23 Haziran 2008
Derginin* sayfalarını, tembel tembel karıştırıyorum. Ne de olsa, yaz. Günler uzun ve sıcak. Aklım kurak. Yavaş çalışıyorum.
Başlıklara göz attım. Mimar Zaha Hadid’in gelmiş geçmiş en parlak kadın mimar olması... Hımm, bravo. Tatlı kadın zaten, bir keresinde, sahip olduğu dijital aletleri de gösteren bir röportajına rastlamış, "elde var bir"lerden olduğunu düşünmüştüm.
Fakat bu binalar, bana fazla "az ve ileri" geliyor. Bir insanı sevmek, yaptıklarını da sevmek anlamına gelmez. Tam tersi de geçerli.
Peki, "erkekler neden sıkıcı" başlığına gelelim.
Hepsi sıkıcı değil canııım. En azından, kadınları eğlendirme çabasına girmişleri ya da kişilik olarak cafcaflıları var. Eminim bir süre sonra, herkes aynı sessizlikte buluşuyordur zaten. Ama tabi, kadınların tantanasını onlarla yakalamak zor. Konular azalır ve cümleler kısalır birden. Hem, yaptığın yorumları garipserler.
Merak edip okudum, bilimsel bir bulgu mu var? Sıkıcılığı nasıl ölçmüşler?..
Hımm, mesele şu: Kadınlar birbirleriyle diyalog halindeyken, "insanı kendinden geçiren" hormoncuklardan salgılıyorlar. Dopamine ve oksitosin.
Konuyu dallandırıp budaklandırmanın, bu kadar zirve yaptığı bir an yok yani! Bir kafede konuşarak, 6 saat geçirmenin başka açıklaması olamaz zaten. Evrensel bilgi paylaşımı. O kız senin, bu çocuk benim çekiştirirken uçuyoruz yani.
Devam edelim... Su altı. Ama çok altı. Kapkaranlık olan sular. Meğersem derin sular, uzaydan daha düşmanmış insana. Diyo ki, en derinlere inmek imkansızmış. Okyanusun dibinin, bir Louis Armstrong anı olmıycak diyo. Aa, ne güzel...
Güneşin giremediği derinliklerde, kendinden ışıklı balıklar var. Ya bu nası oluyo, dedim; "fosfooor" diye nağmeli bir cevap geldi içimden.
İkna olmadım tabi. Mandela, evde çekilmez bir adammış. Karısı anlatıyor. Herkesin, aşağı yukarı aynı olduğunu biliyorum zaten. Geçelim.
Upuzun yaşamanın sırrını anlamak için, 90 yaşını geçmiş dört kişi hakkında yazı. Hıh. Ortak paydalarını bulup, işaretliyim dedim. Olmadı. Hah ha ha. Hiçbir ortak noktaları yok diyebilirim. Biri evlenmemiş, öbürü altı çocuklu. Biri ateist, biri dindar. Biri boşanmış genç sevgilisi var, biri hep evli. Biri çok çalışmış, öbürü az. Hepsinin aklı başında, gülümsemesi yüzünde, bedenleri ağrılı. Sevmeyi ve sevilmeyi biliyorlar gibi geldi bana, ama belli olmaz.
Binaların "az ve ileri", erkeklerin sıkıcı, derin suların düşman ve Mandela’nın huysuz olduğu bir gezegende herşey olur.
Hiçbir şey belli olmaz.
* Economist, Intelligent life
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2008
Dün Babalar Günü’ydü... Benim babam öyle çok kutlamalı, ağlamalı, alkışlamalı törenleri sevmez. Fazla duygusal bunlar için. Hayatımda tanıdığım ilk özel insan. İlk komik ve ilk şarkı söyleyen. İlk ’benim gülmeme en çok sevinen’. Evet bütün bu ilklik madalyaları benim babamın boynunda durur. Bir sürü. Şanslıyım. Bana her gün ’Mutlu musun kızım?’ diye soran biri var.
