuşunda en az bir hafta kabara kabara dolanır.

* * *

İşin profesyonel yazıcılık kısmına gelelim. Káğıt ve zarf 5 kuruş, pul 10 kuruş, mektup yazma ücreti de 10 kuruş, eder sana 25 kuruş. Okuldan döndükten sonra gece yarısına kadar en az 3 mektup yazıyordum. Etti mi sana 30 kuruş!.. (Káğıt ve zarfları toptan aldığım için onlardan da biraz bir şeyler kalıyordu. Ama bu ticaret aramızda kalsın.)

* * *

Mektupların çoğu sıradandı. Ama hálá kafamda unutamadığım ilginç mektuplar kalmış. Biri belden aşağısı tutmayan Fazıl'dan. Fazıl beni çağırtıp haftada en az 2 mektup yazdırırdı. Tevatüre göre bir zamanların Kasımpaşa bitirimiymiş. Elindeki kehribar tespihi şakırdatarak ‘‘Yaz bakalım oğlum yaz da, şu kör Hüsnü'yü kıç üstü oturtalım!’’ diye başlardı.

Ulan kör, ulan boynuzu kapıdan sığmayan pezo, ulan üç-beş babalı nesepsiz piç!.. Önce selam eder ellerinden sıkarım. Ulan sen benim kahvemde kuşak sarkıtacak çengi misin? Benim haracımı yiyecek babayiğit daha anasının rahmine düşmedi. Bacaklarım sandalyeye takılmasaydı, sen beni nah bıçaklardın. İyileşip buradan çıkar çıkmaz, öteki gözünü de oymaya geliyorum haberin olsun. Aklın varsa şimdiden kaçmaya başla. Artık Almanya'ya mı kaçarsın, yoksa Urfa'ya mı keyfin bilir. Hele büzüğün sıkıyorsa buralara uğra. Uğra da sana Kasımpaşalı Fazıl'dan nasıl meydan dayağı yenirmiş bir göstereyim. Ama sende o yürek ne gezer kör pezo!..

Selam eder ellerinden sıkarım hıyar.

Kasımpaşalı Fazıl.

Fazıl mektuplarını yazdırır, zarflatır, pullatır ama bana göndertmezdi. Kendi göndereceğini söylerdi. Günlerden bir gün Fazıl'ın koğuşuna uğradım, yatağında yoktu. Tekerlekli sandalyeyle bahçeye çıkarmışlar. Ama bana yazdırdığı mektuplar, yatağının altından taşmıştı. Yatağı kaldırdım, altı mektup doluydu. Yani hiçbirini gönderememişti.

Madam Mari, Türkçe, Fransızca, İngilizce ve Almanca bilirdi. Yaşlılıktan olacak, bazen bütün dilleri birbirine karıştırırdı. Buruş buruş yüzünde turkuaz taşı gibi parlayan mavi-yeşil gözleri vardı. Elleri titrediği için aşk mektuplarını bana yazdırırdı. Mektuptaki sevgi sözcüklerini yazdırırken kimse duymasın diye sesini hafifletirdi. Ben bile duyamazdım ama, tahmini cümleler yazardım.

Mon ami Haluk,

Heybeli'de elele oturduğumuz deniz kıyısındaki kayalara hálá gidip oturuyor musun? Hálá suyun şakırtısını dinliyor musun? Du yu rimembır
(Bak sular bile konuşuyor ve sana seni seviyorum Mari diyorlar.) derdin. Denizler, hálá aynı sözleri şıprehen?

Niye gelemediğini biliyorum. Seni yine bir başka ülkeye tayin etmişlerdir. Ama lütfen üzülme. Ben burada seni bekliyorum, hep de bekleyeceğim. Üstelik kulaklarımdan hiç gitmeyen
'Vulevu kuşe avek moa?' diyen mahçup sesinle...

Olveyz yors Mari.

Madam Mari'nin mektuplarını her hafta muntazaman yazıp muntazaman gönderiyordum. Ama hiç yanıt gelmiyordu. Bir gün Madam'ın mektup parası bulmak için antika olduğunu tahmin ettiğim bileziğini sattığını duydum.

Gençlikte insanoğlu meraklı oluyor. Bir gün Madam'ın mektubunu postaya atmadım. Üstündeki adres Eyüp'te bir adresti. Haliç'in çingene vapuruna binip Eyüp'e geldim. (Her iskeleye uğraya uğraya gittiği için Haliç vapuruna çingene vapuru derlerdi.) Adresi buldum. Eskimiş, pörsümüş bir İstanbul konağıydı. Kapıyı açan yaşlı kadına Haluk Bey'i sordum. Önce boş, sonra da acılı gözlerle bana baktı.

‘‘Eşim Haluk Bey vefat edeli 20 yıl oldu oğlum’’ dedi.

* * *

Madam Mari'ye ıkınıp sıkınıp ter dökerek Haluk Bey'in vefatını ve artık mektuba gerek kalmadığını söyledim. O,

‘‘Biliyorum’’ dedi.

‘‘Ama sen yine de yaz. Mon ami Haluk....’’
Yazarın Tüm Yazıları