Nil Karaibrahimgil

Yeni hayat

25 Ağustos 2008
O romanın adını ilk duyduğumda, nasıl derin bir nefes aldıysam, öyle derin bir nefes aldım. Fark ettim ki, uzun zamandır öyle derin bir nefes almamışım. Hayatımı değiştirecektim ve bunun için bana gerekli malzemeler vardı. Birisi nefesti. Onu aldım. İkincisi adımdı. Onu attım. Üçüncüsü neyse de, bulucaktım.

En soyut haliyle anlatmam gerekirse, uzun zamandır dibi derin bir kutudaydım. Eskiden, kendimi, sürpriz kutularda olduğu gibi gülerek dışına fırlatabildiğim bir kutuydu bu. Basit bir yay sistemiyle, isteyerek ve bilerek içine kıvrılır uyurdum, çünkü gülerek dışına bakmak, şaşırtmak mümkündü. Bu tür kutularda, bu sistem olmazsa boğulursunuz zaten. Fakat, kutunun aşkla, sevgiyle, neşeyle ve kollarınızı bir şeye sararken onu harekete geçiren büyük küçük tüm duygularla kaplı olması gerekir. Yoksa kalbiniz kartona döner. Ben kutumun, artık bunlarla kaplı olmadığını gördüm. Sedefi düşmüş bir yıldıza dönüştü. Gitgide derinleşti, duvarları taş oldu, bir gün bir baktım. Karanlık. Yay da dışarıya fırlatmıyordu. Nefessiz kaldım. Tam sekiz ay hiç nefes almadım. Almamışım yani. Öyle, duvarlarına tutunmaya çalışmışım kutumun.

Düne kadar. Dün, kendimi dışına attım, kutuyu devirmem gerekti. Bende o kas gücü var. Herkeste var da, herkes çalıştırmıyor pek o kası. Yumuşuyor... Alnıma güneş vuruyordu, ben bir yokuşta duruyordum. Her şey yokuştan aşağı dökülüyordu, ben yokuş yukarı koşuyordum. Canım vapura binmek istiyordu. Canım her şeyi çekiyordu. Vapura bindim, her şeyden uzağa gittim. Deniz her şeyle arama, dalgalarca mesafe koydu. Ben kendime yanaştım. Nefes alıp verdim. Ah ciğerim yandı. Alışık değillikten.

Olduğum sayfayı kıvırıp baktım. İnsan sayfalarını okumalı. Yoksa hızla sona gelir, heyecansız, aşksız bitersiniz. Hayat kısa ve uyduruksa da, heyecanlı olabilir. Olduğum sayfanın tepesinde şu yazıyordu: Yeni hayat-vapur.

Kabuğumu atıyordum. Sıyrılıyordum. O çok sevdiğim desen gidiyor demek. Gerçi soldu...çok soldu çok. Ne güzel besledim onu, baktım ona hiç canlanmadı bir daha. "Bırak beni burada, bir kayanın köşesinde ve git" der gibiydi uzun zamandır. O da yok olmak ve yeniden doğmak istiyordu belli.

Kabuksuz, nefesli, derisi rüzgara, güneşe ve her küçük dokunuşa aşırı hassas, saçları özgür, kalbi şaşkın, aklı karışık, ayakları heyecanlı, bakışı meraklı, dudakları gülümseyen, eli terli ve yeni bir yolculukta.

İşte bugünkü sayfa.
Yazının Devamını Oku

2 araba olalım

18 Ağustos 2008
İşte çağımızın sorunu! Hiçbirimiz, aynı yere doğru gittiklerimizle bile, yolculuk paylaşmıyoruz. Çünkü özgürlüğümüzü, yalnızlık pahasına almayı tercih ediyoruz. ’O gidilen yerde, ne kadar kalırım belli değil, dönmek isteyebilirim hemen. Altımdan tekerleklerimi almayınız’ diyoruz. Bunun bedeli, tek başına pencereden bakıp, düşündüklerini tek başına dinleyip, geri bir şey duymayıp, hiç kahkaha atmadan ve her şeyin yarısını bölüşmeden gidilen, müziği çok bir yol. Kötü değil asla. Tekil ama mobil en azından.