Ben onu kimseyle karıştırmam, fakat siz karıştırabilirsiniz. Çünkü adı Suavi olan ve şarkı söyleyen biri daha var. Adı Nil Karaibrahimgil olan ve şarkı söyleyen biri daha olsa, benim kızımı da öbür Nil’in kızı sanabilirdiniz. Ve bunu herkes nezdinde düzeltmek zor olurdu. Siz şöyle ayırabilirsiniz. Benim babamın uzun sakalları yok, hiç solcu olmadı-kendine sosyal demokrat der, liberal der, en popüler olduğu dönemde bile sola sapmamakla övünür. Babamın, içinde ’turnalar’ geçen bir şarkısı yok. ’Müzikomani’ diye bir şarkısı var, ’kobra’ var. Sakalları bazen var ve kısa, öyle upuzun değil.
Babam, bana iki şeyi, yok yok üç şeyi sevmeyi öğretti. Birincisi kitapları. ’İçindeki devi uyandır’, ’Zamanı kullanma sanatı’, ’Haydi bastır koş kim tutacak senin gibi aslanı’ kitaplarını özellikle tercih etti bir dönem. Fakat ben o dönem, ’Genç Werther’in Acıları’, ’Böyle Buyurdu Zerdüşt’ ve psikopatalojiyle başlayan kitaplara geçmiştim. Beni bir hayat sıkıntısı basmıştı. Freud bile bana iyi geliyordu. O da bunu hissetti. Benim kendimi onlara bulayıp kızartmama meydan vermemek için, pansumalar taşıdı bana. Bir defasında, Ortaköy’de deniz kenarında kitap satan adama, aldığım bazı kitapları geri iade bile etti. Dar açıcılıktan yapmadı bunu. O satırlarda kaybolmamı istemedi.
Ve böylece beraber ikinciye geçtik... Hayat sevgisi. Hayatı sevmenin, bir bakış açısı olduğunu söyledi. Basit bir hayatımız vardı. Annem, babam, kardeşim, bendik. İçi harlı bir evdik. Fakat insan, bir yaştan sonra gözlerini dişarı diker ve kendini huzursuz edicek bir sürü şey bulur. İşte o vakit, işe yaradı bu, kafanı yamultarak her şeyi hafifletebilirsin oyunu. Lunaparktaki aynalardan yerleştirdi kafamıza. En korkunç görünen korku bile cücedir dedi. Ha, korkmadık mı korktuk. Fakat dışarıda tsunamiler olsa da, ta derinde bir halatı bizi tutarken bulduk. İşte onun yerini bize o gösterdi. ’Dışarıda kar yağıyo ve biz sıcacık evimizdeyiz ne güzel’ dedi bir gün Ankara’da. Gözümüz ondan, pencereye kaydı. Haklı olabilirdi. Kendini kandırıyor ya da tedavi ediyor da olabilirdi. Ama ne fark eder. Çocuklar duyduğuna inanır ve tekrar ederler. Ben hayatı severim o da beni sever nokta.
Ben hayatı çekilmez bulurum ve o da beni çekilmez bulur ve ben de kendimi çekilmez bulurum. Bazen. İşte o bazenlerde ya da çoğu zamanlarda, üçüncü sevgi gerekir. Mizah sevgisi. Şarkılarımın sonundaki komik ses uyumlarının hiçbiri, ’kafiye olsun diye değil’. Babam bana, şakanın kaldırma gücünü öğreten insandır. Bir tane arkadaşım, lafım, üzüntüm ya da sevincim yoktur ki şakası yapılmasın. Çoğu hiç de komik değil. Komik olsun diye değiller. Onlar birer halterci. Kendisiyle dalga geçen adam, en küçük iğne deliğinden geçer ve kendini nereye istiyorsa tutturur. O şarkılarında bunu yapar. Bu bana da geçti. Her zaman bildiğimiz aldatma hikayesini, kek tarifine dönüştürdüm. Terk edileni akbabalara yem yaptım. Bu sayede halime güldüm ve paraşüt dağıttım.
