Oğuz Aral

İhtiyar Boksörler Kulübü - 2

15 Temmuz 2001
Bizim İhtiyar Boksörler Kulübü'nün son toplantısından sonra Vural İnan'ı çok merak eder olmuştum. Koca şampiyon dizindeki ağrılar yüzünden sağ bacağını yere basamıyor, koltuk değneğiyle bile zor yürüyordu. Geçenlerde telefon ettim. ‘‘Ameliyat oldum Oğuz'cuğum.’’

‘‘Aşkolsun Kaptan, bize haber vermedin. Kalbimiz kırıldı. Şimdi nasılsın?’’

‘‘Biliyorsun ameliyat olmadan önce yere basamıyordum.’’

‘‘Ya şimdi?’’

‘‘Ameliyattan sonra da basamıyorum.’’

Hemen Tacettin İçsel'i aradım. O bizim takımın organizatörüdür.

‘‘Haydi Despina'ya gidip içelim, sen arkadaşları toparla. Ama Muhammet Ali'yi de getir’’ desen, Muhammet Ali'yi masanda patlıcan salatasıyla rakı içerken bulursun. Organizatör dedimse, işte öyle bir organizatördür.

Taci, ben, Hasan Çolakoğlu, Yılmaz Tek bir araya gelip Vural'ın evini yarım saat aradıktan sonra tesadüfen bulduk. Çünkü Vural'dan adresini ben alıp yazmıştım. Adres konusunda üstüme yoktur. Yeni taşındığım evleri bulamayıp otelde kaldığım çok olmuştur.

*
Vural'ın zarif gelini ne içeceğimizi sorduğunda herkes kibarlıktan kırılıp dökülüp, ‘‘Çay, kahve’’ dedi. Ben hepsine tepeden küçümser bakışlarla bakıp,

‘‘Rakı!..’’ dedim. Boksör adam cesur olmalı. Ama Yılmaz Tek'e yeteri kadar tepeden bakamadım. Çünkü boyu en az benim kadardır, gençliğinde de 81 kiloda dövüşürdü. Hepsi ikinci kadehime yutkunarak bakarken ve özellikle Vural'ın nekahat dönemi mahpusluğunu yansıtan rakı hasretiyle dolu gözlerini görünce dayanamadım.

‘‘Haydin arkadaşlar, gong çalmış bulunuyor!..’’ diye bir nara attım ve Kaptan'ı salla sırt edip Hasan'ın dört kat aşağıdaki arabasına yerleştirdik. Ardından kendimiz de doluştuk. Ver elini kerahatin güzel vaktinde Zeki Çetin'in denize nazır yeri...

*

Dört buçuk yaşlı boksör, Ömer Hayyam Sofrası'nda bir araya gelince ne konuşur? Tabii, boks sporunun faziletlerini. Koca şampiyonların yanında buçuk olanı benim ve tabii boks üstüne en çok ben konuşuyordum.

Birinci büyük şişenin tüketimi hoş anıların refakatinde tamamlandı. Hatta o sırada aramızda olmayan başka ihtiyar boksörler üstüne dedikodu bile yaptık. Vural, ünlü bir şampiyonumuzun Almanya turnesinde yumrukla ikide bir yeri öpüp köşesine dönünce,

‘‘Aman çocuklar dikkat edin, ring çok kayıyor’’ demesini kahkahalar içinde anlattı. Hasan'ın öyküsü daha gırgırdı. Bir milli maç tartısında ağabeyi Türkiye Şampiyonu Hüseyin Çolakoğlu'nun kilosu fazla gelmiş. Aman bre peşinen yenikiz. Bizim federasyon bulmuş buluşturmuş, Hüseyin'in yerine daha hafif olan Hasan'ı ringe çıkarmış. Kardeş kardeşe benzer, aynı sarı saçlar, aynı mavi gözler... Gerçi Hasan ağabeyinden dört parmak uzun ama, tartıda boya değil kiloya bakıyorlar. Üstelik Hasan da herifi yenip milli bir galibiyet almamış mı?.. Ben de hiç maç kazanmadan nasıl yıldızlar ikincisi olduğumu anlattım. Herkesin kibarca gülüşünden bu öyküyü birçokuncu kez dinlediklerini fark ettim. Ama meme hizama zor gelen rahmetli Halit Ergönül'ün arada bir beni kıçüstü nasıl indirdiğini anlatacak değildim herhalde!.. Bir gün sinirim bozulmuştu da gülme krizine tutulup oturduğum yerden kalkamamıştım. Siz hiç güldüğü için nakavt olan boksör gördünüz mü?

