Dünyaya bir virüs yayılmış. Sınırlar kapanmış, okullar kapanmış, marketler yağmalanmış.
Herkese evinize kapanın, kimseye bir metreden fazla yaklaşmayın denmiş.
İtalya’da balkonunda adam, saksafonla John Lennon’dan “Imagine” (Hayal et) çalıyor.
Herkes deliler gibi el yıkıyor ve haber okuyor.
Maskeyle geziyor.
İnsanların elleri başrolde.
Hiçbir yere dokunmayın, yüzünüze de dokunmayın, sadece sabunlayın denmiş.
Ortaokulda erkeklerle futbol oynarken, koşarken memelerim sallanmasın da rezil olmayayım diye iki kat kalın sweatshirt giyerdim. Sesim de, tavırlarım da, kıyafetlerim de erkeksiydi.
Neden vücudum değişiyor ve şu dalga geçilen, çirkin isimler takılan, kollanması gereken öbür cinse evriliyordum?
Uzun süre saklandım. Sakladım kadınlığı.
Çocuksu davranmak, büyümemiş gibi yapmak da bunun parçasıydı.
Toplumun kadına ‘ne yap yap görünmez ol’ fısıltısını yerine getiriyordum. Saçlarım hep topuzdu.
Sonra 20’li yaşlarda şarkılar yardımıma koştu. Şarkılardan kendinizi saklayamazdınız.
Ve başladı içimdeki kadın Nil konuşmaya. ‘Gülümse erkekler pozitif kızları sever/ erkekler yüzünden/ işsizim/ güçsüzüm/ sahtedir hep gülüşüm/ o tatsız diyetler/ manikür pedikürüm/ erkekler yüzünden’ diyen şarkılar yazmaya başladı.
Güneşle ve ayla göz göze gelebiliyoruz.
Hep hafif üşüyoruz bu da iyi, canlılık geliyor insana.
Şehirden taşınınca, öldürmüyorsun banyodaki örümceği.
Böcekten de ödün kopmuyor. Dışarıdan gelmiş bir komşu oluyor hepsi.
Doğanın döngüsünü ve her şeyin dengesini hatırlıyorsun.
Ağaca kaçan sincabı tavşan, tavşanı kedi, kediyi köpek...
Yağmuru güneş, güneşi rüzgar, rüzgarı kar.
Ayakta kalmak nasıl bir şey görüyorsun.
Vapurdayken, çay içerek ve bir edebiyat dergisi okuyarak, diğer yolcuların neden o adaya gittikleriyle ilgili tahminler yürüttüm. İnsan belki yaşarken, arada başka yaşlarına da uğruyordur, kendimi üniversite öğrencisi gibi hissettim birden. Şu anne oğul, adada mı yaşıyor? Şuradaki sevgililer, birbirlerine kaçacakları en uzak yeri mi arıyor?
Bu adam tek başına adada, her gün işe mi gidip geliyor? Mimar mı? Şu iki kadın benim gibi arabasız, sessiz, telaşsız sarı mavi renklerde bir sohbetin mi peşinde?
Derken geldik. Yeterince uzak ama yeterince yakın o adaya. Kış ya, boş liman. Bir tek Judith var, bana el sallayan. Kucaklaşıyoruz.
İnsanın, her şeyini bilen, ama ikide bir hatırlatmayan bir arkadaşı olmalı. Benim var, gittim bu hafta yanına. Adada dükkanlar kapalı. Bir manav açık. Bir kahve, bir de fırın. Kahveye yürüdük.
Deniz kenarına masa taşıdık, oturduk. Kahveci “Elma kaynattım, tarçın ve zencefille ister misiniz?” dedi. İstemez miyiz, biz sırf o çayı içmeye, İstanbul’dan geliriz.
Hani bazen beklenmedik bir şeyden, şifa geldiğini hissedersin bedenine. Öyleydi o elma çayı. Bir biz içiyorduk o şifayı, bir de yan masada, romanının sokaklarında kaybolmuş kadın.
Güneş istese soğuğu nasıl evcilleştiriyor! Dışarıda oturduk, aslında soğuk ama güneş var ya alnımızda, yakıyor içimizdeki sobayı, oturuyoruz Judith’le. Saçlarını kestirmiş, “E çok güzel olmuş” dedim.
“Günümüz toplumunda kadın şarkıcılar 35 yaşına geldiklerinde, bir fil mezarlığına gömülüp kenara atılıyor. Hazmetmesi zor.
İlk 2 yıl herkes yeni bir oyuncak gibi.
Tanıdığım kadın sanatçılar kendilerini, erkeklerin 20 katı kere yeniledi. Buna mecburlar. Yoksa işsiz kalırlar.
Sürekli kendilerini yenilemek, sürekli insanların seveceği yeni yönlerini bulmak zorundalar.
Bizim için yeni ol, genç ol ama sadece bizim istediğimiz şekilde yeni ol.
Kendini baştan yarat ama öyle bir baştan yarat ki, hem biz rahatsız olmayalım hem de sen zorlanmış ol.
Bizi eğlendirecek kadar ilginç bulacağımız ama bizi korkutacak kadar da delice olmayan şeyler yap.
30’uma yaklaşırken ve toplum hâlâ başarıma tahammül gösterirken, çok çalışmam lazım diye düşünüyorum bu yüzden.”
Hazırlan, çocukları okula gönder, kahvaltı yap, işe git.
Saat kaç, dışarıda hava nasıl, hayır öyle olmasın derken sokaklar, arabalar, işyerleri, öğle araları, trafik, diziler ve iyi uykular.
Sabah uyan, aynı telaşla kovala bu kuyruğu.
O yüzden açıldı insanlara nefes veren, bir dur diyen konular.
Mindfullness gibi, yoga gibi, meditasyon gibi.
Bunları tayt giyen işsiz güçsüzlere vakfetti kimileri kafalarında.
Halbuki bunlar hepimizin, kuyruğu kovalamaktan kurtulmamız için yapılmış birer hediye.
Kendimizle baş başa olmak. Geçen hafta, online bir yoga kursuna katıldım. Yin yoga.
Uzun uzun aynı pozda kaldığın bir yoga türü.
Mesela yere bacakların önünde düz uzanarak oturuyorsun, sonra ayaklarına doğru eğilip, bacak arkasını ve sırtını germiş oluyorsun.
Orada öyle beş dakika o gerilimi tutarak eğilmeye devam ediyorsun.
Zamanın ne kadar göreceli bir şey olduğunu anladığım anlardan biri.
Hani bazen bir saniye, ölüm kalım meselesi bir cümleyi duymayı beklerken bir yıl, bir yıl sakince geçerken bir hafta oluveriyor ya, öyle bir şey.
Beş dakika ne uzunmuş. Neymiş beş dakika.
Her sabah sincabın büyük bir aceleyle tırmandığı -gerçi o her şeyi büyük bir aceleyle yapıyor- ağaç meşe mi, kayın mı, diş budak mı?
Ağaçları anlatan bir çocuk kitabı aldım.
Her şeyi, felsefeyi bile, sanat tarihini bile çocuk kitaplarından öğreniyorum artık.
Hem basit anlatıyorlar, hem eğlenceli, oyunlu.
Ağaçların sadece kendi türlerine yardım ettiklerini duyunca şaşırdım.
Ben ormanı kardeşçesine sanırdım, hani şu meşhur şiirde dediği gibi.
Evet kardeşlik var ama aynı türdeysen.
Meşeysen meşelere yardım ediyorsun, kolluyorsun meşeleri, ama mesela kayın ağacını istemiyorsun yanında.