Sana ihtiyacım var mı?
Sensiz de tamam mıyım, tam mıyım?
Seni alınca kıymetin kaç gün sürecek?
Unutulacaklardan mısın, her gün dokunulacaklardan mı?
Senden önce sana benzerleri kullandım ve onlarla vedalaştım mı?
Hayatımda, evimde, dolabımda, aklımda, ihtimallerimde sana yer var mı?
Kötü kalpli üvey annesi ve kötü kalpli iki üvey kız kardeşi vardır. Ona kötü davranırlar.
O paramparça kıyafetlerle, evi temizleyip yemek yapar. Onlar aynada kendilerini güzelleştirmeye çalışırlar.
Derken bir gün Prens’in balosuna kendilerini davet ettirirler.
Daha doğrusu anne, kızlarının davet edilmesini sağlar. Tabi ki, Sindirella gitmeyecektir.
O evde kalıp, kaderine küsmeye devam edecektir. Derken, büyük gün gelir.
Üvey kız kardeşler hazırlanırlar, giyip süslenirler, baloya giderler.
Sindirella evde ağlarken, peri gelir, kabaktan at arabası, farelerden atlar, kertenkeleden fayton sürücüsü yapar.
Bir değnekle de elbiseyi halleder. Parlak elbiseli göz kamaştıran Sindirella’ya da son olarak, camdan ayakkabılarla taçlandırır.
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil...
Sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın. Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun.
Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın. Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın.
Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.
Sevdikleriyle bir arada olsun. Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın. Lafları birbiriyle başlasın.
Evde, ‘hayat nasıldır’ diye gözünün içine, davranışlarına, tepkilerine bakıp, içine sürekli notlar düşen bir küçük olunca, ister istemez çekidüzen veriyorsun kendine.
Daha önce hiç olmamış bir şey bu çünkü.
Kimse sana bakıp, kendini baştan yapmadı.
Kimse, hayatı senden dinlemedi.
Kimse, verdiğin tepkileri kopyalamadı.
Kimse, senin korktuklarından korkup, senin endişelerinle kaşınmadı.
İşte bu yüzdendir ki, evde küçük biri oldu mu, kendini sökme ihtiyacı duruyorsun.
Dünya denen bu harikalar diyarında yaşamak istiyorsak, yavrularımız da derin nefesler alsın, denizlere dalsın, ağaçlara çıksın istiyorsak, biz azalmayı öğreneceğiz.
Dünya artık bize açık açık, hayvanları bu kadar yemeyin, arabalara bu kadar binmeyin, plastikleri oraya buraya atmayın, plastiğe alternatif arayın diyor.
Ben kendi payıma düşeni yapmaya başladım bile.
Geçen hafta elektrikli küçük tuk tuk’umuza binip, evimizden sahile olan yolda çöp topladık.
Kızlarla bu sene yılbaşında birbirimize hediye almıyoruz, olan şeylerimizi değiş tokuş yapıyoruz.
Sahip olduğumuz şeyleri takas edeceğiz.
Her 8 küçük şarkı öncesi, salondaki izleyenlere 8 soru sordum.
Cevapları karşısında bir kere daha emin oldum ki, çoğumuz ömrümüzü, hayallerimizden uzakta, başkalarının hayatlarını takip ederek ve kendimizden şikayetçi olarak geçiyoruz.
Bazı sorular sorulsa bile yeter. Cevapları hemen içeride toparlanmaya başlar ve gün yüzüne çıkana dek vazgeçmezler.
O sebeple sorulardan bazılarını buraya da yazacağım. Soralım dursun. İçteki cevap arayıcılar çalışsın dursun. (Biz uyurken bile uyumaz onlar)
Bu salonda kaç kişi (salonda 500 kişi), sabahları rüyasına uyanıyor? (Çok az kişi parmak kaldırdı)
Geceleri yatınca rüya görüyoruz ama bence o muamma zamanı açıklamak, anlamlandırmak zor.
Belli değil o rüyanın ne olduğu. Daha çözülemedi.
‘Taşı bunu!’ denilmiş taşıyoruz.
Neden taşıdığımızı bilmiyoruz.
Hiç sormamışız. Hiç sormadığımız o kadar çok soru var ki, cevabı bekleme salonunda hazır nazır bekleyen.
Taşı babam taşı. Boyun ağrılarımız, sırt ağrılarımız, koşamayışımız hep ondan.
Çocuklar ondan hafif belki. Kuş gibi onlar.
Hayat daha külçelerini tıkıştırmaya başlamamış sırtlarına.
Aynı şikayetle aynı doktora gittiğimizde, aynı parkta aynı yaşta çocuklarımız oynarken, aynı manavdan aynı domatesleri bile seçerken ‘ayrı’ kalmayı seçiyoruz çoğu zaman. Bu belki eski bir korkunun, modası geçmiş bir kalkanıdır bilmiyorum.
Kendimizi yabancılara kapatmak.
Sokakta tanımadıklarımızla konuşmamak. Sırları açık etmemek. Başkalarıyla yüz göz olmamak. Artık neyse.
Bir şekilde beni, belki de hayatta en çok şeyi paylaşacağım insanlarla tanışmaktan alıkoyuyor.
Halbuki tanıdığımız insanlarla, hep aynı şeyleri konuşuyoruz.
Hakkımızda bir fikri oluyor onun muhakkak.
Şöyle bir hayatı var, şunu sevmez, bunu desem hoşlanmaz gibi kafeslerde görüyor beni.