Nil Karaibrahimgil

Geçmiş olsun

7 Ocak 2008
Bir haftadır virüslerle savaşıyorum. Önce, beni öksürttüler. Sonra gücümü aldılar. Sonra, boğazımı bıçaktan dev bir topla tıkadılar, yutkunamadım. Evsizler gibi bedenime yerleşip, çöplerde ateşler yaktılar. Alev alev yandım. Ateşim günlerce düşmedi.

İnce gözkapaklarımda bile, cayır cayır yaktılar çöplerini. Kalkamadım, konuşamadım. 10 yıldır beklenen grip virüsü dedi doktor. Antibiyotikleri paracetamollerle karıştırdım, işe yaramadı. Tir tir titreyip bekledim. Nasılsa gripti. Ölmiycektim. Birkaç gün çekicektim. Öksürüklere boğulucaktım. Ama biliyorum, geçicekti.

Hala tam olarak terk etmediler beni. Virüsler. İnsanın en büyük düşmanı. Her geçen gün daha da güçlenerek ve kendilerini yenileyerek, zayıf anlarımızı kollarlar ve doğru zaman gelince, bedenine girer, çoğalırlar. Yine de, insanın onlardan da büyük bir düşmanı daha var: diğer insanlar.

Yattığım için, televizyonu açtım. Film seyretmek dışında, neredeyse hiç kurcalamadığım kutuyu. Yattığım yerden gördüklerim, bedenimde olup bitenlerden farksız. İnsanlar çiğ çiğ birbirini yiyip, hasta düşürme peşinde. Büyük bir öfke ülkesinde yaşıyoruz. Arada bir saçmasapan bağırma ve ağlama nöbetleri geçiriyorsanız, sebebi bu. O kadar üzücü ki, bbc ve cnn’de üç vahşet haberi dönüp duruyor. Kenya, Pakistan bir de biz. Üçümüz aynı kefede, patlayan bombalar ve artan ölü sayılarıyla anılıyoruz. Birbirimizi yiyiyoruz.

Bir yandan da Tarkan’ı kemiriyoruz. Bir şarkıcıyı kıyafetinden, sözünden, albümünün isminden, başına gelen talihsizliklerden dişliyoruz. Öpüp başımızın üstüne koyarken iyiydi, yaşasın artık kemirip tükürme vaktimiz geldi. Öyleyiz biz. Cehennem fıkrası olan bir ülkeyiz. TRT’deki asenkron, bir şarkıcının başına gelebilecek en felaket şeylerden biri. Sesin başka şey söyler, görüntün başka. Ve seyretmesi çok çekilmez olur. Ne şarkın kalır, ne performansın. Bence o, negatiflerin son toplanma noktasıydı. Enerji öyle bir şey, yayını bile kaydırır. Söylenecek herşey söylendi... Neyse ki, bir noktadan sonra ancak iyi şeyler olabilir. Fizik kanunu. Ben uydurdum. Bundan sonra, çarmıha gerenlerin, dans etme sahnesi var.

Aynısını, patlayan bombalar için de söylemek isterdim. Fakat, hasta yatağımdan sadece bu kadar öfke bükebiliyorum. Üç saniyede, yüz kilometre öfkelenen bir yer olmaktan çıkalım istiyorum.

Türkiye için yeni yıl dileğim bu. Daha az öfkeli bir yer olması. Trafik var diye, kapıyı çarpıp, hemen dışarı fırlamaması. Öfkesini olmayacak şeylerden, hele ki çocuklardan çıkarmaması. Yeni yılda birbirimize, ’vitaminler moraller verelim’. Şarkılar öyle diler.
Yazının Devamını Oku

Dilerim olsun

31 Aralık 2007
Dönüp dönüp aynı noktaya gelen gezegenlerinin, bu turunu kutlayıp, fişekler patlatan, kalpleri umut bağlayan tek tür biz miyiz acaba bu evrende? Lunaparktaki balerine biner gibi değil miyiz? Aslında bir şey başlatmak istesek, üzerine bindiğimiz şeye değil de, o ana ve o isteğe güvensek daha doğru olmaz mı?