Gidilen yere varınca da, tam bir birliktelik yaşanmıyor. Cebimizde mesajlar, bize alo diye seslenenler, blackberryler, iphonelar. Aramızdan biri tuvalete gitse, hemen en yakın dostlarımız avuçlarımızda. Bir rahat edemiyoruz ki. Oradan sonrasını planlamakla meşgul oluyoruz bazen. Ve o an uçup gidiyor, bir sonraki de aynı şekilde uçucak keza. Sürekli birilerinin bir şey dediğini düşünün, öyle konuşuyoruz işte. Hepimiz herkesle aynı anda. Duyuyor musun beni? Ne kadar birbirimizi anlamaya ve anlatmaya vaktimiz yok. Evde internetten konuşuruz nasılsa. (hayır msnim yok, facebookum yok, öyle konuşmuyorum ben) (ama yakında bir web sitem olucak ki, çok sevebilirsiniz) (bir keresinde turnede, ekipten iki kişinin yan yana koltuklarda uzanarak, chat yaptığına şahit oldum. Bir üçüncü geldi ve sohbet edemedi. O da odasına gidip, onlara bağlandı.)

Bana her şey hızlı geliyor bu ara, ama en çok aramızda geçenler. Aramızda, aheste bir şey geçemiyor. Ne söyliyceksem söylüyorum işte. Uzatmıyorum. Dünya aynı hızda, üstündekiler gitgide hızlanıyor. Hızlanalım, ben hızlanmaya da varım. Koşarım. Da, portakal ağaçlı bir adada, ’durun bakalım, susun bakalım’ diyerek oturmak, iyi gelmez mi?... Bir oturmak iyi gelir hakketen.

2 insan, dört ayak olalım. O zaman, yan yana yürünüyor. Ama artık pek yürümüyoruz di mi? Yeterince hızlı değil haklısınız.

Konuşmalarda da fark ettiğim bir şey var. Herkes, anlatması gerekeni bir çırpıda anlatmak zorunda olduğundan, aynı şeyi aynı şekilde söyleyiveriyor sürekli. Tekerlemeler gibi, mantralar gibi tutturmuşuz, paragrafımızı loopluyoruz. Çok yorucu bir şey bu. Gerçi anlıyorum, kendin hakkında söylem yenilemek, ikide bir eylem yaparak, aynı arabayla giderek, yürüyerek, oturarak, okuyarak olur. Bunlar da geniş zaman ister.

Bizse sürekli di’li geçmiş zamanla, gelecekten bahseder dururuz.
Yazının Devamını Oku

Kimsin sen? Seni ne mutlu eder?

11 Ağustos 2008
Mesela ben, bu yaz, boncuk misali misinamdan kopup dağıldım. Yerçekimine teslim oldum ve yuvarlandım. Seviyorum bu yeni halimi. Daha az kontrollü. Biraz likörlü. Rahat. Sanki bir cam açıldı da içimde, yüzüme rüzgar vuruyor. Kapılarımı açtım. Çok kilitlemişim canım ben de. O kadar da izole olmaya gerek yok. O kadar da suç yok mahallede. Kapıların altından taştım dışarı, bir madde gibi. Şimdi bunu size anlatmak zor. Ama anladınız.

Basit sorularla karşılaştım. Karşılandım desem daha doğru. Bence insan karşılaşmıyor, karşılanıyor. Çünkü sen gidiyorsun, sen çağırıyorsun, bir şeyler de seni karşılıyor işte. Biraz cesaretle kaybolursan, fantastik filmlerdeki gibi, tuhaf dost yaratıklar ’hoş geldin’ diyerek, seni yeni bir haline buyur ediyorlar.

Benim bu halime gelmem için, hayatın basit sorularına cevap vermem gerekti. Bir tür kapı parolası diyelim. İnsan kendine, süper karışık sorular kokteylleri hazırlayıp, onlarla sarhoş oluyor. Sağa sola çarpıp, evini bulamıyor icabında. Halbuki hiç gerek yok. Basit sorulara cevap vermek, insanı ayık yapar. Ayık tutar.

Mesela şu: Kimsin sen? Seni ne mutlu eder? Öyle basit ve çocukça bir soru ki, insan cevabına yeltenmeyebilir. Gibi gelebilir. Fakat dönüp dönüp bir daha bakın bakın bakalım. Kolay mı cevabı. Kesinlikle değil. Hele benim gibi, beyninin kabloları karışmış bir tip için.

En kalın iki kablo bunlar bile olsa, gö re mi yo rum bile!

Sustum ben, kendime bu soruları sorunca. Aklıma hemen, herkese giden cevaplardan geldi. Ama yolladım. Cevap da basit olmalı. Bir paragraf olmamalı. Öyle politik, yapay olmamalı.

