Yine bekliyorduk bir yazı. Sen, ben ve diğer herkes. Tavanımıza güneş asılacaktı ve bir daha yüzümüz asılmıycaktı.
Son yağmurlara da, bir şey demedik bu yüzden. Alaçatı’ya gittik bir yarım gün. Yarım ekmek arası, bal kaymak gibiydi. Kimse yoktu henüz. O sokaktan, koşarak aşağı inebiliyordun. Peşinde rüzgarlar koşuyordu. Taşlar, yeni ısınmaya başlıyordu. Betimlemeleri sevmesen bile, bunlardan bahsederdin. Agrilia’ya girdim. Kimse yoktu. Geçen yaz kahvaltı edip, gazete okuduğum, köşe masaya baktım. Uyuyordu. Aydınlığına az kalmış bir gölgedeydim. Acele ettim. Yoksa kaçardı.
Sailors’da kahvaltı ettik. Yunan bir turist kafilesi gidince. Bir tek onlar vardı, bizi saymazsak. Kahvaltı edicek başka yer yoktu. Olsa da istemezdik. Öğlen, okullar tatil oldu. Çocuklar geçti. Evlerine gidip, öğle yemeği yediler. Çocuklar geçti. Okula döndüler. Biz hep oradaydık. Koca bir sepet ekmek bitirdik. Sayısız çay içtik. Ben karşıdaki dükkanın kapısına not bıraktım: Uğradık, bulamadık. Yine geliriz. Karşıdayız. Saat de 13.38.
"Sahile inelim" dedik. İndik de. Babylon’un kumsalı bomboştu. Koşup denize ayaklarımızı soktuk. Kafamdaki tarak suya düştü. Ceren onu kaptı. Yoksa çok üzülürdüm. Çünkü o 1920’lerden beri beklemişti, saçlarımı tepede toplamak için. En azından, tanışırken bana öyle demişti. Bir adam, uçurtma sörfü yapmaya uğraşıyordu. Hemen, "Biz de yapalım bundan" dedik, çabucak vazgeçmek üzere. Zordu çok. Karayı, havayı ve suyu kavuşturmak gerekiyordu. Ve biz sadece insandık.
Birbirimizin fotoğraflarını çektik. Sadece birbirimize göstermek için. "Şezlonglardan ve meyve sularından evvel buradaydık" demek için sırf. Herşeye işaret gibi baktık. Öyle ıssız bir yerde olmak, hiçbir zaman boşu boşuna değildir. Biz de, gözkırpan her şeye baktık dikkatle. İnsan her zaman, o sırada bulduğunu kullanamayabilir. Bunu bildiğimiz için sabırlıydık. Sabırlı olabildiğimiz için, şanslıydık. Kum taneleri gibi dağılacaktık. Onlar yine, Avustralya’ya gidicekti. Ben yine burada kalıcaktım. İstanbul’u savunacaktım. Alaçatı’ya kaçıcaktım. Birkaç sahnemin daha çekileceği bir seti, kurulurken gezer gibiydim. Zaman, hızla geçtiğini göstermekten korkmuyordu. Hiç sağa çekmiyordu, anladık.
Hatta Kutluhan geçenlerde, on sene için, ’yedi taneden biri işte’ deyiverdi. On parmaklık vakit bile yok. Ve hálá iple çekilen yazlar var.