Tamam tamam, bugün ocak bire dönüşecek. Benim geçen seneki gibi, bir yeni yıl duasına çıkmamı bekleyenler olur. Zaten, güzel dilekler için her bahane kullanılsın. Yeni bir günü olsun isteyen, buyursun. Yeter ki, her dönüşün istediğimiz anda başladığı bilinsin. Dünya kafasına göre takılsın.

Dilerim:

Başucunda teklemeyen bir saat, bilincinde keskin bir ışık ve ruhunda bir battaniye dursun.

Yerde hep, seni istediğin yere götürecek bir çift terlik olsun.

Karanlığın kısa sürsün, ılık olsun. Tünel olmuş olsun, aydınlığa çıksın.

Güneş her gün doğudan gelip, gözüne girsin. Girsin ki, seni yeni bir şeye uyandırsın.

Her gece, içinde güzel masallar dolansın. Sustuklarında gözlerin kapansın. Dudağına bir tebessüm yapışsın.

Duvarda, başkalarına, sahip olduklarından daha fazlasını vermek için, bir plan asılsın. Her şey ona göre yürüsün.

Lavabodan aksın gitsin kıskançlık, endişe, haset, kibir ve kin. O asitler ki, borulardan lağıma doğru yollandıklarında, bütün tıkanıklıklar açılır.

Korkuların, tüllerini havalandıran rüzgar olsun. Korkmayan yok, korkuyla yelken açan az. Bırak, odana girsinler.

Hiç aramadıklarını çaldıracağın, kalp kazanarak kapatacağın bir telefon dursun masada. Ve bir liste önünde. Kısalsın bitsin. Kendi üzerini çizmen yeterli.

Sana hep ilk hoşgeldini ve en son hoşçakalı diyecek olan, ayaklarının altında duran o paspasın, en değerli varlığın olduğunu unutma. O paspas ki, çamurunu siler ve içeri buyur eder. En yakınındır o, hergün kıymetini bilerek bas ona.

Odanı hep havalandır, kapısını hep açık tut ve perdeleri kapatma. Hava nasılsa kapanıcak arada. O zaman da tüneli hatırlarsın.

Bu dönüşün kutlanmaya değer olsun. Zilini sürprizler çalsın.

Bu dilekleri okuyan isterse, bunları bana da dilesin. Bu hanede tek kuralı bu olsun.
Yazının Devamını Oku

’Yesterday’ şarkısı nasıl doğmuş?

24 Aralık 2007
Eric Clapton’ın otobiyografisini okuyorum. Bir sayfaya geldim ki, ayağa fırlayıp inanamıyorum demeye başladım. Geceydi ama herkesi uyandırıp, anlatmam gerekti. Eric Clapton, henüz meşhur olmadan, Beatles’ın alt grubu olarak konserlere çıkıyor. Kendisi, benim olduğum sayfalarda, kendi sound’unu yeni yeni bulan bir beatles-sevmez. Popüler olana duyulan nefret, özellikle, entellerine dantel geçirenlerin pek kimlik kazandığı bir şey malumunuz.

O da onları fazla pop, folk cart curt buluyor. Derken, birgün Paul Mc Cartney geliyor kulise. Yeni yazdığı bir şarkıyı, müzisyen arkadaşlarıyla paylaşmak istiyor. Ve, şu hepimizi nesiller boyu teslim alacak olan "Yesterday"in ilk küçük melodiciğini çalıyor. Henüz o kadarını yazmış. Fakat sözleri bildiğiniz gibi değil, şöyle: Scrambled eggs/ everybody calls me scrambled eggs... (çırpılmış yumurta/ herkes bana çırpılmış yumurta der) Sizden ricam, şu haliyle bir söyleyip, şarkının ilk halini hissetmeniz.

Evet, ben olsaydım, onu öyle bırakırdım. Nesiller boyu olamamasını da, sağlamış olurdum böylece. Şarkıların ilk hallerine dair, batıl bir inancım var. Dı. Tabi, yıktım onu. Çünkü, "Yesterday" gibi bir şarkı sözü, çırpılmış yumurtanın yerine geçebiliyorsa, bunu ben de yapmalıyım. Şarkı yazarları, ne derlerse desinler, tek istekleri daha çok dinlenmektir. Ve o şarkı, yumurtayla başlasaydı böyle büyük bir çarpana ulaşamazdı.

