28 Nisan 2008
Babam arayıp, "Yazıların Beşiktaş’taki nüfus memuresi hanımı yormuş. ’Hayat basit’ diyor. ’Kafasını bu kadar karıştıracak bir şey yok. Gezsin, tozsun, keyfine baksın, evlensin, çocuk yapsın. O Türkiye’nin güzel çocuklarından. Hayat da o kadar derin değil zaten. Kendisini yormasın’ diyor" dedi. ’Git onunla konuş’ dedi. Sonra gülmeye başladık. Yazılarımın yorucu olduğuna ve hayatın basitliğini kendime ve size karmaşık bir şeymiş gibi paketlemeye çalıştığıma eminim.
Bu ortaokuldayken bile böyleydi. Edebiyat öğretmeni okula annemleri çağırır, ’Kızınız derin derin pencereden uzaklara dalıyor, bir derdi mi var’ diye sorardı. Onlar da ’yoooo’ derdi. Şaşırırlardı. Evde öyle değildim, o derste öyleydim. Çünkü edebiyat dersiydi. Beni hislendirirdi. (Ve adam da yakışıklıydı).
Sürekli soru üreten bir beyne sahiptim, bu yüzden de kıymetlerimin tadına tam bakamıycaktım. Ama onlardan başka şeyler yapıcaktım. Yazı yazıcaktım. Şarkı yazıcaktım. Başka da bir işime yaramıycaktı. Kolay kolay sadeleştirme yapamıyorum doğru. Astrolog arkadaşım Volkan’a göre ’bir bilinçaltı çöplüğüm’ var. Bu hem beslendiğim yer hem de aç kaldığım.
İşin garip tarafı, aslında neşeli olmam. Hem neşeliyim hem ağır. Bu ikisi pek bir araya gelmiyor. Neşeliler genelde hafif olur, ağırlar da asık suratlı. Ben bu konuda bir istisnayım o zaman. Bir de, madem bir köşeye bir şeyler yazıcam, bu birilerine bir fayda sağlasın istiyorum. Öğrendiğim ve çoğu zaman uygulayamadığım şeyleri yazıyorum. Mevsime göre, fazla didikleyici olabiliyorum tabi.
Demek istediğim o ki, sevgili nufüs memuresi haklı. Hayat üç beş gün. Yapılacak şeyler, yapılagelmiş şeyler. Komşunun kızından kendini ayrıştırmak için perişan olmaya değmez. (evlen, çocuk doğur, çocukla kariyer olmaaaz). Derin sorular ve cevapları aslında bir beyin hobisi. Çünkü ne yaparsak yapalım burası, bilinmeyen bir denklem. Kuralıyla oynamak ve bu gezegenin keyfine varmak en iyisi.
E ama ben zaten tam da bunu yapıyorum. Bu yaz, taş devrinde geçen bir filmde oynuyorum. Yeniden şarkı yazmaya başladım. Her sabah melodilerle ve sözlerle uyanıyorum. Polenlere hapşuruyorum. Saçlarımı kestaneye boyattım. Uri Geller eve gelip, kaşığı büktü. Fazla çikolata yemekten iki kilo aldım. Üstüne gidip, üç tane de bikini aldım.
Aldım... verdim, ben hayatı yendim. Ölene dek.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2008
Uyuma büyü! Ağzımdan, kırıp dökmek üzere etrafa saçtığım kelimeleri topladım. Kulağım onlar dökülürken duymamıştı. Fakat duyan bir kulak olmuştu. O, hepsini tek tek save etmişti. Geri dönüşsüz bir hafızaya atmıştı. Evrendeki tüm yıldızlar, tüm küçük meteorlar dediklerimi duydu. Ve makineleri ona göre yeniden ayarladılar. Artık dünya döndükçe, dediklerimi gerçek yapıcaktı. Bu da bana ders olucaktı. Hayat anneyse, bizi terbiye etme yöntemi buydu. Kötü söze biber sürmek.
