3 Mart 2008
Son bulgulara dayanarak, aşağıda mutluluğumuza katkıda bulunmayanların listesini veriyorum: alışveriş yapmak
sevdiklerimize kavuşmak
zengin olmak, başarmak
evlenmek, çocuk sahibi olmak
güzel olmak
...hatta...
sağlıklı olmak.
Kim derdi ki? Kim bilebilirdi ki? Aslında elimizde kalanla mutlu olmayı da bildiğimizi... Daha iyi bildiğimizi! Meğer halimiz tam da buymuş. Bir kıpraşmadan dursak, rahat edecekmişiz. Mutluluk bir sabitmiş. Ve bir şeyleri kazanmakla, tüketmekle, kavuşmakla, bir yerlere varmakla alakası yokmuş.
(’yaa tabi tabi’ parantezini açmadan okuyunuz lütfen)
Psikolog Dan Gilbert diyor ki, ’psikolojik bağışıklık sistemi’miz sayesinde, istediklerimizi elde etmeyince de, sahip olduklarımızı kaybedince de mutlu olabiliyoruz. Buna ’sentetik mutluluk’ demiş. Koton mutluluk kadar gerçek ve yüzde yüz saf. O kadın, o ayakkabı, o ödül senin olsa da aynı mutlusun, olmasa da. Bunu henüz bilmediğimiz ve belki de hiç bilemeyeceğimiz için, kendimizi başka bir gelecekte mutlu olmaya kuruyoruz. Fakat, o gün çaldığında pek mutlu olduğumuz söylenemez değil mi? Daha dogrusu, o gün yok. Gelmeyen günün tatminine erteliyoruz kendimizi. Hep geç kalıyoruz böylece.
Bize iyi geldiğini sandığımız, hemen her şeyde yaralanıyoruz. Mesela ’seçenekler’ meselesi.
Bir deney yapılmış. Bir grup insana soruyorlar: Aşağıdaki 8 Monet resmini, beğeni sıranıza göre dizin. Diziyorlar. Sonra iki gruba ayırıyorlar onları. A grubuna, ’en sevdiğiniz iki resimden birini eve götürebilirsiniz, seçin’ diyorlar. B grubuna, ’en sevdiğiniz resmi eve götürebilirsiniz, ama hemen bir seçim yapmak zorunda değilsiniz, eğer isterseniz üç gün içinde resminizi öbürüyle değiştirebilirsiz’ diyorlar. (niye bizle böyle uğraşıyorlar di mi)
Haftalar sonra yapılan testlerde, A grubu seçiminden çok memnun. Mutlular. B grubuysa, hiç memnun değil. Uzun deneyin kısası şu: İnsan seçeneksiz bırakıldığında, elindekiyle mutlu olmayı biliyor. Seçenekleri olduğunda, o psikolojik bağışıklık sistemi çalışmadığından, mutsuz oluyor. Aynı deneyi, farklı şekillerde de yapmışlar. Hep aynı sonuç.
Kendisini neyin mutlu edeceği konusundaki, bütün tahminleri yanlış çıkan bir türüz. Gelecek gelmeyecek. 135 milyon dolar kazanan bir adamla, tekerlekli sandalyedeki birinin bile, bir sene sonra aynı mutluluk tablosunda durduğunu söylesem size, bana ne dersiniz? Ben, seçelim derim. Daha az tüketir, daha az tükeniriz.
Bir kez daha, mutluluklar dileriz. (yine kafiyeli bitirebildim, bitirmesem de mutluydum gerçi)
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2008
Hayatta bana en çok vakit kaybettiren şey, kararsızlığım oldu. Burcumdan mı, yükselenimden mi artık bilmiyorum, ince eleyip sıkı dokumalarım var. Haliyle, zaman alıyorum ben. Benimle tanışsanız, hemen sizden de alırım biraz zaman. Ha, bu kadar hesap kitap ve sağlama sonrası, emin adım atıyor musun bari diye sorsanız, ona da hayır derim. Ben, genel anlamda bir ’Kökü havadayım’. Bu laf, astroloji sever/bilir arkadaşım Volkan’a ait. (Evet herkesin bir astrolog arkadaşı olmalı. Herkes batıllaşmalı yeri geldiğinde.)