Hmmmm, yumurtayla başlayan bir diğer şarkı da, ’Kek’ şarkısı! "Üç yumurtayı kırdım önce" diye başlıyor. Ve öyle kalıyor. O artık hep, öyle başlayacak. Çünkü kulis mırıldanmasından, halka sunulmasına kadar olan süreçte, rafine edilmedi. Acaba edilse, şansı daha mı çok olurdu? Mesela... "Daha dün bütün dertlerim ne uzaktı" olsaydı. Sizden tekrar rica etsem, bu halini test eder misiniz? Öteki gibi bir teslimiyet yaratıyor mu sizde?

Çoğu genç insan, (gençlik çok şapsal bir zaman aynı zamanda. Çünkü bir sürü yanılgıyı, gururla ve büyük bir enerjiyle taşıyorsun.) en güzel şarkıların, uzun zamanda acı çekilerek yazıldığını sanır. Bu oldukça romantik görüş, aslında doğru değil. Tam tersi, insan kendini en bıraktığı zamanda, ani bir tulum düşüyor tepeden. Sansürsüz, çoğu zaman saçma, kaba. İşte o çok kısa zamanda gelen şeye, sahip çıkma sanatı bu. Onu bu denli güzel yakalayıp, bir güzel demleyenlere hayranım. Çünkü ben, tembelim. Akbaba kelimesinin yerine bile bir şey bakmadım. Onu öyle sokağa saldım.

Şunu da öğrenmiş oldum: En olgun duran şey bile, bebekti. Daha dün, her şey yumurtaydı.

Yazının Devamını Oku

My best friend’s wedding

17 Aralık 2007
Evet, Türkçesi "En yakın arkadaşım evleniyor." Böyle bir film vardı, romantik komedi. Bizimkisi de film olur, romantik ve komik öğeler içeriyor. Üstelik, olay Avustralya’da geçiyor. Konusu şöyle: Ceren, yıllardır gönlüne göre birini bulamamaktadır.

Sydney’den Melbourne’a taşınarak, mekan değişikliğinden medet ummaktadır. Derken bir gün, bir cafe’de arkadaşı Maree’yle kahvaltı ederken, onunla tanışır. Adı Jeremy’dir. Jeremy ile Ceren, ortak kümelerinin geniş olduğu hissine kapılırlar.

Bir kere, ikisinin de adı ’cere’yle başlamaktadır. Ki bu, başlangıç için büyük paylaşımdır. 4 ay sonra evlenmeye karar verirler. Melbourne’da bir göl kenarında, Aralık 15’inde. Ceren bunu, en yakın arkadaşı Nil’e, (evet, maree öylesine biri, üstelik adı da böyle yazılmıyor) uzuun upuzun bir email yoluyla bildirir. Nil, mail’i okurken ağlamaya başlar.

Arkadaşının ağzından ilk defa, aşkla, mutlulukla, aradığını bulmakla, sırtını yaslamakla, omzunda ağlamakla, çiçeklerle çerçeveli laflar duyar. Onu yıllar önce, taa Avustralya’ya savuran şeyin bu olduğuna inanır. Hayat, hem şakacı, hem uğraştırıcı olabilir. Ama gelir. Ama verir. Ama bekleyene. Ama isteyene.

Herkes aşkı hak eder, herkes aşkı arar, ama benim şahit olduğum hayatlarda bunu en çok hak eden, arkadaşım Ceren’dir. Nedenini anlatıcam.

Ceren, hayatı boyunca ülkeden ülkeye uçmuş ve yakaladığı ne varsa, onu diğerlerine vererek mutlu olmuş, çok ender bir göçebedir.

Göçebeliği, bu cömertliğine karşın ona sunulan şeylerden duyduğu hayal kırıklığındandır. Fakat, bundan Ceren’in asık suratlı bir küskün olduğu sanılmasın. Tam tersi, son derece güçlü, keskin zekalı ve yeteneklidir.