Ben, kelime sakarı, her şeyi geri almaya çalışıyordum. Ama nafileydi. Bir kural vardı. Söylenen hiçbir şey geri alınmayacaktı. Bu yüzden, ağzından laf çıkaranların düşünmesi, tartması, yutması gerekirdi. Fakat bunu herkes her zaman yapamazdı. Ben yapmaya uğraşıyordum. Her lafımı, aslında neyin yerine kullandığımı düşünüyordum. Ağzımızdan, tam olarak demek istediğimiz çok seyrek çıkar. Korkular, gurur, bilirsiniz işte. Güzel laflarla sarıp sarmalamak için de çok geçti. Kırmıştım. Dökmüştüm. Yaralamıştım. Sustum.
Ustaca seçilmiş, bağırmayan kelime hazinemle, daha çocukken kılıç yapmayı öğrenmiştim. Öğrenip de unutulması gereken ya da içindeki kötü adamların eline geçmemesi gereken bir meziyet. İnsan her öfke okunu attığında, onu atan yaralı, kırık yayına bakmalı. Ok saplandığında, karşı taraf yayı görmeyebilir. Görmek zorunda da değil.
Kelimelerle dikkatli olmamızı gerektiren bir başka husus da, kendimize yaptığımız büyüler. Mesela ben, ’bu aralar şarkı yazamıyorum, motivasyonum düşük, gitarı elime almıyorum’ büyüsü yapmışım kendime. Bu lafı söyleyip, yayarak, hayatıma, kalemime, duygularıma, gitarıma bulaştırmış oluyorum. Halbuki niye öyle olsun ki. Benim için şarkı yazmak, nefes almak kadar çabasız ve doğal. Tabi, pis filtreler takılı değilken... Onları takan da biziz. Büyümenin yan etkilerinden biri. Ben bu lafı unuttum bir ara. Daha doğrusu, biri ’ne saçmalıyorsun sen’ diyerek bu kötü büyüyü bozdu. Ben yine çalmaya başladım. Kendimize ve başkalarına söylediğimiz şeylere çok ama çok dikkat etmeliyiz. Laflar çınladıkları ya da okunduları andan itibaren, kendilerini kelimenin ötesine taşıyıp, gerçek etmek için var gücüyle çalışıyor.
Tatlı cadı olmanın vakti geldi.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2008
Geçen hafta, yüzümde pis bir gülümsemeyle, elimde parmak arası yaptığım bir kitaptan* herkese pasajlar okudum. Herkese farklı bir bölüm. Yaşına göre. Kitap, her 10 yaş aralığının fiziken ve ruhen bünyede yarattığı çürükleri anlatıyor. Pek de iç açıcı değil. Ama hayat ’sürükleyici’ o kesin. Gerçi, pek de şaşırtıcı bir durum yok. İnsana dair herşey milim kıpırdamıyor. Shakespeare yazmıştı, 7 perdelik bir oyunda oyuncu olduğumuzu. İçim de rahatlamadı değil aslında. Okuldaki üniformalar gibi, aynı hayattan giymişiz işte. Her on durakta bir, servis şoförü değişiyor gibi düşünün. Biraz daha yavaş giden bir adam, daha da yavaş bir amca, daha da daha da yavaş bir ihtiyar. Kız, kadın, teyze, ihtiyar. Böyle.
Kimi gördüysem, kim aradıysa, kime rastladıysam, onun bölümünü okudum. Büyük bir zevkle. Bir tür bilinç aşısı gibi bir şey. Mesela, 40 ile 50 yaş aralığındaki birine sayfa 54, ikinci paragraf:
’eskiden kendime neden en çok 40 ile 50 yaş arasındaki insanlara karşı antipati duyduğumu sorardım sık sık. Şimdi sebebini biliyorum. (hazır olun komik yer geliyor). Ya kariyerlerinin doruğuna ulaşıp, tahammül edilemez hale gelmiş ya da kariyer yapmayı başaramayıp tahammül edilemez hale gelmiş insanlar bunlar. Ya tamamen kendi çabalarıyla kariyer yapmış ve olağanüstü bir başarıya imza atmış olduklarını düşünürler ya da bunu yapamamışlarsa, kendi çabalarıyla kariyer yapıp olağanüstü işlere imza atamamış olmalarıdan başkalarını sorumlu tutarlar.’