Okuduğum şeyler ve empati geliştirebilmem, halimi daha da zorlaştırdı. Her şeye kafamı eğip bükerek, indirip kaldırarak değişik açılardan baktıkça, netlik ayarım bozuldu. Yani zaten hayli miyobum ben. En çok kullandığım kelime ’hayır’. Galiba. Her şeye, hemen cevap vermemi de beklemeyin benden, ertelerim. Fena ötelerim. O kadar ötelerim ki, birbirimize uzak düşeriz. Valla, abartmıyorum çok oldu. Seçmeyince, netleşmeyince, ’kimbilir’de fazla durunca, hayat bayatlıyor. Ekmek gibi. Sonra, senden de köfte oluyor bir tek.
Dediğim gibi, kafamdakilere bir sıra numarası veremediğim için, tam bir kaotik düşünce salonunda yaşıyorum. (Evet Volkan biliyorum, o iki gezegen, ben doğduğum an, o evde yan yana denk gelmiş diye oluyo bu) Olsun. İnsan kendini yargılamamalı. Yeni bulgularımdan biri. Kendini yargılamaya başlayan, sonunda her şeyin suçlusu olur. Vay be.
İşte, kafasında sürekli bir düşünce duşuyla gezer insan ben, geçenlerde asansöre binince olan oldu. Bildiğim bir şeyi, gördüm. Fark ettim ki, asansöre bindiğimde bir düğmeye basmazsam, bilmediğim ve istemediğim bir kata gidiyorum. Annemin deyimiyle: Otomatikman! Çünkü, bir başkasının iradesine girmiş oluyorum artık. Düğmeye basanın yanında bitiyorum. Karar verenin.
Hayat kabinine bindiysen, ki bindin yoksa nefes alamaz ve bu yazıyı okuyamazdın, fazla beklemeyeceksin. Bir şeyi seçip, düğmeye basacaksın. Yoksa, başkasının yolculuğunun bir parçası oluyorsun. İki kat çıkacakken, otuz beşinci kata çıkıyorsun mesela. Orası da, olmak istediğin yer değil. Ay, en fenası da, yanlış kata gelmenin suçunu, düğmeye basana atmak. Onlarla hiç uğraşılmaz. Onlar, düğmeye bir türlü basamadıklarını görmezden gelirler. Onlardan olmayın. Siz siz olun, su asansörü fazla bekletmeyin. Çağıran olmasa bile, ışık söner.
Karanlıkta kalırsın.
Hayat çok basit, yanlış anlaşılmasın.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2008
Hayvanlar konuşa konuşa, denilseymiş, daha doğru olurmuş. Ben konuşarak anlaşan insanlar az gördüm. Çoğu, korkularını perdelemek için, asıl kelimeleri kullanmazlar. Özellikle kadınlarla erkekler. Onlara, ’Şimdi ne duyduğunu anlat’ diye sınav yapılsa, çok komik olur o yazı. Zaten, bu anlaşmamayı ruhanileştirip, ’olduğu gibi kabul etme’ yöntemine gidildi. ’Beni değiştirmeye çalışma’da duruldu. Dinleyen yok o ayrı... Zaten, lüzumu yok, çünkü son araştırmalar (yaşasın birileri biz uyurken birşeylere tekrar tekrar bakıyor), gösteriyor ki, insanlar koklaşarak anlaşıyorlar.
Bir kadınla bir erkek, birbirleri için uygun olup olmadıklarını kokularından anlıyorlar. Ve genellikle ’bağışıklık sistemi’yle ilgili genleri farklı olanları tercih ediyorlar. Ki, ezber bozup, mikroplara karşı farklı bir düzenek kurabilsinler. Çünkü, bizim asıl savaşımız virüslerle. Onlar her girdikleri bünyede aynı genetik şifreyi bulsalar, yani insanlar klonlanarak çoğalsa, bizi çoktan yeryüzünden silmişlerdi. Çözemedikleri bir yeni şifre yaratmanın tek yolu da, her çocukta yeni bir kombinasyon yazmak. Tabi aynısını onlar da yapıyor. Bitmez tükenmez en büyük dünyalar savaşı, bu kadar mikro bir düzeyde yaşanıyor işte. Genlerimiz de bizden habersiz, bu savaşa göre silahlanıyorlar. Koku burada, başka bir gen kokteyli hazırlamamıza yardım ediyor.