Yelpazesi çok renkli olup, kendini üç beş kelimeye indirgeyemeyenlerdendir. Bununla boğuşur en çok. Yalnızdır ama yalnız kalmaz. İnsanlara bir şey vererek mutlu olan kimse, yalnız kalmaz.

Onlar sadece sevilirler. Ödüllerini de sizden almazlar. Hayattan ve o duygunun ta kendisinden alırlar. Çoğu zaman, bu abartı boyuttaki erdemi anlamakta güçlük çektim. Hayat onu, Jeremy’le çarpıştırınca da bir ohh çektim.

Kapısını kapamış, kök salacak bir yer buldu nihayet dedim. Bu duygularımı anlatmak için aradım hemen. İstanbul-Melbourne hattında uydular boyunca hıçkırıp burun çektik. Kelimelere yer yoktu. Şimdi de yok. Sadece dilekler var şimdi, bir ömür mutlu olsunlar.

Bu arada Jeremy’yi insan tek bir cümlesinden tanıyabilir. Ceren’in ailesine kendisini tanıtma ve dolayısıyla içlerini rahatlatma amacıyla bir mektup yazmış. Mektup şöyle başlıyor: Herşeyden önce, ben bir seri katil değilim. Ben de telefonda tanıştığımda ona, ’Jeremy, bak iyi bir insana benziyorsun. Şu an arkana bakmadan koşmaya başla, tek kurtuluşun bu’ dedim. (Ceren duygusal anlamda bir swiss çakısı olabilir. Ruhunuzun dişleri olduğunu ve teker teker çekildiklerini düşünün.) O da bana ’Tam beş kez denedim, fakat benden hızlı koşuyor’ dedi.

Ben, espiri duygusu olan her insana güvenir, Ceren’imden bile veririm. Jeremy al Ceren senin.
Yazının Devamını Oku

Elif Şafak’ın siyah sütü

3 Aralık 2007
Bir gün bir kitap okudum ve içimdeki tüm kadınlar yerlerine oturdu. Yıllar var ki, susmuyorlardı. Hep bir ağızdan konuşurlardı. Gruplaşır, bozuşurlardı. İçin için birbirlerine kin kusarken, krakerlerini paylaşırlardı. Tori Amos, bir albümünde hepsini bir otele koymuştu. Son albümündeyse, onları tel tel ayırıp, kafalarına renkli peruklar taktı. Şarkılarıyla, onları terbiye etmişti sonunda. Hepsinin eline birer mikrofon verip, sahneye çıkardı. Onlar da kafasında dır dır etmeye son verdiler.

Benden çıkan seslerse karışıktı... "Canım hem yuva kurmak, hem eğlenmek ister" dedi biri. "Çocuk da yaparım kariyer de" dedi öbürü. "Tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım" dedi bir diğeri. En son şarkımda hepsinden yoruldum, bu çok sesli koroyu kendi desenim addettim. "Ruhum hep desen desen" diyip, hava atmaya kalktım. Üstelik bu laflarıma melodi iliştirdiğim için, virüs gibi yayıldılar. Kimbilir kaç kadın, "Çocuk da yaparım kariyer de" diyen bir nakarattan güç alıp, doğurdu hemen. Üniversitelerde sosyal bir vaka gibi incelenmesi, doktora tezlerine konu olması da gurur verdi bana. Bir pop şarkısını, taşıyıcı olarak kullanabilirdi insan. Özgür kızıydım ben buraların. Ne istersem söylerdim. Hangisini dilersem konuştururdum. Bu halim bana mahsustu. Ben korkak, aşık, deli, şüpheci, çocuk, sevgisiz, hırsküpü ve sorucuydum. Cevapsızdım. Ve belli ki bu kadınlarla bir ömür, yapayalnızdım.

Ta ki Elif Şafak’ın "Siyah Süt"ünü okuyana kadar. Koca bir oooh çekti içim. Camlar açıldı, cereyan yaptı. Herkes yerine oturdu. Muadili olduğunu gören, yerine oturur hemen. Öyle oldu. Şükür ki, tek başıma değildim. Virginia Woolf’un "A Room of One’s Own" (Kendine Ait Bir Oda) kitabının kapağını duvarıma asarken de, bağdaş kurup nefes verirken de, diğer şarkıcıların çocuk/üretim katsayılarını hesaplarken de, "Yok artık yeter Londra’da yaşayacağım" derken de, "Ne yaparsam yapayım iç ıstıraplar baki kalıcak" derken de... Yalnız değildim. Benim bir fazlam da vardı. Elif’in bir de bebeği vardı bunların üstüne. Tüneli bitmiş, elinde bir kitapla çıkmıştı içinden.