Uçurduysam, çakılmadıysam ne mutlu. Babama layık olduysam ne mutlu.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2008
Böyle birini, insan muhakkak aklında tutmalı. Yüzde yüz kendisinden yapılmış, ordan burdan koparmamış, içinde sentetik birşey yok. Ruhunu terletmiyor insanın. Öyle kumaşlar vardır ya, Ütüye gerek yok. Ona buruşuk diyebilirsin. Senin de buruşuk olduğunu görüyor. Gözleri doğduğunda sahiden açılmış.
İçimi açtı sahiciliği. Kendisi oyuncu. Oyunculuk da sahicilik demek(miş). Yılmaz Erdoğan’ın mutfağından. Programında da var. Bakar bakmaz görürsünüz zaten. Çoğu arkadaşımızı, görür görmez tanıdık. Ben de onu görür görmez tanıdım.
Biz, bir ara aynı yerde bulunmuşuz demek, ruhen ya da fikren. Fark etmez. Ben onun kadar eğik büküklüğümü sergilememeyi seçmişim. Allah sizi inandırsın, 24 saat kendime çekidüzen vermekten perişanım. Bu yüzden onu görünce derin bir nefes aldım. Öyle de var olunuyormuş canım!
Kıyafetleri tam anlamıyla kendisi. Bir çizgi film kahramanı olurdu rahat. Mesela, o tavşanın pesindeki avcı ya da Gogol Bordello’nun solisti Eugene! Avcının uzunu, silahsızı; Eugene’nin kısası, esmeri, içi güleni. Mesela böyle, yüzde yüz otantiklerde, mutlaka, onlardan beklenmedik birşey çıkar kazarsan.
Otantikliği kolay tanımlanamamasından zaten. Bu kadar havasız civasız bir adamda, altın cep telefonu! Japon çayları! Bütün gün doğanın içinde, kendi başında.
Kendi başında duran adamdan, kimseye zarar gelmez... Peki ben ona sordum: Hakkari’den ayrıldığından beri hiç gittin mi? Dedi ki: "Geldiğimden beri gitmedim, ama ordayım..." Hiç düşünmeden bunu söyleyince, edebiyat cılız kaldı.
Klasik bir konudan bahsettik sonra. Hani sen birini düşününce, onun da seni düşünmesi, araması sorması, rastlaması hali. Mesela dedim, annemle bana çok olur. "Olmaz mı" dedi, "O senin üst bir kabuğun. Deri gibi düşün, koluna kürdan batsa hissetmez misin, aynı. Birini düşünmek, onun koluna hafifçe kürdan batırmakla bir." Evet, bence de.
Bana, "Ölümden başka şeyin seni üzmediğini anlıyorsun zamanla" dedi.
Doğru, ölümün tazeliğine bakıldığında, bütün günlük üzüntüler bayat.
Etrafta herkes mutlu olsunmuş ki, güzel sinyaller yayılsınmış. O kendinin nelerle donatıldığını anladığında "özel" olmuşmuş. Özel olmak bu demekmiş. Donaltıldığınla hizmet etmek.
Beni sevenler mesela, beni düşündüklerinde farkında olmadan, bir dua gibi beni sarar, korur, cilalarmışmış. Birden dursam, kötü bile olurmuş benim için. Durmak yokmuş.
Bunları anlatırken o, bir kağıtla kurşun kalem verip, "Bir şey çiz" dedi. Hep çizdiğim şeyi çizdim. "Bu ne biliyor musun" dedi. "Bilmiyorum" dedim. "Bir gün bileceksin, çünkü bu olacak" dedi.
Sanki harita çizmişim de, oraya gidermişim gibi...
Konuştukça, söküklerimi dikti. Bir daha görmesem bile, o da bir kürdan artık kolumdaki.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2008
Bir takımın parçasıyım. Daha doğrusu bir takım yıldızın. Her sabah dörtte kalkıp, bunu dert etmemem bu yüzden.
Çünkü artık bir nevi askerim, silahını gözlerinde taşıyan ve oradan ateşleyen.
Her sabah 4.5’ta yola koyulurum. Bir buçuk saatlik bir yol. Kısa değil ve uzun değil. Hayat kadar.
Ayın selam verip gökyüzünden indiği ve güneşin yavaş yavaş merdivenleri çıkarak sahne aldığı saatlerde seyirciyim.
Bazen düet yaptıkları da olur...