Kadınlara, giyilmiş erkek tişörtü koklatıldığında, hemen hepsi, kendilerinden farklı ’bağışıklık’ kokanı tercih etmiş. Yani, boşuna değil, kokusu burnumda tutuyor, demek. Kokusu bu anlamda tutmayanlar, daha zor yavruluyor. Doğum kontrol hapı da, bu koku sensorunu bir nevi engelleyip, yanlış eş şeçimine neden oluyormuş. Yani, hapı bırakınca, ’Ben bu adamla ne arıyorum’ deme ihtimali büyükmüş.
Parfüm endüstrisi, bu durumu manipüle etmeye çalışıyor. Gerçek kokumuzu salamıyoruz ve böylece birbirimizi koklayabilmemiz gitgide zorlaşıyor. Modern çağdaki, kalpler yanyana durmazken yakınlaşmaların çoğu bundanmış. Koklayabilmek istiyoruz. Birbirimizden bir derin nefes çekebilmek. Canımız çıkıyor bunu becerebilmek için, deodorant, krem ve parfümleri atlayıp. Fakat, hazır olun, yeni bir teknolojiyle, kendi kokunuza en yakın kokulardan parfüm üretme dönemi geliyor.
Kısaca, kokusunu en çok sevdiğinize gidin. Burnunuzun dikine yani. Gerçek aşkı bulmak isterseniz hani...
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2008
Yokuş aşağı yürürken, saçlarını rüzgara bırakırsın bazen... Ve sanki kanatların varmış gibi olur. Rüzgar uçurur, sen içindeki uçan balonların ipini bırakırsın... Bir denizden çıkarsın, bir sıcak yere yatarsın. Onun üzerine başını koyarsın. Nemlidir daha... ama sen kitabın ortasına gelene kadar kuruyacak, kıvrılacak. Tuzlu kalıcak. Bir yaz boyu, deniz, güneş, kum ve yağ kokucak. Rengi açılacak. Tenine uyacak, şımarıcaksın kendine...
Bir akşamüstü ışığında, kafanı toparlamak için sırf, saçlarını tutup havaya kaldırıp, bir uyduruk düğüm atıp kahveni yudumlayacaksın. Bir erkeğin aklında ’o güzel topuzlu kız’ olarak kalıcaksın. O senin aklında kalmıycak. Bir şeye ilhamsındır sadece. Ve bu sana yeter...
Reklamlardaki gibi yürürsün bir kaldırımdan. Savurarak saçlarını. Güzelce yıkayıp, güzelce tarayıp, güzelce bıraktığın saçlarını... Senin güzelliğini başına taç yapan o tellere, kimbilir kimler takılır düşer. Umursamadan yürür gidersin. Zamanın içinden geçtiğin gibi. Saçların olduğu için böylesin...
Yüzüne düşen perçemleri, bir sokağın köşesinde, kulağının arkasına iter bir erkek. Aşk maşasıyla tutulup, ateşe atılmış gibi hissedersin. Rüzgar yine bozsa dersin, o yine yapsa...
Halini anlatmasını istersin ondan. Dile gelir. İçin topluyken örülür. İçin zıplarken, at kuyruğu olur. Karar vermişsen, fönlü durur. Yağmur yağarsa, nem olur, kıvrılır uyur omuzlarında. Hayatı değiştirmek istediğinde, değiştirebileceğin tek şey odur çoğu zaman. Gider renk değiştirirsin. Kestirirsin kısacık. Cesur olursun.
Yüzünü çerçeveler. Dünyaya asar.
Bir şeyden rahatsız olduğunda, yapacak bir şey yoksa, seninle oynar. Kıvırırsın, omuzunun arkasına atarsın. Toka takar, çıkarırsın. Seni saklar, saklanmak istediğinde. Oyalar elini, oyalanmak istediğinde.
Uzar. Uzar da uzar. Daha güzel olsun diye, yağlar, ballar sürer, bepanten iğneleri kırarsın. Çok güzel olursa, kalp bile kırarsın... Tabi bunu tercih etmezsin... Biri onlara şiir yazsa, hayır demezsin.