Lauryn Hill, en sevdiğim şarkısını oğlu Zion’a yazmıştı. Dinlerseniz ağlarsınız. Lauryn, "Bebeğim, yapma, kafanı kullan, kariyerin var dediler de ben kalbimi kullandım onun yerine" diyor şarkıda. Britney Spears bebekleri olunca sapıttı. Nedeni bebekler mi bilmiyoruz. Kendini kaybetme vakti gelmişti belki. Evlendi, hemen boşandı. Madonna evlenmeden Lola’sını doğurdu. Kaya gibi geri döndü. Bir tane daha doğurdu sonra, bu defa evlenerek. Kaya gibi geri döndü yine. "38 yaşıma kadar bekleyerek aptallık ettim, şan şöhret boş, en güzeli aile" dedi. Björk, çocuklu çıktı yola. Oğluyla beraber büyüdü, Björk oldu. Şimdi de 40’larında ve daha küçücük bir kızı var. Biraz araştırdım, öbür oğlan, genellikle babasıyla İzlanda’da geçirmiş vaktini. Bir ortak arkadaşımıza da "Of doğumdan sonra kollarım sarktı, ne yapmalı?" demiş. Uzaylı falan değil anlayacağınız. Sezen Aksu’nun Mithatcan’ı var. Ajda Pekkan’ın yok. Sex and the City’deki kadınlar, bebek olana kadar, kariyer hamilesi. Yukarıdakilerin hepsini al, altalta üstüste topla, içinde böl, yüzüne çarp, bişey çıkmıyor sonuç olarak...

Kadın, doğası gereği süper nevrotik bir mahluk. Gerginliğinin en büyük sebebi, türü en güzel şekilde devam ettirme görevi. Modern hayat, kadını da avcı yapıp, iş bölümünü bulandırdı. İyi de oldu. Ama uçlarımız kırılıyor. Bu kitap, soruların ortak olduğunu gösterdiğinden, büyük pansuman. Kısacası, Elif Şafak’ın Siyah Süt’ü bizi birbirimize dikiyor.
Yazının Devamını Oku

Acilen yasaklanması gereken şeyler

26 Kasım 2007
Bir. ’Keyif alıyorum’ ya da ’keyifli’ demek yasaklansın. ’Doğum günü çok keyifliydi’, ’onunla olmaktan çok keyif alıyorum’ ya da ’stüdyo çalışmalarım çok keyifli geçiyor’ gibi cümleler kurulmasın. Daha güzel bir sürü kelime var. Böyle cümleler, keyifli kelimesinin gazabına uğrayıp, yapmacık bir sırıtmayla tonlanıyor. Bu ton, karşı tarafta herhangi bir duygu sinirine dokunmadan geçip gidiyor. Benimse sinirime dokunuyor. Olayın sahiden güzel olup olmadığına dair, bir ipucumuz bile olmuyor. Çünkü keyifli politik bir kelime. Keyif almak da politik. Yani ’sana gerçek hislerimi açamam’ın pozitif bir üslupla söylenişi. ’Keyfimizi kaçırdı’, ’keyfime diyecek yok’ gibi kullanımlar devam edebilir. Negatif bir eylemle, kendine geliyor biraz kelime.

İki. Erkeklerin giydiği sivri, uzun uçlu ayakkabılar yasaklansın. Evinde bunlardan olanlar, çöpe atsınlar ve yenileri üretilmesin. Bunun fallik bir karşılığı olduğu belli, çünkü çok rağbet görüyor, fakat olmaz. Genellikle altları kösele. Çizme şeklinde olanları da var. Bazıları sivrileşmekten biraz yukarı doğru meyletmiş. Gördüğüm en çirkin şeylerden biri. Seven, beğenen, ’keyif alan’ kadın var mıdır bilmiyorum. Ayak parmaklarıyla, bu ayakkabının ucu arasında kilometreler var gibi. Ne güzel ayakkabılar var ucunun sivrisi o kadar uzun olmayan...onlarla bedava değiştirilsin bunlar. Çevre düzenlemesi olur bir anda.