İkinci şişenin açılışıyla birlikte 81 kilo Yılmaz Tek, (Şimdi 100'ün üzerinde) Tayyip'in yeni kuracağı partinin Amerika tarafından niye desteklendiğini açıklayan uzunca politik bir yoruma girişti. Ama masada kendisine kötü kötü bakan dört çift gözü görünce, lafı hemen döndürüp boksun felsefesine ve asaletine getirdi. Yılmaz iyi boksördür, iyi çocuktur ama hukukçu ve Fenerli boksör olmak gibi ufak tefek özürleri vardır.

‘‘Boks sporu insana beden kontrolu sağlar. Örneğin bütün iyi boksörler hayatta kolay kolay kazaya uğramaz ve çok iyi dans ederler.’’

‘‘Daha önemlisi, boks kişiye ruh kontrolu sağlar. Kolay öfkelenmezsin, kötüsü gelirse paniklemezsin, kendine güvenirsin.’’

‘‘Ademoğlu birbirini gırtlaklarken sen gülüp geçersin.’’

‘‘Kimseden nefret etmezsin, kin tutamazsın.’’

‘‘Karıncayı bile incitemezsin.’’

‘‘Geçen gece çalıştığım otelden çıkınca iki tinerci oğlan yolumu kesti, beni soymaya kalktılar.’’

‘‘Eee, sonra ne oldu?’’

‘‘Yalvardım yakardım, size dokunmak istemiyorum dedim.’’

‘‘Ya sonra?’’

‘‘Sonrası cebimdeki paranın yarısını çıkarıp onlara verdim. Ne yapsaydım yani? İki sıska tinerciyi dövmek, bir Türkiye şampiyonuna yakışır mıydı? Ayrıca içim çocuklara karşı merhamet doluydu.’’

‘‘Aferin Taci.’’

‘‘Sağol Kaptan.’’

‘‘Ben de geçenlerde mahalleye rezil oldum.’’

‘‘Niye be Hasan?’’

‘‘Sarhoşun biri hayata kızmış, benim arabamı tekmeliyordu. Arabayı da yeni boyatmıştım. Yapmaması için rica minnet yalvardım. Herif dönüp, bir de beni dövmeye kalkmaz mı?’’

‘‘Eee?’’

‘‘Eee'si, dönüp kaçtım.’’

‘‘Aferin Hasan.’’

‘‘Sağol Kaptan.’’

Boksun zarafetine yazılan methiyelerle ikinci büyüğün de dibini bulduk. Üçüncünün açılışı benim Yılmaz'a,

‘‘Sen sporun garip bir Çingenesisin. Nene gerek senin politikanın gümüşlü zurnası?’’ hitabımla başladı. İki kadeh sonra Taci, Ertuğrul'u nasıl paraladığını anlatırken Vural ona niye Orhan Tuş'un kilosundan kaçtığını sordu. Ben de Vural'a,

‘‘Bizim çöplükte horoz olup ötmek kolaydır. Avrupa'nın en teknik boksörü seçildin. Ama yarım tanecik uluslararası madalyan yok!..’’ diye cevap verdim. Yılmaz da Hasan'a,