Yolda yürürken, burnuna kokusu gelir. Senin ormanın onlar. O mis koku, ciğerini açar, kalbini açar, adımlarını hızlandırır...
En tropik halinde, sıcak bir yaz günü, o saçını arkaya atan erkek vardı ya o, ya da ona benzer biri, bir çiçek asar ona. Süs takar. Gözün yere bakar.
Benim için cennet budur.
Diğer cennetlere saygım sonsuzdur.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2008
Andy Warhol’un dediği, tam anlamıyla oldu. Oluyor. 15 dakikalığına herkes ünlü. Hatta daha kısa bir süre için. Web lağımına doğru bir sifon sesiyle gitmeden önce, maharetini ya da maharetsizliğini sergileyebilirsin. Eskiden, efsaneler üreterek kalbimizde saklayabildiğimiz ünlü insanların da pek bir numarası kalmadı. Amy Winehouse’un evinde, evinin salonunda, uyuşturucu kullanırkenki haline tıklar bakarız. Yani eğer gerçekten merak ediyorsak. Sadece video ve konserlerini değil, geceyarısı sokakta nasıl ağladığını da biliriz Britney’in. İkibinli yılların kibritçi kızları. Yan yana bilgisayar ekranından geçen suratlar. Artık pek fark da etmiyor. Kimindi o video, ne yapmıştı bu, a seyrettim biri mail atmıştı bana ama...hayal meyal.
Müzik dünyasında kasırgalar devam ediyor. Şarkı yazmaya motivasyonu olanları kıs kıs kıskanıyorum. Her hafta, dünyada çıkan yazılardan takip ediyorum, nereye gidiyor bu iş? Sonra diyorum ki, aman nereye giderse gitsin, bunlardan bihaberken de şarkı yazıyordum ben. Kendimi demode buluyorum. Buluyordum yani. Sonra dedim ki...farkında olmadan, reklamlar bir şarkı için güzel bir taşıyıcı. Hem markaya yarar, hem şarkıyı yayar. Benim her konuda, o kelimeleri kullanarak yazabileceğim şarkılar var. Ben derdimi her şekilde anlatır, her yolla dağıtırım. Show must go on.
Tabii bu sistem, ’ben özgürüm’den beri aklımda. O benim şarkımdı. Ama kart da sattırdı. Çocuk da yaparım kariyer de de öyle. Penti’de de aynı şeyi yaptım. Dedim ki, desenli çorapsa konu, benim de bütün kadınların da ruhu desenli. Onu anlatırım ben de. Ve çok sevdiğim bir şarkı yazdım (Benimmiş gibi hissetmediğim için tam olarak, yer yer övünebilirim onlarla). Şarkının bir kısmı reklamda çalıyor. Fakat tamamı?
Bir albüm çıkarmadan bu şarkıyı duyurmanın yolu ne? İnternete koymak, radyolara vermek ve bir klip çekmek. Artık bir müzisyenin yapması gereken şeyler daha basit. Ama yaptığı şarkı da o kadar güçlü olmak zorunda. Çünkü ipod’lara, itunes’lara nüfuz eden şarkı, gerçek bir şarkı olmalı. Saf bir afrodizyak. Amy kadar katıksız. Yoksa, senden çok var. Yuvarlak düğmeyi tırtlatır, bir sonraki şarkıcıya ve şarkıya geçerim.
’Ruhum desen desen’, her kanalda yayınlanamıyor şu an. Reklama girer diyenler olmuş. Desinler değişemem. Ya da bu şarkıda dediği gibi: Ama ben hep böyleydim/ sen beni böyle sevdin/ değiş desen de olmaz... Zaman böyle bir zaman. Tıklayıp, dinleyin, beğenirseniz indirin. Adres belli.
Orada buluşuruz biz de. Bu şarkılığına. W’ların altında.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2008
’Birisinin beni hep sevmesi’nden bile, daha çok sevdiğim durum. Tanıdığım ve beğendiğim birinin beni sevmemesi, kulaklardaki sinek vızıltısı kadar beni rahatsız ediyor. ’Seni sevmeyeni sevmek’ yazımı böyle bir ruh haliyle yazmıştım. Perihan Mağden’in yazılarını topladığı bir kitabını, uçakta beğenerek okumuş, beni sevmemesini mesele etmiştim.