Üç. Benim adıma Facebook’ta sayfa açmak yasaklansın. BEN FACEBOOK’TA YOKUM VE HİÇ OLMADIM, OLMAYI DA DÜŞÜNMÜYORUM. Sürekli davet maili almaktan, bıktım usandım. Bu insanlar kendilerindeki güzelliği, farklılığı ve zenginliği keşfedip, ona yönelsinler. Dünyayla kendilerini paylaşsınlar. Beni napıcaklar? Ben bir yolunu bulur, elimden geldiğince yayınımı yaparım. Çok güzel bir sitem olacak. Sabır. Azıcık daha. Bu arada ’Nil Karaibrahimgil yüzünden hayattan tam randıman alamayanlar’ diye grup varmış. O kalsın. Çok hoşuma gitti. ’Keyif verdi’.

Dört. Dans etmekten korkmak yasaklansın. Türkler’in dans etmediği ve edemediği biliniyor ama dans serbest bırakılsın. Kötü dans etmek kutsansın. Kurtuluş böyle sağlanacak. Mesela ben, kasları gevşetip savurmak üzerine yoğunlaşıyorum, oluyor. En azından bu desteklensin. Erkekler! ’Sivri uçlu ayakkabı karizmayi çizer, ama dans asla’. Bu milletin gergin olmasını da, yeterince dans etmemesine bağlıyorum. Her güne bir figür diye bir oyun oynansın. Bakın hayat nasıl güzel olucak.

Bunlar, küçük ama mühim adımlar. Hazırsanız, başlayalım.

Son ki üç dört!
Yazının Devamını Oku

Aynı yerden başka sebeple geçmenin hüznü

19 Kasım 2007
Size de olur mu? Hani geçmiş bir zamanda, sık sık ya da arada bir gittiğiniz, kokusunu ve huyunu bildiğiniz bir yerden geçerken olur. Eski bir halinizde, asansörünün aynasında saçlarınızı düzeltmişsinizdir. Ya da merdivenlerinden koşarak çıkmışsınızdır. Artık yanından geçerken ’oralı’ olmazsınız, ama size ’pışt’ yapar. Bir zamanlar ’buralı’ydın der. Beni hatırladın mı der. Sen de ’evet’ dersin. Eskiden durak olan bir yerde, artık inmemenin hüznü çöker üstüne. Yanındakine ’ben burayı biliyorum’ dersin, bazen de demezsin. Duruma göre. Bazen de oradaki de oradan gitmiştir, bina sadece bir kabuk gibidir o zaman.

Binalar ve sokaklar, her zaman ilişkilerin bir parçasıdır. Olayların geçtiği set gibidir. Kayıtsız kalmak imkansız olur. Duvarlarında bir reklam panosu gibi, o yılların anıları oynar. Geçerken bir tek siz seyredersiniz. Bir tek siz satın alırsınız. Tuhaf bir his. Sanki aynı anda birçok hayatı yaşıyormuş gibi. Zaman yatay değil de, dikeymiş gibi.

Her gün milyonlarca insan, bu tip anıların biriktiği mekanlara duygusal yatırımlar yapar. İnandıkları şeylerin mabedi gibi, oraları ziyaret ederler. İşlerini yürütür, hastalıklarına çare arar, dertlerini paylaşır, aşklarını çoğaltırlar. Yanyana otururlar. Belli saatlerde oraya gitmenin iyi olacağına dair, derin titreşimler taşırlar. Bu yüzden, taşınacağımız bir eve ya da tanımadığımız bir yere ilk kez girdiğimizde, oranın bize yüklediği duyguyla barışır ya da savaşırız. Saatlerce orada durur ya da erken kaçarız.