O sırada iki köyden geçeriz. Herkes uyurken, biz tekerlekleri yuvarlarız.
Koyun sınırında şu şarkıyı duyulur, dikkatle dinlenirse: Korkar durur gitmez koyun en son çitine/ inanır o sınırda dünyanın bittiğine...
Kapısında plastik toplar asılı bakkaldan başlayıp, tren yoluyla sona erer koy. Ya da ben öyle işaretlemişim.
Bazen her şeyin ne kadar da basit olduğunu, tabak gibi görebiliyorum.
Sonra, karavanıma varırım. Hava çok soğukken. Sağ boşluk, sol taş, önüm eşek, arkası set. Sete geldim demek. Bu boşluk benim hazırlandığım yer. Başka biri olmaya. Bana benzeyen biri. Ama o daha cesur, daha sahiplenici ve bağırabiliyor.
Kahvaltı, çay, in karavanından. Yürü yürü, boyan, in o tırdan. Geri karavana bin, giyin. İn karavanından. A!, güneş sahnede pırıl pırıl. Gözümü almak istiyor, ama veremem. Kamera gözlerime bakacak çünkü. A!, bütün köy burada. Bu çağda bile değiliz.
O kadar şanslıyız ki, ne ceplerimiz çekiyor, ne gazete, ne internet. Bir milyon yıl öncesindeyiz hakikaten. Zaten ne bulunmuş ki medeniyetle. Çok az.
Sonra oyun başlıyor. Yemin ederim hayattan daha gerçek. Oyunda sırası geçen, gölgeye kaçıyor. Üzerimizde kürklerle, hiç olmadığımız kadar çıplak, çay içiyoruz. Hiçbir yerde. Uydurulmuş bir yer. Mağaralar var diye, burası seçilmiş. Bana uyar. Ben çok gülüyorum burada, sonrasında ağlamayayım... İnsan, gülmekten, artık gülemez olduğu bir yere varıyor. Tuhaf ruh hali. Kahkahalar da, bittikçe dolduruluyor demek.
Arada, hep beraber, karavanların oraya yemeğe gidiyoruz. Hızlı hızlı, ne varsa, bol bol. Diyet yok ki bu çağda. Ne bulursan yersin. Hem çok çalışıyorsun, şişmanlamazsın.
Kendini bir şeyin içinde unutan insan, yağ tutmaz. Yaşlanmaz ve mutsuz olmaz. Kendini kaybeder. Kendini kaybeden herkes, bulacağı yeri bilir. (’yazın bunu, bu güzel oldu’*)
Çok çok güzel burası. (İstanbul’a gelmiştim bir günlüğüne, hemen dönmek istedim. İstanbul, sevmesini bilmiyor adam gibi.)
Akşamüstü güneş gidince, oynamayı bırakıyoruz. Köylüler gibi, uyumaya dönüyoruz. Günlerimiz değişik bizim, şehir insanından. O saatler de çok güzel... Koca bir tarlada, yorgun, koca bir dairenin bir teğeti olup, futbol topu çevirmek, topun ayağına gelmesini beklemek, çok güzel.
Teşekkür etmek için, çok fazla.
*dimi:)
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2008
’Bir varız, bir yokuz, hayat da bir masal zaten’ Bu laf benim. İtalik yazınca bir şeymiş gibi duruyor. Gerçi, bir şey. Siz şeyi seyrettiniz mi, Türkçe’ye nasıl çevirdiler bilmiyorum, "Bucket List" diye bir film. Ben yarısını, Ankara’da kahvaltıda seyrettim. Tamamını seyretseydim uçak kaçardı. Filmde iki adam var, (çok meşhurlar), çok hastalar ve çok az ömürleri kalmış. Aynı hastane odasına düşüp, arkadaş oluyorlar ve hayatlarının son günlerini, ölmeden önce yapmak istedikleri şeylerin listesini çıkarıp, onları tek tek yapmaya adıyorlar. Soruları şu: Ailemizin ve sevdiklerimizin yüzümüze gülümseyerek bize acıyacakları aylar mı, yoksa ilk defa kendimiz için bir şey yaptığımız, onları da bize acımalarından mahrum ettiğimiz aylar mı?