Bunu ve sonrasını okuyup, o suratta gezinmekte şeytanca bir zevk var. Tabi o yaş aralığında değilsen. Sonra 50 ve sonrası var ki, of of, güvensizlik duymalar, güçten düşmeler, artık asla o hedefe ulaşamayacağından emin olmalar... Anlam bulamamak ve anlamın zaten olmayışı. Sonra daha da ilerledikçe, wellness center’lar, tayland ve maldivlere gitmeler, kalojen, aloevera, Çin tıbbı falan. 50’lerinde bir de insan, her şeyi terk etmeye hazır olurmuş. Daha da ileriki yaşlarda gemi seyhatlerine merak salınması da, artık başka bir vasıtayla hareket etmeye mecalimizin olmamasındanmış.
Dünya, biz büyüdükçe daralıyor. Ta ki, yatak odamıza, hatta yatağımıza varana kadar. Küvetten tek başımıza çıkamayacağmız günlere doğru, tam gaz gidiyoruz.
Ha peki, kim iyi durumda? Kimse. Herkes çürümekle meşgul. Özellikle 25’ten sonra, ışık bizi terk etmeye ve yaşlanmanın zor görünür işaretleri belirmeye başlıyor. Hatırlıyorum. 25’inci yaşgünümde, bütün sevdiklerimi bir masanın etrafına toplamış ve kendime o güne özel yazdığım şarkıyı söylemiştim. Şarkının içinde, o sırada masada olan herkese dair birkaç cümle de vardı. İyi ki doğmuştum, ama gördün mü 25 olmuştum. İki sene sonra, o şarkıyı ’çocuk da yaparım kariyer de’ye çevirdim. Kendimi de.
Daha o zamandan fark etmiştim vaziyeti, gidip kendime ilk göz kremimi almıştım. Ki çok acıklı bir hadisedir. Bence akıllıca olan, yaş aralığındaki olası değişimleri bilip, ayak uydurmak. Hayat insana ayak uydurmuyor çünkü. Vites küçültmeyi bilene, bu yolculuk daha kolay. Ayrıca unutmayalım: ’Yaşayan herkesin bir geleceği vardır’.
*Hayal kırıklıkları kitabı/ margit schreiner
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2008
Kendi malı haftası ilan ediyorum ben bu haftayı. Kendi seçimlerine güvenme haftası. Bir hakikat keşfettim gibi oldu, geçen hafta yaşarken öyle. Benim gibi her şeyin yüzde doksanıyla boğuşmaya üşenip, sürekli pas atan bir ruh bile bunu kavradı. Sadece yazdığım şarkıların söz ve müzikleri dışında bir şey seçesim yok aslında. Fakat bunun çoğu, kararsızlık hastalığından mustarip olmamdan. Gökyüzünde yalnız gezen yıdızlar bile, bunu onaylıyor. Terazi burcu tartıp duruyor.
E fakat kardeşim bir yere kadar. Başka suratlara bak, başka insanların uzmanlığına güven falan bir yere kadar. Benim için her şeyin en iyisini ben bilirmişim meğer de, niye cevabı dışarıda ararmışım. Şöyle basit bir örnek vereyim: Londra’da Rough Trade diye güzel bir müzik dükkanı var. İçeri girdim ve ’benden daha iyi seçim yapabilecek’lerine inandığım çalışanlarına, bana değişik müzikler önermelerini istedim. Önerdikleri her şeyi aldım. Üstelik Rough trade’in kendi derlediği, 2007’nin en iyileri karışık cd’sini bile aldım. Bu arada, seçimlerine güvenmediğim bir ben, bir Etiyopya müzikleri cd’si beğendi. E hadi onun da gönlü olsun diyip, onu da aldım. Eve bir döndüm, dükkanın tavsiyelerini beğenmedim. Etiyopya müziklerini ise her gün dinliyorum. Olağanüstüler. Hmm, dedim. Hemen bir sonuca varmadım.