Sonra bir gün, yine havaalanında tempo dergisinde, beni ’artık’ sevdiğini söylemiş. Bu beni sevindirdi. Beni sevmeyen nickname dünyası beni rahatsız etmiyor, tam tersi onlarla etki ölçüyorum. Karşında birisi olmayınca, tepki de olmuyor tabi. ’Senin de burnun yamuk’ falan gibi şeyler söyleme mesafesi yoksa, duygu miyobu oluyorum ben.
Neyse konu bu değil. Artı, yanlış anlamayın köşe sakinleri, ben daha ziyade seviliyorum. (Bir içses: Tedaviye ihtiyacın var. Başka bir içses: Dalgıç ve Kelebek filmine gitmelerini söyle. Daha başka bir içses: Komedi Dükkanı’nı da izlesinler!)
Yine de insan, eskiden onu sevmeyenin sevgisine yaslanıp, uyuyamaz. Mesela Perihan Mağden beni adaya götürüp paslandırmanın, artık arıza vermemin falan gerekliliğinden bahsetti. Katılıyorum. Adaya da, arızaya da. Çocukken yaptığım pop star tahtından Madonna’yı indirmeyi başaran da, arızalar kraliçesi Amy Winehouse oldu nitekim.
İçime toz kaçması ve görünmeyen yerlerimin nem kapıp, paslanarak gıcırdaması benim de idealize ettiğim ’den’ halim. (bıktım şundan/ usandım bundan/ giderim burdan da olduğu gibi) Sahnede çıkarıyorum ona benzer bir tipi karnımdan. Çok egzantirik geliyorum bana o vakit.
Geçenlerde bu hoş geri kazanımlardan biri daha oldu. Herkesin ilk halinin birbirini sevmek olduğunu varsayarsak tabi. (içses: tam tersi ve hálá tedaviye ihtiyacın olduğunu düşünüyorum...) Beni sevmediğini düşündüğüm bir değerli müzisyen, Feridun Düzağaç da yanıma gelip, artık beni sevdiğini söyledi. ’Yaşasın’ diye kollarımı havaya kaldırdım.
Sanki kırmızı bir topun üzerinde zıplar gibi. Belli bir desibelin üzerindeki sevinçlerde, bedenime hakim olamıyorum. Beni uzak ya da yakından tanıyan herkese bu vesileyle sesleniyorum: Give peace a chance! (barışa bir şans verin) İnsan nasıl hafifliyor anlatamam. Ağırlık bırakıyor...
Size söylüyorum da, beni seven benim sevmediğim kim var? ...hmm, yok! Ben beni seveni, otomatikman seviyorum. Yani o zaman, ben sadece kendimi mi sevmiş oluyorum? (içses: bu yazıyı yollama, saçma oldu. Tedavi diyorum ama içindeki çocuğu dinlemiyorsun.)
Dışses: They tried to make me go to rehab i said/ no, no, no! (yani, beni rehabilitasyona göndermeye çalıştılar/ hayır, hayır, hayır dedim!)
Not: uzaylı şarkımın sözlerini yanlış bilenlere: E, ben sana hiç inanmam yalancısın/ oturup bir şey anlatmam alaycısın/ seninle yola çıkılmaz kolaycısın/ küçük şeylere takarsın olaycısın... Bence sen uzaylısın/ yok bu gezegenden değil/ ışık yılı uzaktasın. Senin sırtın yere gelmez sabancısın/ benim yaram sana değmez yabancısın/ seninle oyun oynanmaz mızıkçısın/ yeni bir şey de yapmazsın hazırcısın...