‘‘Başkasının yerine eldiven giymek, boks etiğine uymaz. Üstelik bu kanunen bir suçtur. Ceza Kanunu'nun 67. maddesi C fıkrasına girer ki, adı sahtekárlıktır.’’ dedi. Son kadehlerimizi içtikten sonra önce kimin kime vurduğunu anımsamıyorum, ama ben hep kısmetsizimdir. Masada onca hafif siklet dururken payıma 100 kiloluk Yılmaz düşmüştü. Yılmaz'la yumruklaşacak kadar enayi olmadığımdan çift çalıp iç tırpanla onu altıma aldım. Dedemin Sarı Hafız namıyla ünlü bir güreşçi olduğunu size daha önce anlatmıştım sanırım. Bir ara gözüm Taci'yle Hasan'a ilişti. Taci, 70'ini geçtiği halde neredeyse oğlu olacak yaştaki Hasan'ı içerden vurduğu sol aparkatlarla bunaltıyordu. Hasan da her zamanki kibarlığı ve saygısıyla Taci'nin yüzüne vurmamaya özen gösteriyordu. Sadece midesine ve karaciğerine çalışıyordu. Bu arada bizi ayırmaya çalışan babayiğit garsonlardan üçü, yedikleri ilk yumruklarla nakavt oldukları için geri kalanlar artık maçımıza karışmıyorlardı. Hatta bitişik masalardaki insanlar, tezahürata bile başlamışlardı.

Yılmaz'dan kurtulduktan az sonra Vural'la burun buruna geldim.

‘‘Sen benim için ne dedin bakayım?’’

Koltuk değneklerine ve alçılı dizine bakıp,

‘‘Demişsem ne olmuş be!..’’ diye kükredim. Ama kükrememin son kısmını ben bile duyamadım. Sesim hallaç tosuruğu gibi güme gitti. Çünkü Vural, koltuk değneklerini fırlatıp zıp diye ayağa fırlamıştı. Daha da fenası, gardını almıştı. Ben can havliyle bir kaşık yakalayıp boş şişeye vurmaya başladım.

‘‘Dink!.. Donk!.. Donk!.. Gong sesini duymuyor musunuz be!.. Maç bitti arkadaşlar.’’

Herkes üstünü başını, ağzını burnunu düzeltip efendi efendi sandalyesine oturdu ve bir ağızdan,

‘‘Bize birer yolluk getirin.’’ diye bağırdık.

*

Ben bu haftaki yazıyı yarım gözle yazdım. Kalan birbuçuk gözümün hesabını onlardan sorarım elbet. Ama Kaptan'ın sağlam olan öbür dizi de sakatlanmış. Koca şampiyona yumruk atacak değildim ya!..

ÖNEMLİ NOT: Bu yazının üçüncü şişeye kadar olan kısmı yüzde 100 gerçektir. Gerisi sizin hayalinize kalmış.
Yazının Devamını Oku

Arkadaşlık öldü mü?

8 Temmuz 2001
Kapım tekme yumruk çalındığı zaman ben o gün aldığım maaşımı masanın üstünde paylaştırıyordum. Hesap kitap özürlü olduğum için, o ay ödemem gereken paraları tek tek sayıp parti parti ayırarak çevrelerine birer ince lastik geçiriyordum. Sonra da üstlerine kira, apartman gideri, bakkal borcu, elektrik, telefon yazılı küçük etiketler iliştiriyordum.

Kapıyı açınca Yalçın, hışım gibi içeriye daldı. Önce üstüme atlayıp beni iki yanağımdan şapır şupur öptü. Sonra da,

‘‘Sen benim hayattaki tek arkadaşımsın, senin için canım feda olsun!..’’ diye inledi.

‘‘Hayrola, ne oldu?’’

‘‘Sana en iyi arkadaşının hayatını kurtarma şansını tanıyorum. Yoksa beni yarın öldürecekler.’’

‘‘Kimler?’’

‘‘Kumar borcum olan herifler... Bana son olarak yarına kadar mühlet verdiler. Borcumu ödemezsem işimi bitireceklermiş. Yaparlar da... Hepsi belalı haydutlar. En masumu cinayetten 10 yıl yatmış.’’

‘‘Bu adamlarla senin işin ne?’’

‘‘Ben senden arkadaş nasihati değil, arkadaş yardımı istiyorum. Altı üstü 1200 lira!’’