Geçen gün, kendimi anlatan bir mektup yazmam gerekti iş icabı. İngilizce’sinden. Fakat İngilizce seçimlerime de güvenmeyen ben, işi havale etmeye kalktım. Bir tane de oturup kendim yazdım, hızlıca beş dakikada. Beş dakikada hızlıca yazılmış şarkı, şiir, yazı her şeye güvenmeli. Baktım... Diğerlerinin İngilizcesi belki daha düzgün ama benimki, kaba kesim ben. Onu yolladım. Hmm, dedim. Hemen bir sonuca varmayayım.
Başka bir şey daha oldu. Kafamda soru işaretiydi. Bildiğimi okuyorum. O kadar memnunum ki. İnsan, sadece kendi bildiğini okuyup yazmalı. Soru işaretlerini sağa sola bulaştırdığında, sezginden oluyorsun. Küsüp, susuyor. Ağzından laf alamıyorsun sonra.
Bir sonuca vardım sonra. Evine attığın halı, başkasının mobilyasına uygun olan olmamalı değil mi? Evet, bu kadar basit. Ben artık çok az soruyorum. Meğer ben biliyormuşum kendim için en iyisini, en az senin kendin için en iyisini bildiğin kadar. Bu hafta deneyin. Uzatıcaksınız görün. Arada bir hata da edin. Hatasız kul olmaz.
Aysun Kayacı da kendini güzel savunmuş. Niye sussunmuş, susmasın tabi. Tıp oynamaktan bu hale geldik. Rahat olalım biraz. O da, onun söz seçimi. Dil cambazlarıyla başı dertte. Dediklerini ilk defa duymadık. Hadi itiraf edelim. En azından bu hafta.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2008
Bir vardı, çok yoktu. Aynı şeyin içinde, dönüp duruyordum. Herkes gibi canım. Ve onu, içinde olunacak tek şey olarak görüyordum. Bunun aksi, insanın kendisine alternatif bir anne bakması kadar saçma olurdu. Hayatım buydu. Ben de buydum. Bazı kalıplarla şekil alır, kendimi sıcak hissettiğim yerlerde pişerdim. Bir fast food zinciri kadar tutarlıydım. Tabi dışımda. Dışımda herkes kadar sahtekardım. Toplum denen toplamda, ben denen değişkeni sabit tutma çabasındaydım. Herkes kadar. Olduğum yerden dışarı zıplamak, sanki bir şeyleri açıklamam gereken mahşer günü gibi gelirdi bana. Fakat değiştim. Değişmedim. Değişiyorum desem daha doğru.
Ayağını bahçenden dışarı uzattığında, sanki buz gibi bir denizin dalgası dokunuyor. Fakat bu his, sadece geçici bir vazgeçirme programı, ymış yani. Dayanırsan, kafanda o kadar korku ve kaygı dolu soruyla yürümeyi başarırsan, bu test seni rahat bırakıyor. Direnç testi. O testiyi kırmazsan, çimler başlıyor. Hava ısınıyor ve sen koşmaya başlıyosun. İnsan bazen kendiliğinden, adımlarını hızlandırıp, koşmaya başlar. Bir ’gel’ sesi duymuştur. Ve sadece o duymuştur. Yanındakinin ’Yoo, ben gel sesi falan duymadım’ demesini de duymamıştır. Başkaları, kendi cevap anahtarlarına bakarak, soruna cevap verebilir ancak. Düşünsene, bunun senin soruna cevap olma ihtimali ne kadar düşük.