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2008
Biliyorsunuz, biliyorsunuzdur, ben kendi şarkılarını yazıp söyleyen biriyim. Bundan, omuzlarıma payeler dikiyor falan değilim. Benim de işim bu. Sahneye çıktığımda, kendi şarkılarımı söylüyorum doğal olarak. Bu da doğal olarak şunu getiriyor: Benim konserime gelenler, şarkılarımı dinlemekten hoşlanan kesim. Bir de, senin onlara gittiklerin var. Tabiri caizse, ’extra’ denir ona bizim camiada. Niye öyle denir, pek bilmiyorum. Hani normal normal işini yaparken, extra’dan da böyle bir teklif geldi gibi mi acaba? Bu extra’larda talep genellikle eğlenmek ya da konuklara hoşça vakit geçirtmektir. Ben bu kategoriye iki nedenle zor giriyorum. Birincisi, sadece kendi şarkılarımdan oluşan bir repertuvar, bu beklentiyi kesmeyebiliyor. İkincisi de, şarkılarımla aramdaki aşkı korumak amacıyla, benim ince eleyip sıkı dokumam gerekiyor.
Geçenlerde, extra’dan özel bir geceye davet edildim. Hakikaten şık ve özel bir gece. ’O benim dünyam’ bir gece. Giyindik, kuşandık, çıktık. Çalıyoruz, söylüyoruz. Bu arada bir parantez, ben bir kutunun üzerinde şarkı söylüyorum. Hep öyleydi. Niyesi yok... İşte, ben bu kutunun üzerindeyken, birisi sahneye yaklaşıp, bir peçete bıraktı. Bir yandan şarkımı söylemeye devam ederken, hafifçe eğilip peçeteye uzandım. Bu kısa süreçte de, peçetede yazılı olabilecekleri düşündüm. Şöyle bir şey geçti aklımdan: Sizi çok seviyoruz. Lütfen hep böyle kalın. Gibi bir şey. (Hahaha. Bu benim kendime o sırada gönderdiğim peçete heralde.)
Neyse, peçeteyi okudum. O yazmıyordu. Yazanı, grubumuzun gitaristi Nurkan’a gösterdim. En yakınımda o vardı, o sırada. Okuyup, hayır anlamında başını iki yana salladı. Bu hareketi, gülme krizine girmeme sebep oluyordu az daha. Çünkü, anlatıcam. Grubun diğer elemanları, meraktan çatlıyorlar tabii. İlk başta anlattığım sebeplerle, bize pek peçete gelmez de. Yani, bugüne kadar böyle bir peçete hiç gelmedi. Evine ilk defa telgraf gelen bir aile gibi, doluşmak istedik peçetenin etrafına. Fakat, bu mümkün değil. Çünkü şarkımızı çalıyoruz. Birkaç şarkı sonra da indik sahneden.
Kulise herkes aynı merakla girdi. ’Sahneye gelen peçetede ne yazıyordu?’. Oskar açıklayan bir Hollywood artisti edasıyla, ortalarına geçtim. Peçeteyi açtım ve okudum: Uykusuz her gece! Bir sessizlik oldu. Sonra herkes şaşkınlıkla gülmeye başladı. Bense, Nurkan’a döndüm. ’Niye hayır diyosun ki, herhalde son ki üç dört diyip girelim demek için göstermedim.’ Zaten sözlerini bilmiyorum. Teoman biliyor. Fakat aklıma şu gelmişti. Sahnede, o sırada uykusuz her gece diye bir şarkı yazmak istedim. Arada bir yapıyoruz. Fakat vakit ve tatlı bir şaşkınlık buna engel oldu. Peçete sahibinin, beni pek iyi analiz etmemiş biri olduğuna karar verdik. Yine de üzüldüm. İnsan bir şarkı dinlemesi geldiğinde, dinleyemediğinde, duyguları yarım kalır. Gibi olur. Ben ona yazıcaktım aynı ruhta bir şey. Onu kesmeyebilirdi. Fakat beni anlatırdı. Beni keserdi o kesin.
Eve geldim. Yüzümdeki tebessüm devam ederken, birden aklıma ’uykusuz her gece’den sözler geldi. Değiştirerek söylemeye başladım bildiğim kadarını: Tam ona sarılırkeen, tınt tınt, gördüm pe çe te deeen, tınt tınt... Neydi kopan içimdeeen, yıllar zincirindeeen (hahaha, bu doğru)... Kendimiii buldum ben çalıştığım bu yerdee (hahahaha)... Kaçtım hemen o sahnedeeeen! (HAHAHAHA)
Hayat!
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2008
’...onun için sen de sakın çanlar kimin için çalıyor diye sorma; senin için çalıyor.’
Yazının Devamını Oku