Dümdüz bir cevap olmalı. Sopa gibi.

Herkes kendini, arada bir balkondan sarkıtıp sopalamalı. Arkadaşlarını, sevgilisini, kimi varsa sopalamalı.

Bu hafta kafanızda bu soruları dondurun. Sırayla, bir ’ben kimim’ bir ’beni ne mutlu eder?’, bir ’beni ne mutlu eder?’ bir ’ben kimim?’

Ha, diyorsanız...
Yazının Devamını Oku

Deriler altında 20000 fersah

4 Ağustos 2008
Sizden bahsediyorum. Bana ne kadar güzel mailler geldiğini, buraya hiç yazmadım. O mailleri alıp, buraya hiç koymadım. Çünkü aşk mektubu ifşa etmek gibi gelir. Bir nevi öyleler çünkü. Aynı zamanda şu da var tabii: Kendini övmeyi beceremeyen ama övülmezse

(ovulmazsa gibi) kabuk bağlayıp, parlamayanlardanım. Övülmek demeyelim de, anlaşılmak mı demeli. Bu beni daha sanatçı gösterdi, evet anlaşılmak diyelim.

Maillerimi biriktirerek okuyorum ve bazen gözlerim doluyor. Ben birisinin içinde, bu kadar çok yer alamam diyorum. Almamalıyım. Ya asitlenirsem, midesini bozarım. Keşke beni bu kadar yutmasa... Ama artık biliyorum, bir insanın derisinin en derinlerine inebilen iki ’derialtı’ var. Biri müzik, diğeri kelime. Ve benim işim de gücüm de bunlarla. Dün, İstanbul Modern’i gezerken, çok güzel bir kız beni durdurdu. Durdurmak istemeyerek. Durdurmadan da duramayarak. O anlara bayılırım. Kafandan geçenlerin ağzına bir tane patlatıp, susturmak kolay şey değil. Hem, herkesin sesi fazla açık. Müzeler bu anlamda daha sakin... Durdurup bana, o sabahına çoktan girmiş olduğumu, ağzından şarkılarımı nasıl döktüğünü anlattı. Onun hayatında, etrafı aydınlatan, küçük müçük, bir spot olduğumu gördüm. Fazla laf edemedim. Etmeme gerek de yoktu. Gözüm dolucaktı. Bunu fırsat bilen içimdeki diğer şeyler, bir oyuncak sepeti gibi, her şeyi önüme boşaltıcaktı ve ben ağlıycaktım. Fakat, kafamın üzerinde misinayla tavana asılmış yüzlerce kitap dururken bunu yapamazdım. Gözlerimize bakarak, birbirimizin retinalarını taradık ve Amerika’ya girer gibi, birbirimizin topraklarına süresiz vize verdik. Kalabalıklaşıyorum.

Bu arada, yolunuzu düşürün, Miranda July’nin videosunu izleyin. Bildiğiniz bir şeyin, renkli sıvı bir halini görün. İyi geliyor. Gevşek vanalar açılıyor. Anlarsınız ya.

Derisinin altına, beni fersahlarca zerkeden herkese çok teşekkür ederim. Böyle sessiz. Şu an yüzümü görseniz, gülersiniz.
Yazının Devamını Oku

096.2

28 Temmuz 2008
Arabamın penceresinden, dışarı bakıyorum.
Hep yaptığım gibi. Barbaros’ta bir aşağı, bir yukarı.

Hep gittiğim gibi.

Radyo çalıyor. Radyo dinlemek iyidir. İnsana, daha önce duymadıklarını dinleme fırsatı verir.

Müzik avcıları, müzikle doyanlar, umutsuzca, kendilerini seruma bağlar gibi, bir frekansa bağlar.

O şarkının gelip de, onları bulacağına ve ruhlarını özgür bırakacağına inanırlar.

Halbuki o şarkı, o sizi serbest bırakacak olan, Beyrut’ta bir mutfağın tüllerinden dar bir sokağa dökülüyor olabilir ve siz onunla hiç karşılaşmayabilirsiniz.

Avcı olmanız gerekir. Keskin bir kulağa ve doğru bir adrese ihtiyacınız var. Bu devirde, milyonlarca şarkının birbirine karışmadan havada gezinebildiği bir gezegende, ben de kulağımı dört açmış, kulaklarımı havalara dikmiş, bekliyordum.