Çimlerde koşuyorsun, gözünün içinde bir güneşle. Biri sorsa nereye gittiğini, tam olarak göremiyorsun bile. ’Ayaklarım biliyor’ diyorsun. Bir fikrini değiştiriyorsun. Bir yerleşik yerden kalkıyorsun. Böyle yuvarlanıyorsun, temkinli adımları bırakıp. Ve artık umurunda bile olmuyor, varacağın yer. Sen bu yolculuğun müptelasısın artık. ’Keşke konaklamak olmasa’ diyorsun, ama bir sonraki cesaretine kadar, kendini ağırlayacağın han, seni bir süreliğine tutacak. Fakat doğruyu söylemek gerekirse, bu umrunda bile değil. Koşarken, göbeğinden ziller sarkıyormuş gibisin. Sana artık koşuyor bile denmez, dans bu yaptığın. Hoplama zıplama bu. Çocuk oldun. Çocuk durumuna düştün. Çocuk kaldın. Çocuklaştın. Sen çocuk musun?... Şu an için, öylesin. Napalım sen böylesin. Hayattan hafif yükseldiğin için, ayaklarından tutan da yok. Hayatın ağzına atıyorsun kendini. O çiğnedikçe gıdıklanıyorsun.
Bunlar, insan boyundan büyük işlere kalkışmadıkça olmuyor. Ben kalkıştım. Bu yaz, "Arog" filminde oynuyorum. Bana şans dileyin. Yukarıdaki her kelimeyi, içimde taşıyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2008
Öyle acayip oldu ki. Araba kullanıyordum tamam mı? Sonra aklıma sevimsiz bir düşünce geldi. Ne güzel ki, şu an hatırlamıyorum. Söz konusu düşünce, acilen duygularıma da sirayet ederek bir ağ gibi üzerime kapandı. İçinde çırpınıyorum. Dışına taşamadığım düşüncelerden herhalde. Olur ya. Bir yandan da yokuş çıkıyorum. Derken önüme bir araba çıktı. Ben ani bir fren yaptım. Yoluma devam ettim. Fakat kaldığım yerde değildim. Düşüncem gitmişti!
Rahatsız edici bir şey olmasına rağmen, kafamı çepeçevre aradım. En son hissim neydi diye, nabzımı yokladım. Yok. Bulamıyorum. O anı fren anında, ön camdan uçmuş gitmiş. Ne tuhaf. Kendimi asla rahatsız ve kötü hissetmiyorum. Tam tersi, gripten falan kalkmış gibiyim. Aaaaa dedim. Şu ’secret’ hikayesi doğru galiba. İnsan düşündüğünü değiştirince, o anki realite tamamen değişiyor. Biraz önce bir ağın içinde balık misali çırpınan ben, şu an kuşlar kadar hürüm. Hatta, ’gel bana çukulata sevgilim’i söyleyecek gibiyim direksiyon başında.
Kafamızın mutfağında, günlük ne pişiyorsa, o yenir. İnsan onlarla beslenir. Kaygı ve korku dolu olanları aslolan kabul edip, iyiye ve güzele yağ oranı yüksek besin muamelesi yapmak gelenektir. Ne kötümser. Büyüdükçe oluyor bu. Neyi, nasıl yapmaması gerektiğini bilenlere yetişkin denir. O yüzden, güdük kalmak makbuldür.
Şimdi, arada deniyorum bunu. Bir korkumu alıp, içini oymaya başladığımda, durup aniden başka bir şeyle ilgileniyorum, İşe yarıyor. Beyin, bebekler gibi o sırada ne gösterirsen, onunla ilgileniyor. Gözü ona kayıyor. Bu, benim açımdan yararlı bir keşif oldu. Hayatımda, kafamı kurcalayan gereksiz şeyleri, bu şok terapiyle yok ediyorum. Buradan yeni bir terapi çıkar mı bilmiyorum.