Ben onlar dağdayken kapatmak zorunda kaldım. Zaten dağa çıkamayacaklardı. Listedeki bir sonraki maddeye geçiceklerdi. Çünkü fırtına varmış ve tahmin edin ne zaman dinecekmiş. Bir sonraki bahara. Bir sonraki bahara, onlar yok ki. Bir sonraki baharsa hep olucak. Her zaman, herşey için tek geçerli kural bu. Annemlerin apartmanında Zübeyde teyze vardı. Doksanına doğru öldü. Güzel hayat yaşamış, hayatının son günlerinde bile topuzu sımsıkı, AKM’de klasik müzik konserlerine giden, 7. kata yürüyerek çıkan, Aşk Kafe’de arkadaşlarıyla buluşan ’zübiş’... Eşi birkaç sene önce gidince, o da hayatı fazla tutmadı. Bugün, eşyaları kamyonete yüklendi. Sandalyelere baktım. Oturuldu, kalkıldı onlara. Binbir ağırlıkla. Ve şimdi bahar. Sandalyeler var, Zübiş yok.
Filmdekiler, ne kadar içlerinde kalmış şey varsa yapıyorlardı. Mesela uçaktan paraşütle atladılar. Araba yarışı yaptılar. Dünyanın en güzel manzaralarına bakarak, kadeh tokuşturdular. Arada sağlıkları bozuluyordu, ben de şöyle dedim: Zaten ölmek üzereler o yüzden bir şey fark etmez. Sonra tekrar dedim. Hepimiz için, her an geçerli olduğunu unutmamak için.
Mısır’da, firavunlara bakarak konuşuyorlardı. Eski Mısırlılar, ölünce iki soru sorarlarmış insana. Ruhlarının tapınağa kabul edilip edilmemesi, bu cevaplara bağlıymış. Birinci soru: Hayat neşesini buldun mu? İkincisi: Başkaları senin sayende, hayat neşesi buldu mu?
Kazık sorular değil mi. Bu hafta düşünün. Şu lafı da yanınızdan ayırmayın: Zaten ölmek üzereler o yüzden fark etmez.
Mutlu baharlar.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2008
Benim bir erkek kardeşim var. Aramızda altı yaş. Küçükken onu kıskanırdım. Mesela, kolayı bardağa dolduranla seçen ayrıydı. Ya dolduran olucaktın ve seçme hakkın gidicekti. Ya seçen olucaktın ama dolduramıycaktın. Evet bu kadar milimetrik likidler peşindeydik. Evet bu kadar detaycıydık. Ve evet kavga çıkması hep an meselesiydi... Onun yüzünden erkenden odama gider, uyumuş gibi yapardım. Annemle babamın ricası. Fakat Onur o kadar kurnazdi ki, o da uyumuş gibi yapar, ben salonda annemlerle ’chill out’ yaparken gelir, "Aaa ama Nil yatmamış ben de uyumam o zaman" derdi. Bir gün bile bana abla demedi. Ben işime geldiğinde, bunu ona hatırlatırım.
Zaman arayı kapadı ve biz hayatta otomatik olarak yan yana olduğumuzu fark ettik. Birbirimizi sevmek ve bağrımıza basmak kaderimizdi. Hayattaki koltuklarımız yan yanaydı. Küçükken, büyük şeylerin sıkıcılığına birbirimizle oynayarak katlanırdık. Büyüyünce, bu oyunumuz bitmedi. İkimiz de hayat oyununa daldık. Ben şarkıcılık oynamaya başladım, o bankacılık.
Tipik kız ve erkek çocuğu işte. Bunların oyun olduğunu ve herşeyin hafif olduğunu, sadece ikimiz mi biliyoruz acaba diye şüpheleniyorum bazen.
Benim ne kadar ciddiye alınmaz bir mahluk olduğumu o biliyor. Bana da hatırlatıyor. O olmasaydı, binlerce kat daha yalnızlık giymem gerekirdi. Bu hikayeyi gözyaşartıcı bombaya dönüştürmiycem ama. Henüz bunun için genciz.