Belki bir şey yakalarım, o şarkıyı tekrarlar, dudaklarından öper ve serbest kalırım yine...diye...derken.

Gelmeye başladılar. Birer birer, onar onar... Nasıl havalandığımı, güçlendiğimi, beslendiğimi siz düşünün. Bir hazine bulmuş gibi, hepsinin ismini okuyorum arabamın dijital ekranından.

Ve gidip buluyorum onları. Aşık oluyorum duyar duymaz. Ne tuhaf isimleri var. Ne utanmaz melodileri ve ne büyük lafları. Radyo Eksen’de yaşıyor bu şarkılar. Başımı koyup, uyumak istiyorum bu frekansın üzerine.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, saat sürekli bir şeyi bir şey geçiyor. Bireyi birey geçiyor. Farkında mısınız? Ye ti şe mi yo ruz, yetişmekmümkündeğil.

Radyo Eksen’le ilgili beni sevindiren şey, bir şeyleri yakalayan süper bir ağ kurmuş olması.

Çalışan, çalan, ulaştıran herkesin ellerine sağlık. Yapmamız gereken tek şey, radyoyu ayarlamak.

Balıklar gibi, üzerimize doğru akmaya başlıyorlar. Sabah, uyanır uyanmaz açıyorum.

Gece yatmadan önce kapıyorum. Kaçırdıklarıma yanıyorum.

Yakaladıklarıma tapıyorum.

Ve öyle güzel bir dönemde yağıyor ki üzerime. Albümümü yapıyorum...

Barbaros’ta bir aşağı bir yukarı. Bir kendimi dinliyorum, bir onları.

Aynı şeylerden bahsediyoruz. Aynı şeylerin peşindeyiz. Beni de aralarına alsınlar.

Ne güzel bir nefes, isteyenler buyursunlar içlerine çeksinler.
Yazının Devamını Oku

Pod müzik

14 Temmuz 2008
Müzik hakkındaki son gözlemlerim gösteriyor ki, artık dünyamızda ’pod müzik’ dinlenmektedir. Peki, neyin nesidir bu pod müzik? Kısaca, şarkıcı değil, şarkı seçme üzerine kurulu, karışık ipod düzenidir. Müzik artık böyle dinlenicektir.

14 yaşında, tatlı mı tatlı bir kızın ipoduna baktım geçen hafta. Beyaz kulaklıklarıyla geziyorlar, hatta uyuyorlardı. Çok merak ettim ve incelemeye aldım. Sıralamadan örnekler sunuyorum: mesela f harfinde, fionaappleferhatgocerfrofro peş peşe... handeantonyandthejohnsonsyener, cocoserdarrosieortac, sezendaftaksupunk, jeffnilbuckleykaraibrahimgil, nellyteomanfurtado, kenanmorrisseydogulu. vesaire vesaire...

Çoğunun albümü değil, seçilmiş şarkıları var. Ben de açıkçası, Pearl Jam’in Ten albümünden beri, baştan sona bir albümü beğendiğimi hatırlamıyorum.

Ne kadar geri kalmadığımı anladım. Biliyordum çünkü, yaşasın biliyordum! Artık, ’bunu dinleyen bunu dinlemiyor’ devri kapandı. İnternet, bu ırk ayrımcılığına bir son verdi.

Ipodlar o kadar kişiselleşti ve kişiliksizleşti ki, artık herkes gerçekten kendine yakın sesleri yanında taşıyor. Utanmıyor, en elektroniğini de dinliyor, en alaturkasını da. Eğer o yaz, ona göbek attıran bir şarkı varsa ve ona iyi geliyorsa, onu Miles Davis’in altına koymakta bir sakınca görmüyor.

İşte pod çağı bu. Pod müzik bu.

Eskiden, ben 14’ken, biz kasılırdık. Beğensek de alamazdık, kendimize bile itiraf edemez, için için yaylanır, dışarıdan kıpırdamazdık. O bir diktatörlüktü. Bir gruba ait olmak için, tanımlı olman gerekirdi. Depeche Mode dinlerken, Ebru Gündeş’e geçemezdin. ’Samimiyetsiz’ derlerdi. ’İkisini de seviyor olamaz’. Ama işte, seviyoruz.

O kadar da kalıba dökülmüş değiliz. Bir daha da olamayız.