O yıllarda 1200 lira dehşet bir paraydı. Bir ünlü gazete, bir dergi, bir de reklam şirketinde gündüz gece çalışmama rağmen aylık kazancım 4000 lirayı geçmezdi.

‘‘Vallahi o para bende yok Yalçın.’’

‘‘Peki, bunlar ne?’’

‘‘Bunlar, bu aybaşı ödemem gereken borçlarım. Mesela bu 1000 lira bu ayki kiram’’
diye masanın üzerindeki lastiklenmiş tomarı gösterdim.

‘‘Ya bu?’’

‘‘Bu da bakkala olan 780 lira borcum.’’

‘‘Tabii, yerli rakı içeceğine bakkaldan kaçak viski içersen böyle kazıklanırsın.
(O yıllarda viski satışı yasaktı.) Aç gözlü herif, biraz ekonomi yapsana!.. Senin oburluğun yüzünden yarın en eski arkadaşını vuracaklar ve sen viskini ziftlenmeye devam edeceksin!..’’

‘‘Dur yahu, hemen kendini koyverme. Şöyle oturup bir kadeh bir şey iç.’’

‘‘Ne oturması be, herifler gece gündüz peşimde... Şu pencereden bir bak bakalım ne görüyorsun?’’

‘‘Duvara dayanmış iki adam.’’

‘‘İşte o tetikçiler gece gündüz peşimde.’’

Tekrar masaya oturdum, elime kalemi alıp derin hesaplara daldım.

‘‘Buzdolabının taksidini vermezsem, ayırttığım kitapları almazsam ve su alan pabuçlarımla bir ay daha idare edersem sana 900 lira veririm Yalçın.’’

Yalçın öfkeyle,

‘‘Yaa, demek benden 300 kağıdı esirgiyorsun. Yazıklar olsun arkadaşlığımıza!.. Oysa ben sana yakalanmak pahasına kimya sınavında kopya vermiştim de, sayemde mezun olmuştun’’ deyip 900 lirayı aldı ve bu kez beni öpmeden gitti.

*

Birkaç ay sonra İstihbarat Şefimiz İrfan Türksever,

‘‘Oğuz, epey sıkışığım ne zaman ödeyeceksin?’’ diye sordu.

‘‘Neyi, ne zaman ödeyeceğim?’’

‘‘Borcunu.’’

‘‘Ben senden hiç borç almadım ki.’’

‘‘Nasıl almadın?.. Hani Yalçın'la haber gönderip hayati bir konu için 500 lira istetmiştin. 1-2 gün içinde öderim demiştin. 2 ay oldu yahu!..’’

Yalvar yakar muhasebeden 500 lira avans alıp İrfan'a olan borcumu ödedim. Sonra da Yalçın'ı bulup ümüğüne bindim.

‘‘Lan alçak, adımı kullanıp arkadaşlarımı dolandırmaya mı başladın?’’

‘‘Sen arkadaşlıktan ne anlarsın be?.. Ben hayattaki tek arkadaşımı zengin etmek istemiştim. Seni bulamayınca, senin adına borç aldımdı. O gün yüzde yüz garanti bir tüyo bulmuştum. Parayı tek başıma kazanmayı arkadaşlığa yedirememiştim. Sen de kazan istedim.’’

‘‘Ne tüyosu?’’

‘‘At yarışı tüyosu!.. Tüyo doğru çıktı, bizim at birinci geldi.’’

‘‘Paralar nerede?’’

‘‘İkinci tüyo kofti çıktı. Hepsini kaybettik.’’

*

Yalçın'la arkadaşlığımız hep böyle sürdü gitti. Bir gün aynı reklam şirketinde çalışırken Yalçın,

‘‘Herif beni sömürüyor. Herif beni köpek yerine koyuyor. Üç otuz paraya çalıştırıyor!’’ diye patrondan yakınmaya başladı. Yalçın'ın maaşı gerçekten felaketti.

‘‘Git zam iste.’’