İnsanlar, pesimistleri ve kaygılıları ve bir şeylerin daha kötü gideceğini söyleyenleri daha çok dinliyor. Çünkü korkular ağır. Fakat bakın, bu basit araba örneği gösteriyor ki, hafıza da balık bir yandan. Ağır olan bir şeyi bile, kaldırıp atabiliyor.
Çekim yasasını uygulamak zor. Bir de bunu deneyelim: Bırakım yasası. Bırakırsak uçar yasası. Denemesi kolay. İstanbul’da yokuş çok. Biz de, bir tür baloncu gibiyiz yani aslında.
Düşünce baloncu.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2008
Yine bekliyorduk bir yazı. Sen, ben ve diğer herkes. Tavanımıza güneş asılacaktı ve bir daha yüzümüz asılmıycaktı. Son yağmurlara da, bir şey demedik bu yüzden. Alaçatı’ya gittik bir yarım gün. Yarım ekmek arası, bal kaymak gibiydi. Kimse yoktu henüz. O sokaktan, koşarak aşağı inebiliyordun. Peşinde rüzgarlar koşuyordu. Taşlar, yeni ısınmaya başlıyordu. Betimlemeleri sevmesen bile, bunlardan bahsederdin. Agrilia’ya girdim. Kimse yoktu. Geçen yaz kahvaltı edip, gazete okuduğum, köşe masaya baktım. Uyuyordu. Aydınlığına az kalmış bir gölgedeydim. Acele ettim. Yoksa kaçardı.
Sailors’da kahvaltı ettik. Yunan bir turist kafilesi gidince. Bir tek onlar vardı, bizi saymazsak. Kahvaltı edicek başka yer yoktu. Olsa da istemezdik. Öğlen, okullar tatil oldu. Çocuklar geçti. Evlerine gidip, öğle yemeği yediler. Çocuklar geçti. Okula döndüler. Biz hep oradaydık. Koca bir sepet ekmek bitirdik. Sayısız çay içtik. Ben karşıdaki dükkanın kapısına not bıraktım: Uğradık, bulamadık. Yine geliriz. Karşıdayız. Saat de 13.38.
"Sahile inelim" dedik. İndik de. Babylon’un kumsalı bomboştu. Koşup denize ayaklarımızı soktuk. Kafamdaki tarak suya düştü. Ceren onu kaptı. Yoksa çok üzülürdüm. Çünkü o 1920’lerden beri beklemişti, saçlarımı tepede toplamak için. En azından, tanışırken bana öyle demişti. Bir adam, uçurtma sörfü yapmaya uğraşıyordu. Hemen, "Biz de yapalım bundan" dedik, çabucak vazgeçmek üzere. Zordu çok. Karayı, havayı ve suyu kavuşturmak gerekiyordu. Ve biz sadece insandık.
Birbirimizin fotoğraflarını çektik. Sadece birbirimize göstermek için. "Şezlonglardan ve meyve sularından evvel buradaydık" demek için sırf. Herşeye işaret gibi baktık. Öyle ıssız bir yerde olmak, hiçbir zaman boşu boşuna değildir. Biz de, gözkırpan her şeye baktık dikkatle. İnsan her zaman, o sırada bulduğunu kullanamayabilir. Bunu bildiğimiz için sabırlıydık. Sabırlı olabildiğimiz için, şanslıydık. Kum taneleri gibi dağılacaktık. Onlar yine, Avustralya’ya gidicekti. Ben yine burada kalıcaktım. İstanbul’u savunacaktım. Alaçatı’ya kaçıcaktım. Birkaç sahnemin daha çekileceği bir seti, kurulurken gezer gibiydim. Zaman, hızla geçtiğini göstermekten korkmuyordu. Hiç sağa çekmiyordu, anladık.