Bence ikibinlerde birine verilecek en güzel hediyelerden biri, mermisi doldurulmuş bir ipod. Çünkü insanı müzik kadar ateşleyen bir şey yok. Haftaya bir arkadaşım bana bir tane yollıycak. Her şey güzel olucak.

Bu arada, Orhan Gencebay’ın dediği gibi bir ara ’içim ürperiyor ya ipodda yoksam’ olmuştum. Varmışım. Nitin Sawney’nin hemen üstünde ve soyadımın bütün endamıyla.
Yazının Devamını Oku

Bir başkadır benim memleketim

7 Temmuz 2008
Demek geldi içimden bütün hafta. Sanki, çocukluğumdan beri dinlenmemişim gibi geliyor bazen burda. Politika okudun, seni bu kadar dinleyen insan var, neden bir şey demiyorsun diye soruyorlar. İçimden gelmiyor diyemiyorum bir türlü. Ama inanın zerre kadar ilgilenmek istemiyorum çetelerle, tutuklamalarla, kapatmalarla ve korkularla. Eğer, hepimizin iyiliği için bir şey yapabileceksem bunun çocuklarla, kadınlarla, denizlerle, ağaçlarla ya da hayvanlarla ilgili olmasını isterim. Bu koca başlıklar ve bitip tükenmeyen mürekkeplerinden yoruldum.

Ben Boğaziçi’nde okurken de, sınavlarda ekonomi ile ilgili bir soruya romantik cevaplar verirdim. Yazarken düşünürdüm. Başka türlüsü değildim ve olmadım. Hálá böyleyim. Siyasi isimleri, tarihleri ve olayları kaydetmiyorum. Virginia Woolf’un dediği gibi, kadınım ve savaşla ilgilenmiyorum. Ben koparmak değil, dikmek taraftarıyım. Her şeyi her şeye ve herhangi bir yerinden.

Ha, diyeceksiniz ki, sen de burda yaşıyorsun ve ortak bir yaşamın kuralları ve oyuncuları hakkında bilgi sahibi olman gerekmez mi? Gerekmez. Ta ki, herhangi bir konudaki özgürlüğüm kısıtlanana kadar. İşte o zaman, tek yapabildiğim şeyi yapar, herkese gününü gösteririm. Oturur, bir şarkı yazar ve avazım çıktığı kadar bağırarak söylerim. Yazarım da, konuşurum da. Koşarım da.

Bugünlerdeki kovalamacayı takip etmek istemiyorum. Fakat, korkuluklarla dolu bir yerde yaşamak da istemiyorum. Herkesin kendini ve birbirini sağla solla, sınırlarla ve inançlarla tanımlayıverdiği bir yerde...kendisini içine koyup, sımsıkı kapattığı şeyin, dışında kalan herkesi tukaka ettiği bir yerde...içeride havasızlıktan boğulurken, öfkesinden yanındakinin bile boğazına sarılır hale geldiği bir yerde...

Ya başıma bir şey gelirse? Tutuklanırsam, sorgulanırsam, men edilirsem, sürülürsem, kapatılırsam, yasaklanırsam, toplatılırsam, uyarılırsam, uyandırılırsam bir şeylere??? Şu anda albümümdeki bir şarkıda, iki kelime edip etmemekle ilgili hop oturup, hop kalkıyorum. Politik bir şey değil. Yerlerine başka kelimeler bakmaya başladım. Korktum çünkü. Kendime kızıyorum. Sürekli bir şeylerin yerine, başka şeyler koymaya çalışarak mı geçicek ömrümüz? Otosansürden mi geçicek evvela şarkılar?

Youtube’a hep, başka sitelerden mi bağlanıcaz?

İşte ben de şu an, yıkıcı bir tavırla yapıcı olmaya çabalıyorum. Ülkeme benziyorum. Bir türlü gözümü kapatıp, kendimi sırtüstü kollarına bırakamadığım ülkeme benziyorum gitgide.
Yazının Devamını Oku

Yaz yaz yaz bi kenara yaz bütün sözlerimi ii

30 Haziran 2008
Ağustos böcekleri var ya, hani yazın hep çalıyorlar, çiftleşmek için kendilerini dallara sürerken çıkarıyorlarmış o sesi. Paralıyorlar yani kendilerini. Onları susturmanın bir yolunu öğrendim. Yanlarında beyaz çarşaf sallayınca susuyorlarmış. Tek görebildikleri renk, beyazmış. Doğa gizemlerle dolu. Beyaz çarşaflar da. Ben de. Siz de. Deneyelim, deneyen kısaca yazsın bana: Oldu ya da olmadı.