‘‘Adam yerine koyup beni odasına bile sokmuyor. Ama senin sözünü dinler, hatta senden korkar. İşte arkadaşlık böyle belli olur. Benim yerime gidip sen konuş. Bana biraz zam kopar. Yoksa evden atılıp sokakta kalacağım.’’

Patronla Yalçın'ın zammını konuşurken her zamanki gibi kantarın topuzunu kaçırdım. Adam Yalçın'ın bir halta yaramadığını, defolup gitmesini küfürle karışık höykürürken, ben de patrona arkadaşım uğruna birkaç bin lira değerinde bir iki tokat attım. Tabii, o da beni işten kovdu ve yerime zam yapıp Yalçın'ı aldı.

*

Günlerden bir gün Yalçın kahırlar içinde ille de gidip içelim diye tutturdu. Karısından ayrılmıştı. Meyhanede yanımızdaki masada şen şakrak ve bol bıyıklı iki-üç delikanlı vardı. Yalçın üçüncü kadehten sonra,

‘‘Höst lan öğrenin artık, bundan başka İstanbul yok. Rakı edeple içilir. Karılar gibi niye kahkaha atıyorsunuz ve patırtı yapıyorsunuz kırolar!..’’ diye yan masaya bulaştı. Ben, dur-tut dedim ama Yalçın'ı heriflerin elinden almaya çalışırken de bir araba dayak yedim. Zaten mini-minnacık biri olduğundan Yalçın'ı adam yerine koymayıp kalıbıma bakarak hep beni dövdüler.

Ihlaya tıslaya meyhaneden çıkarken Yalçın,

‘‘Ben de seni bir adam sandımdı. İstanbul boks ikinciliğin falan palavraymış. Arkadaşlık uğruna yine dayak yedim’’ diye homurdanıyordu. Patlamış dudağımla peltek peltek,

‘‘.ıçmışım senin arkadaşlığına!’’ dedim.

‘‘Sen arkadaşlıktan ne anlarsın? Senin yüzünden beş yıllık karımı boşadım.’’

‘‘Niye lan?’’

‘‘Çünkü seni sevmiyordu. Hakkında hababam kötü konuşuyordu.’’

12 Mart Cuntası gelip çatmıştı. Cem Yayınevi sahibi rahmetli Oğuz Akkan fena halde arandığımı söyledi. Sabahattin Eyüboğlu haber göndermiş, yıllar önce kiracısı olduğum akrabalarının evini basmışlar. Beraat ettiğim eski bir davadan ötürü beni arıyorlarmış. Osman Arolat ve Hayri gibi ekibimdeki çocukları da tutuklamışlar. Hatta yıllar önce ayrıldığım ilk eşimi bile karakola sorguya götürmüşler. Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi birçok arkadaşımı Selimiye'ye kapatmışlardı. Oğlum Seyit Ali daha birkaç aylıktı. Çaresiz evden tüydüm. Sığınmak için birçok eski arkadaşımı aradım. Çoğu telefona bile çıkmadı. O gece senin, bu gece benim otellerde yaşıyordum. Bir akşam Salacak'taki Arap'ın meyhanesinde geceyi beklerken Yalçın gelip yanıma oturdu.

‘‘Araba kapıda bekliyor, haydi gidiyoruz’’ dedi. Beni nasıl bulduğunu hiç öğrenemedim. Yalçın'ın fakir evine birkaç ay sığındıktan sonra ortalık ılındı. Fırtına operasyonları kesildi.

Yalçın aylarca yiyeceğimi, içeceğimi hatta iki kadeh rakımı bile eksik etmemişti. Parayı nereden bulduğunu da öğrenemedim. Vedalaşırken birbirimize sarıldık.

‘‘Seni paralayabilirlerdi. Bizi yakalasalardı, seni benden beter ederlerdi’’ dedim.

‘‘Etsinler, arkadaşlık öldü mü be!..’’ dedi.

Aradan kocaman yıllar geçti. Bu bizdeki arkadaşlığın ne olduğunu hálá öğrenemedim. Bir bileniniz varsa, lütfen bana anlatsın.
Yazının Devamını Oku