Ben bu ilişkinin nasıl diğerlerinden farklı olduğuna taktım. Mesela beklenti yok. Birimiz bir yere gidip, haftalarca aramayınca bozulma gücenme sıfır. Olsa olsa, küfürlü şakalı bir mesaj atılabilir. Kıskançlık yok. İkimiz de istediğimiz kadın ve erkeğe aşık olabilir, bunun için birbirimizi ekebilir, yok olabiliriz. Bizim sevgi hanemizden yendiğini düşünmeyiz. İkimizin sevgisi sonsuza dek karşılıklı ve derin.
Bitmez, tükenmez, birbirimizden bıkmak aklımıza gelmez. Bıksak, küfürlü bir şakayla bunu birbirimize söyler, ikileriz. Kimse alınmaz.
Güzel, akıllı, cilveli, cool, kendine güvenli görünmek zorunda değiliz.
Hiç de öyle şeylere inanmayız. Birbirimizi bunlarla kandırmaya yeltenmeyiz bile. Birbirimizi, zevklerimizi, seçimlerimizi yargılamayız. Nasılsak öyle oturuyoruzdur yan yana. Birbirimizi değiştirmeye çalışmayız, alışmaya çalışırız.
Eğer birgün kimse bizi sevmez; herkes bizi aksi, şişman, zevksiz, itici, hasta, yaşlı, sinirli, bencil, başarısız, yalnız bulursa da, biz birbirimizi buluruz.
Kardeşlik ilişkilerin en ideali. Bence ikinci ideal ilişki turu da arkadaşlık. Ona da gelicem.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2008
Hayatımdaki üç beş şeyi değiştim. Bunlar bende çok alçılaşmış seylerdi. Ben bir şeye alıştım mı, onu kolay kolay bırakmam. Bu ne kadar illet bir şey olursa olsun. İlletliğinden kendimi bihaber etmenin yoluna bakarım. Bulurum da. İnsan ararsa her şeyi bulur.
Sanırım bahar aylarından nem kaptım. İçim havalandı. Çiçek böcek boşver yaparsın deyip, burnumu tıkayıp atladım suya. İlk başta soğuk geldi tabi. Buz gibi geldi. Değişiklik sevmiyor insanoğlu. Değişiklik istiyor insanoğlu. İkisi de geldi başıma. Halbuki ben üniversiteden beri hep, çantasının ön gözünde muhakkak selpak bulunduran kızlara özenmiştim. O düzenleri bende, bir şeylerle barış imzaladıkları izlenimini uyandırırdı. Hep fazladan otobüs biletleri olurdu. Sınava hep kendi notlarından çalışır, telaş etmezlerdi. Ben, yanlarında tam bir kaostum. Otobüse biner, "Öğrenci bileti olan var mı" derdim. Selpağım yoktu, üstelik sürekli burnum akardı. Sınav önceleri, Hisar’daki fotokopicilerde ders notları arardım. Ya da sınıfın çalışkanına guleryüz gösterir, onu notlarını bana vermeye ikna ederdim. Daha da kaotik hale geldiğim de olurdu, mesela, o kişinin yazısını okuyamayıp, gece gece rahatsız etmek gibi. Halbuki ben de istiyordum, kırmızıyla başlık atmak. Hep aynı formatta yazmak.
Açık radyoyu da bu yüzden sevdim. Sakinler, kafaları net. Ses tonları ayarlı. Yerleri yurtları hedefleri belli. Selpakları var. Birbirlerini bulmuşlar. Ortak paydaları var, buluşmuşlar. Benimse ortak paydalarım, benden uzak. Şarkımı dinleyen, yazımı okuyan herkesle gizlice buluşuyorum ama, görmüyoruz birbirimizi. Konuşmuyoruz da. Var sayıyoruz. Mazhar abinin dediği gibi: "Seninle biz nerdeyiz kim, nasıl bir ilişki bu" sevgili dinleyici, sevgili okuyucu!
