Bu anlar bana mucize gibi geliyor. “Demek başka yerlere gideceğiz, tamam” diyorum.
Bu bahsettiğim otobüse, trene, uçağa binilip çıkılan yolculuklardan değil, rüzgarın götürdüğü bir yer.
Sadece sana esen bir rüzgarın. Olur ya öyle.
Bir telefon çalar, birden saçlarına rüzgar dolar.
Bir yer seni bekliyordur ve ayakların senden önce heyecanlanıp koşmaya heves eder, ama nefeslerin gelip kalbini sakinleştirir.
Öyle bir duygu.
İnsanları kabaca ikiye ayırdım kafamda.
Kalplerini dinleyenler
Her durumu bir öğrenme fırsatı olarak görürler.
Bir yerde karşılaşıp konuşmaya başlarsanız, senin kim olduğuna aldırmadan dikkatle dinlerler. O konuda bilgisiz olsan da, dediklerin onlar için önemlidir.
O konuda yılların birikimi olan bilgilerini, tanıdıkları isimleri, terimleri hemen söyleyip de, tartışmayı kazanma peşinde değillerdir.
Mesela bir düğünde böyle biriyle karşılaşırsınız, sizin sağlık hakkında atıp tutmalarınızı büyük bir sabırla dinler, sonra kim olduğunu sorarsınız başkasına.
“Sağlık konusundaki araştırmalarıyla geçen sene Nobel almıştı” derler. İşte böyledir, berrak kafalar. Her daim meraklı.
Seni, senin onu dinlediğinin yüz katı dikkatle dinlemişlerdir.
Başkasını hakkıyla görebilmek için, temiz bir zihinle bakabilirler.
O özle bağlantının kopması an meselesi.
‘Kopyala rahat et’ diyen bir sürü insandan, konu komşu arkadaştan ve bunu haykıran binalardan, kurumlardan, söylemlerden sağlam geçmen gerek, özünü sıcacık tutabilmek için.
Nasıl fiziksel kopyalamalar, ‘bu suratta bir şey, bu surata ait değil ama ne!’ gibi duruyorsa, ruhsal ve zihinsel kopyalar da öyle ait değil duruyor ruhlara.
Birbirlerine ve bir şeye aitler belki ama kendilerine değil.
İnsanın kendi elini tutabiliyor olması, insanoğluna verilmiş bir hediye hatta bir mesaj gibi geliyor bana.
Kendinle el ele tutuşabiliyor, kendini selamlayabiliyor, hatta ellerini birbirine sürterek ısı bile çıkartabiliyorsun.
Bu konunun şu an dikkatimi çekmesinin sebebi, etrafta bağlantı kopukluğu yaşayan insanlarla karşılaşmam.
Bir şeyin içinde, ama neyin içinde olduğunu hatta oraya nasıl girdiğini bile hatırlamıyor.
Ukulele’yle çalıp söylediğim, 8 tane kısa şarkı.
Boyu 2 dakika olan yok aralarında.
Kısa boylu olmalarının yanında bir özellikleri daha var. Dinleyince insana iyi geliyorlar.
Ellerinde sihirli anahtarla gezen minik elf’ler gibiler.
Hepimize, bilip de unuttuğumuz o cümleleri fısıldıyorlar.
Bir özellikleri de, yarıdan itibaren karaoke’ye geçmeleri.
Önce ben söylüyorum, sonra bırakıp çalmaya devam ediyorum, sonrasını siz söylüyorsunuz.
“Gel bak sana bir şey göstereceğim” deyip, oradan uzaklaştırıyorum kendimi.
Olmayacak alakasız bir işle uğraşmaya başlıyorum.
Mesela bulaşık yıkıyorum ya da oturup çocuklarla oynuyorum, açıp kitap okuyorum.
Müziğin sesini açıp dans ediyorum.
Dışarı kahve almaya çıkıyorum. Etrafı topluyorum. Liste yapıyorum.
Başıma bir iş çıkarıyorum. Bunalım boş durmayanı sevmez.
Onda doya doya oyalanamaz, bunalamaz. Azıcık bunalır, gider.
İşte ben de, ne zaman içim kararsa, mekandan müşteri kovan esnafın ışık açması gibi, açıyorum ışıklarımı.
Tam bir ofis de değildi.
“Yarı ev yarı ofis olur mu canım” gibi bir yerdi işte.
Neden olmasın? diye sormayı çok seven birisine aşıktım.
Ve o da evi ortadan ikiye bölmüştü.
Dört katı birden üstelik, sanki binayı tepesinden bir plakayla böler gibi bölmüştü.
Ofisten geçip eve giriyordun.
Evin içi yabancılarla doluydu, benim gibi mahremiyetine düşkün biri için çekilir şey değildi.
O yutkunmanın içinde, ilkokul bahçelerine koşan milyonlarca çocuğun sorumluluğu vardı.
Hayatımda hiç böyle bir teklifi hayal etmemiş, rüyamda bile görmemiştim.
Çok büyük bir şeydi. Çok teşekkür ettim.
“Elimden geleni yapacağım” dedim.
Koca yaz, bu sorumluluk yanımda koskoca bir dev gibi oturdu.
Benimle denize girdi, limonata içti, bulutlara baktı.
Onunla konuşmaya bile korkuyordum. Böyle sessiz iyiydik.
Sonra eylül ayı yaklaştı. Herkes okulların açılacağından bahsetmeye başladı.
Çayı getiren garsona etmişim, yol tarif eden esnafa etmişim, iltifat edip yanağımı kızartana etmişim.
Kendime bir teşekkürü çok görmüşüm. Hiç etmemişim. Şikayet etmişim.
Kendime kendimi şikayet etmişim bol bol.
Geceleri, o gün yaptığım irili ufaklı hataların çivilerinde uyumuşum.
Uyumadan dualarda herkese ve her şeye teşekkür etmişim, kendimi atlamışım.
Sanki bensiz bütün bunlar yaşamak mümkün olurmuş gibi.
Kendimizi eleştirmeye teşne olup, övmeye uzak durmamız belki de milyon yıllık bir düşünce sisteminden.