Güneş çok zararlıymış. Özellikle UVA ışını. O UVB gibi bronzlaştırmaz, derinin alt katmanlarına iner, hücreleri bozarmış. Hani yaşlandıkça, insanın elinde yüzünde kahverengi lekeler çıkıyor ya, UVA’danmış. Ona karşı doğru düzgün koruma sağlayan bir krem de yok. Bu durumda yapılması gereken tek şey, güneşe bile çaktırmadan, günlük 15 dakikalık D vitaminimizi alıp, gölgelerin dostu olmak. İki yıldır, güneş ışınıyla hiç vurulmadım diyebilirim. Hop, pıt, bıdı bıdı bıdı geçiyorum, yüzüyorum altında, ruhu duymuyor. Gerçi, şimdi Afyon’da film çekiminde, kendim değil de, Mimi (zaten günlük hayatta da canlandırdığım, ama kılığında gezmediğim karakter) olduğumda zor. Çillerim çıktı. Beyazım. Yaza uymadığıma karar verdim. Kuzeyliyim ben, ruhen. Dünya yörüngesinin uçlarındayken ve güneş tepelerde değilken, daha rahat ediyorum ben bu evrende. Ayrıca, dünyanın eğikliği de beni rahatlatıyor.

Yaz demedim, kış demedim, ağır şeyler okudum. 7 günahın anlatıldığı, küçük kitaplar buldum. Nedense elim "Envy"e gitti. Türkçesi "Haset" galiba. Diğerleri oburluk, açgözlülük, tembellik, şehvet, mağruriyet, öfke. Onlarla başedilebilir gibi geldi ama öbürü... Diyor ki, kıskançlık sende olan şeyi başkasından sakınmayı istemek, ama haset! O, başkasında olanı, ondan sakınmak istemek. Yani düpedüz birinin mutsuzluğunu, eksikliğini, yokluğunu istemek. Çok karanlık bir tarafımız çok! Bunları, öfkeden istemek anlaşılabilir belki. Fakat bunu hasetten istediğinde, önce kendini ezmen, en çürük halini alman gerek. Kendini o kadar yetersiz, küçük, hatta yok hissediyorsun ki o var diye, "İkimiz de yanalım varsın" diyorsun. Bunu kendimde görmedim diyen, yalan söyler. Söylesin, 7 günahın arasında yok. Serbest.

Yazıma damgasını vuran iki şarkı: İbrahim Tatlıses’in "Kop gel" coverı ve Cankan’ın içinde "Yaranamadım yavrum yaranamadım" dediği rap’i. Sette, arada bir durup durup, herkes birbirine bunlardan birini mırıldanıyor. Demek ki, Afyon havasında bunlar geziniyor. Gidip, hayatımda ilk defa bir İbrahim Tatlıses albümü aldım. Mimi istedi.

Hah, bir de insanın espiri kaldırabilme gücünün formülünü buldum. Mucit bir yaz bu. :

:)=eg/y

:) : espiri kaldırabilme debisi, kahkahanın samimiyeti. eg: espirinin gücü, y: yara

Şimdi, hiçbir matematik delisi bana haset yapıp, bu böyle işlemiyor falan yazmasın. İnsanın espiri kaldırabilme gücünü, o konudaki yarasının azlığıyla açıklıyorum. Tabii bu espiri türü, o şahsa yönelik dalga geçmelerle sınırlı. Örnek: Birinin seni ince seslerle taklit etmesi. Birinin seni zayıf tarafından gıdıklaması. İnsan, kendine güven duyduğu alanlar aşağıya çekildiğinde, düşmüyor. Örnek: Birinin benim yazılarımla dalga geçmesi. Kendine güven duymadığı konularda düşüyor, samimiyetsizce gülüyor :) gibi. Örnek: Kendimden bir şey aklıma gelmedi. Siz, içinizden düşünün... Ha ha ha... Bu formülden, aynı zamanda yaranın ve espirinin yoğunluğu da hesaplanabilir.

Ne... Kafama güneş mi geçmiş benim? Sanmıyorum. Kesinlikle bu yazdıklarım saçma değil. Hem çiçekten böcekten, hem hasetten neşeden, hem de İbrahim Tatlıses’ten peşpeşe bahsetmek kolay iş değil.
Yazının Devamını Oku