Onu da yaptık.
Güneş gibi yandık, ağaç gibi gölgeledik, deniz gibi dalgalandık, arı gibi çalıştık, salıncak gibi sallandık...
Farkında bile değildik ama dört duvar arasında çiçek gibi açtık.
Bu kadar çok şey olabildiğimiz için, her birimize minnet duyuyorum.
Anneme yıllar önce yazdığım bu mektubu, bütün annelerin ellerinden öpüp, sarılarak, bütün babalara da bin teşekkürle paylaşırım.
Anneye her gün, anne günü.
Annecim sen çok yaşa ve hiç unutma:
Anne bence sen çok güzelsin.
İşte tam o olduğunda kintsugi. Hani, “Yok geri birleşemeyeceğim artık” dediğimizde.
Hatta, yere dağılıp da parçaların tamamını bulamayıp, artık bulduğumuz kadarıyla kendimize bacak yapıp yola devam ettiğimiz zamanlarda, kintsugi.
Kalbin, göğüs kafesinde hapis olması ne manidar aslında.
Kırılınca da kimse elini oraya sokup, yapıştıramıyor ama. İşte o zamanlarda da kendine kintsugi.
Artık korkmamıza gerek yok, düşüp dağılmaktan. Toz duman, darmadağın olmaktan.
Evet eskisi gibi olmayacak belki ama kintsugi sonrası, kim ister ki zaten eskisini.
Baştan alayım, her şey Japon imparatorunun en sevdiği fincanının kırılmasıyla başlamış.
Tamir için Çin’e göndermişler ama döndüğünde gelişigüzel yapışmış kırık bir fincanmış artık.
Öyle eşofmanı çekmiş ‘jogging’ yapanlar gibi değil ama Fransızların ‘flaneur’ dedikleri gibi.
Sokağı koklayarak, dinleyerek, varmak için yapılmayan bir yürüyüş onunkisi.
Etiler’deki evinden çıkar ve meditasyon yapar gibi yürür.
Yürürken derin nefesler alır, kararlar alır.
Kendisiyle konuşur, kendisini bir şeylere ikna eder.
Eminönü’nde olmanın en güzel saatini bilir.
Beyoğlu’ndaki delinin o geçerken ne diye bağıracağını.
Baktım evlerdeyiz, baktım yaz yakın, baktım tek seyahatimiz bir süre daha anılara...
Hava ısındıkça ve tatil fikri uzaklaştıkça, eskiden ne güzel tatillere çıkardık demeye başladık kendimize.
Ben de arada denize, güneşe, tiril tiril elbiselerle rüzgarların karşısına, gün batımlarına gitmek istediğimde, arşivden bir anı oynatıyorum.
Tuhaftır aklıma hep, küçük anlar geliyor.
Deniz kenarında Aziz Arif’le yürüdüğümüz kısacık bir yol ya da bir bahçe ya da bir esnaf lokantasındaki kağıt masa örtüsü.
Neyse, baktım hülyalara dalma zamanı, dedim benim böyle bir şarkım var. Bırakayım gitsin.
Bu Sakız Adası seyahatine oğlumuz 4 yaşındayken, onu ilk defa anneannesine bırakıp gitmiştik.
Bana aldırdığı nefes ve hatırlattıkları bambaşka o yüzden.
Haberlere baktım.
Gelen bütün videolara inandım.
Alt dudağımı yedim.
İçime bir mürekkep gibi boydan boya endişe ve korkunun yayılışını izledim.
Annemi, babamı, kardeşimi, arkadaşlarımı özledim.
Kitap okuyamadım, kafamı veremedim.
Film izleyemedim, hiçbir hikaye beni ilgilendirmedi. Uyduruyorlardı.
Derin bir nefes verdi.
Bunca yılın telaşından tutulan kaslarını esnetti.
Belki de uzun zaman sonra, hiçbir şey yapmamanın güzelliğinin tadı geldi ağzına.
Duruyordu. Sonunda.
Dışarda yağmur yağıyordu, uzun uzun yağmurun sesini dinledi, çayından bir yudum aldı.
Geçmişin musluğunu açmayacaktı.
Oradan içeriye hep çamurlu su akardı. Olanlar olmuştu, olacak olanlar da olacaktı.
Bazen olmuş olanların bitmiş olmasına, olacak olanların da nasılsa olacak olmasına kendini bırakmak gerekirdi.
Yıllar önce okuduğum bir kitapta, koca kitap boyunca, adam odasında yolculuk ediyordu.
Ve seyirlerinin günlüğünü yazıyordu.
Xavier de Maistre’nin 1829’da, düello cezası olarak 42 günlük ev hapsinde yazdığı bu romanda, evindeki kanepede oturarak Alpler’e tırmanmaktan ya da Amazon nehirlerinde kayıkla gezmekten daha uzaklara gidebiliyordun.
Seyahatin illa ki dışarıya doğru olmadığını o kitaptan öğrendim.
İnsan oturduğu yerde çok uzaklara gidebilir ve mesafeler görecelidir.
Bazen pencerenin önüne gitmek, Zanzibar’a gitmekten daha zor olabilir.
İkinci yolculuk, içe yolculuk, yolculukların en bitmezi. Bunu biliyoruz zaten.
Çok ama çok sinirlendi. Bize iyi bir ders vermeyi kafasına koydu ve durdurdu her şeyi.
Seyahati durdurdu, işleri güçleri durdurdu, ziyaretleri, alışverişleri durdurdu.
Oturun oturduğunuz yerde ve biraz düşünün bakalım yaptıklarınızı, biraz kendinizle ve gerçek olan her şeyle baş başa kalın dedi.
Fark etmeden yaptıklarımızı bir bir sıraladı:
Siz sürekli uçağa binip oradan oraya gidiyorsunuz, ben öksürüyorum:
Çok acayip bir şey oldu. Tesadüf denemeyecek kadar garip. Greta hepimizin suratına bağırınca, dünyaya yaptıklarımıza bir baktık.
Dünyayı en çok kirleten ve küresel ısınmaya en çok sebebiyet veren şeylerden biri uçak seyahatleriydi.
Hatta İsveç’te uçanları aşağılayan bir kelime bile çıktı: flygskam (uçma utancı).