Şey de çok acayip, yeni gözle eskiye bakmak. ’Yandaki bakkal büyümüş mü, bu apartman sarı mıydı’ falan demek. Orası da eskisi gibi kalmamış. Sokaklar hatta binalar bile bizim kadar hızla değişir. Tablelalar ve atmosfer de taşınabilirdir. Modası geçebilir, kiraları düşebilir... Üzerine kasvet çökebilir. Kafamızı bir an çevirdiğimiz bir yer bile, hal değiştirir tekrar bakana kadar. Güneşin saatte yüzseksenbin kilometreyle, başka bir galaksiye doğru koştuğu bir evrende, bir şeyi sabitleyebileceğinizi mi sandınız yoksa?

Bir yol haritasında gidiyormuş gibi oluyorum böyle anlarda. ’Artık değiştim ve daha güzel yerlere gidiyorum’ diyorum içimden. Büyüdüm, başka yerler de biliyorum.
Yazının Devamını Oku

Kötü haber: insanlar hep savaştı İyi haber: savaşlar gitgide azaldı

12 Kasım 2007
Sevgili insanlık... Ben, senin eskiden çok mutlu yaşadığını sanıyordum. Hani binalar yokken, ülkeler ve hükümdarlar yokken, başına ideolojiler üşüşmemişken... Üstünde kıyafetin bile yoktu. Çıplak gezme özgürlüğün vardı diye hayal ederdim. Doğa sendin, sen de doğa. Hatta doğa kelimesi bile modern, tabiat demeli. Tabiatın neyse oydun işte. Tabiatın iyiydi. Paylaşırdın, koşardın, daha çok gülerdin. Şelalelerden suya atlar, oyunlar oynar, soylarını tüketmeden balık avlardın. E, o kadardan bir şey olmazdı. Burası senin, burası benim yapmazdın. John Lennon, ’imagine’ı senin çocukluğun için yazmıştı. Jean-Jacques Rousseau da sana bir isim takmıştı: Soylu ilkel. Buydun sen.

Ta ki, ben ’iyilik ve kötülüğün bilimi’ adlı kitabi okuyana kadar. O sayfaları çevirdikçe, insanlığın bugüne gelirken yoldan çıkmadığını, hep bugünkü gibi olduğunu öğrendim. Bunu uyduruyor olamazlar, çünkü adından da anlaşılacağı üzere, bu bilimsel bir araştırma kitabı ve herşeyi tablolarla açıklıyor.

Kendinle ilgili gerçekleri orada bulabilirsin. Mesela dedikoduyu hep sevmişsin. Bu senin kiminle işbirliği yapıp, kiminle yapmayacağını anlamanın bir yoluymuş. Tıpkı bugünkü gibi. Anladım ki biz insanlar hep, kime güvenip kime güvenemeyeceğimize dair bir meşguliyet içindeyiz. Dedikodu da bunu ölçmenin bir yolu. Tabi her zaman işe yaramaz.

Ayrıca, Kızılderililer doğayla en az bizim kadar ’savaşık’mış. Daha ’beyaz adam’ ayağını basmadan, Yeni Zelanda’daki Moa kuşunun soyunu tüketmişler. Bunu yeni yeni yapılan antropolojik kazılardan öğreniyoruz.

Sayfa 118’e geldiğimde, gördüğüm tablo inanılmazdı. Savaşlar, nükleer bombalar, tanklar ve silah bulunmadan çok önce de bu kadar çok, bu kadar kanlı ve acımasızdı. İnsan, tarih boyunca zaman zaman büyük katliamlar yapmıştı. Savaş hep olmuştu. Küçük kabilelerden bugünkü devletlere gelene kadar, insanlar sürekli birbirlerinin gözünü oymuşlardı. Üstelik kadın, çocuk ayırmadan. Savaşta ölenlerin nüfusa oranı da aynı. Hep belli bir yüzdesi bu şekilde silinmiş.

Şaşırtıcı olansa, bugün, insanları kitleler halinde silecek yollar bulunmasına rağmen, savaşın daha az olması.

Bu durumda, insanın ezelden beri savaşçı olduğuna üzülsem mi, gitgide savaşın azalmasına sevinsem mi...

Ne yapsam bilemedim. Bir kadın olduğumdan aklım buna ermedi. Ben, dedikoduya bakanlardan geliyordum, savaşa değil.
Yazının Devamını Oku