Ah, selpaktan buraya kadar gelinir mi? İşte insan benim gibi olursa, her an her yere sapıveriyor. Bir yandan da dediğim gibi, sabitlerim çok. O kızlarınkinden ve açık radyodakilerden farklı biraz. Ama diyeceğim şuydu ki, fena değiştirdim bir kaçını. Hani dedim ya, ilk başta soğuk falan, sonra bir ılık bir güzel. Aaaa, diyorsun, niye ben daha önce buna cesaret edememişim? "Her şeyin bir zamanı var" diye fısıldıyor içinden bir ses. Hadi inanmış gibi yapayım da, salak ve korkak durumuna düşmeyeyim diyorsun.
Bu yazıyı yazmamın sebebi, geciktirmemeniz. Hayatı ertelemeyin demiyorum. O cümleye bağışıklığımız var. Diyorum ki, mesela bugün, yapmaya çok korktuğunuz ve fakat aklınızdan geçirip durduğunuz o şeyi yapsanız, o gün bugün olsa. Ben sorumluluğu alıyorum. (Soğuk evreye karışmam, onu söyledim.)
"Hop hop" diyorum, değişen tontonum olur musuz?
(* Ay doğru, herkesler bilmez. Bazılarına gore yaşlı, bazılarına göre gencim. Bu benim çocukluğumun bir çizgi filmi. Hop hop deyince değişen tontondan şeyler işte, tatlılardı.)
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2008
Aklımın kuzey yarım küresi tamamen gitti. Mesela yazmayı unuttum. Acele acele yetiştirmeye çalışıyorum şu an yazıyı... Gözlerim pencereyse, açık. Her şeyi görüyorum. Çirkin görünenin bile aslında güzel olduğunu anlama mevsimindeyim. Tropik, yavaş, güneşli. Acelem yok. Güneş gitgide geç batıcak. Ömrüm uzun modundayım.
Güzel laflar okuyorum. Not alıyorum. Öğrenmek için yazması gerekenlerdenim. Birkaç santim yukarıda ayaklarım yerden. Etkilenmiyorum diyelim küçük depremlerden. Neyle başedemedim ki bugüne kadar? Hangi şey yerini daha fenasına bıraktı? Hiç. Bu da gelir, bu da geçer modundayım.
Bir yandan da öne eğik bir yörüngedeyim. Dinlendiğim sanılmasın. Aklımın yarısı yokken bile, savrulduğum yerlerde bir karınca gibi çalışıyorum. Bir yerlere gidiyorum hızlı hızlı. Bir yerde mola verebilirsem, bir şeyleri değiştiriyorum, büyük bir iyimserlikle. Üzerinden bir şeyleri döke saça ilerleyen biri gibi. Yerlere düşen, yerde kalsın modundayım.
Normalde olduğumdan daha düzensiz olma lüksüm oldu birden. Herkesle her şeyi konuşabileceğimi gördüm. İnsan kendi teybini salıverince görüyor, aşağı yukarı aynı şeyleri çalıyoruz. Sakınmanın yüküne inandım. Anlattıkça anlatıyorum. Bütün kaleleri boşalttım. Askerlere gidin, ailelerinizi görün, tatile çıkın, sabaha kadar festivaller düzenleyin dedim. Korkmadan bıraktığım her şeyin çoğaldığına inandım. Dinle beni anlatıyorum modundayım.
Her şeyi izleyebilir, her denizde yüzebilir ve her şarkıya dans edebilirim. Sanki evrenselleştim. Matkap sokmuyorum duvarlara. Duvarsa kendi bilir. Kendi sabitliği ona cezadır diyorum. Giden şeyleri seviyorum. Doğanın içinden geçen şeyleri seviyorum. Trenle seyahat modundayım.
Arada bir aksamanın bana faydası olduğunu gördüm. Her şeye cevabım hazır: Yaptım oldu! Birkaç jüri toplaşmıştı sağdan soldan. Benim dışımda birileri. Çapsızlıklarını gördüm. Puanlanmanın aptallığına inandım. Gidin dedim. Size bir şey ispatlama derdim gitti. Şaşırdılar. Fakat başkaları isyandan yoksundur. En güzel isyan iç isyandır modundayım.
15 dakikada yazdıysam bunları ne var yani modundayım.
Yazının Devamını Oku