Hatta Kutluhan geçenlerde, on sene için, ’yedi taneden biri işte’ deyiverdi. On parmaklık vakit bile yok. Ve hálá iple çekilen yazlar var.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2008
Midemdeki bütün pastaneler, cafeler, fırınlar ve kasaplar 24 saat açıktı. Mozaik pastayı pudingle yapmayı, kiloma dikkat etmek addediyordum. Aslında gizliden, hafif balıketi olmayı tercih bile ederdim. Sonra birden o çıktı karşıma. New York Times’da listede görüp, sırf adından dolayı asla almayacağım o kitap. Evet, beslenme konusunu eşelemeye başlamıştım yavaştan. Ama daha entelektüel bir giriş yapıp, Michael Pollan’in ’Omnivore’s dillemma’sını (hem etobur hem otobur olanın ikilemi) okumaya başlamıştım. Aslanın, kaplanın, böceğin ne zaman ne yiyeceğiyle ilgili kafası netken, insan türünün kafası niye karışmıştı. Ne zamanlar, ne yemeliyim sorusuyla nasıl baş başa kalmıştık.
Evet, dediğim gibi, sonra birden o çıktı karşıma. Türkçe’ye yerleşmiş. Havaalanında, kitapçıdaki rafta, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. ’Zarif Çıtır’ diyor burda kendine. Offf, uçakta okurum, sonra da otelde unuturum, eve bile götürmem diye aldım. Şu an annemde. Tam bir, kadın kadına dedikodu ağzıyla yazılmış. Fakat etkiledi beni. Korkarım. Midemde o bahsettiğim dükkanların, Uğur Dündar gibi mutfaklarına girmek zorunda kaldım. Vahşeti, zehiri, zararı gördüm. Milyar dolarların döndüğü bir iş gördüm, besin yerine. Bu kitabı, ağzına bir lokma bir şey atan herkes okusun.
Daha ilk cümlemden, bir anda SIKI yönetim ilan edip, her zararlıdan elimi eteğimi çekemeyeceğimi anlamışsınızdır. Nitekim, biraz evvel sinemada kremalı bisküvi, browni yedim. Eve gelince de tost yaptım kendime. Saat de şu an 23:18. Sinemada bana, ağzıma attığımın ’yemek bile olmadığını’ söyledi, zarif çıtırcı iki arkadaşım. Haklılar. Kremalı bisküvinin ağzını, belki nefessizlikten boğulur diye, iyice kıvırıp çantama koydum. İkinci yarıda da karnım ağrıdı. Psikolojik.
Zaten psikolojiyi etkiliyormuş yediklerimiz. Hayvanları ve onlardan gelen süt, yumurta ne varsa yediğimizde, bir anlamda zehirleniyormuşuz. Ölürken çektikleri acıları, çabuk büyüsünler diye içirilen hormonları, antibiyotikleri de yutuyormuşuz. ’Light’ olan çoğu şey, şekersizliğini aspartam denilen zehire borçluymuş. Biz biz olalım, hastalıktan ve koca popolardan korunmak için hayvanlar ve verdiklerinden uzak duralımışmış. Bize salık verilen, hayvansal protein kalsiyum demirler bin bir zehire bulanmışmış. Bu sağlıksızlığı bize açıklamamaları ve yalanlarla ağzımıza bir şeyler sokuşturup durmaları hep, politikacıların da içinde yer aldığı, koca para cumhuriyeti yüzündenmiş. Meyveler ve yeşil sebzelerden aynılarını alabilsek, enerjimiz, moralimiz nasıl da yükselirmiş.
Özellikle, hayvanların kesimi ile ilgili bölümler vahşet içeriyor. Hiç kanat açamamış tavuklardan mı yani, tavuk kanatları falan? Şekeri, asiti içecekleri ve beyaz unu ispiyonlayacak satırım kalmadı. Kafam iyice karışık. Michael Pollan bir kitap daha yazdı yeni. ’In defense of food’ (yemekten yana).
Belki sevdiğim birkaç şeyle yan yana durabiliyorumdur. Yoksa yandım.
Yazının Devamını Oku