Başka bir anne yakınıyor mesafeli şezlongundan: “Bittim ben online okulda. İki oğlan iki farklı odada. Ben arada. Zaten küçük hiç oturmadı ki başına...”
“İlk hafta açılsa da göndermem, duruma bakarım” diyenler... Kimse eylülünü bile göremiyor, öyle bir temmuz.
Sıcağa, denize ve yine her zamanki saatlerinde, yine hep bir ağızdan, kendilerine eş bulmak için ciyaklayan ağustosböceklerine rağmen, bu yaz, başka bir yaz.
Bu yaz denizde yüzerken, yüzüne sudaki maskenin yapıştığı yaz.
Bir yerde kahve içtikten sonra, “E garson eldivenli değildi, bu kamıştan bir şey olur mu?” diye sorduğun bir yaz.
Bu yaz, herkes karantinasını geride bırakmak için, “korona yok canım artık”cılık oynuyor. Hele ergenlik çağındakiler, 20’li yaşlar, onları asla evin klimasında tutamıyorsun. Deliler gibi birbirlerine kavuşmak isteyen âşıkları tutamadığın gibi, onları da tutamıyorsun. Artık birbirlerine dokunmak, bir şeyler içip koronayı birkaç saatliğine unutmak, güneş batışlarının dalgalarla buluştuğu o yerde dans etmek istiyorlar.
Mezuniyet törenlerinde kep fırlatır gibi, maskeleri fırlatıp güneşine koşuyor herkes. Sanki ev hapsinin sonu kutlamaları gibi. Kimse de bu kaynaşmanın maliyetini hesaplayamıyor şu an.
Yaz yaz bir sisin içinde gibiyiz, adım attıkça göreceğiz olacakları. Bu da insan beyni için ne yorucu bir şey. Kontrol ve beklenti yokken yol almak, hiç bizim türümüze göre değil. Şaşaladık.
Konuşmadan yürüdüğümüz oluyordu, korkuyorduk aslında, ama bir aradayken geçiyordu birazı.
Çocukluğumuz, ilkokul öğretmenimiz, sevgililer, üzerimize basıp geçenler, en küçük olduğumuz o gün, en büyük olduğumuz başka gün... İtiraf etmeyip ne yapacaktık ki her şeyi? Dünyanın sonu geliyordu.
Ben şehir kızıydım normalde.
Ankara’da sinekten bile kaçarak büyüdüm. Dağlar, ormanlar, denizler hep bilinmez tehlikeler barındırırdı.
Bir çalılığa bile fazla güvenemezdin. İçini görmediğin şeylerin yanından rahatça geçemezdin. Ama şimdi her şey değişmişti.
Sanki başka bir Nil’in hayatını yaşıyordum. Bunu zenginleşme olarak gördüm sonra. Eskiden korktuğum şeylerden korkmamak, endişelerimin en azından bazılarına son verebilmek büyük bir zaferdi benim için.
Karantina zamanları, vebadan kaçar gibi koşar adım tırmandığımız o kayalar, içimde yeni güçler keşfetmeme sebep oldu.
Üzerinden 20 sene geçmiş. Yok merak etmeyin sanat yılımın 20’nci yılını filan kutlamayacağım. Hâlâ şarkılar yazmaya, yazı yazmaya, konser vermeye devam ediyorum. Bu işi 20 yıl boyunca, saman altından su yürüterek yapmaya çalıştım. Patlamalarım oldu ama onların hepsini Nevada çölündeki 51. Bölge gibi olmadık yerlerde gerçekleştirdim.
En başından karar vermiştim vitrinde yaşamamaya. Bugün bile sosyal medyanın en asosyal meşhuru ben olabilirim. İstediğinde görünür olan bir süper kahraman gibi.
En başında, saçlar gibi karışacağını hissettim işin. Nil’i alıp bana Nil Karaibrahimgil’i vereceklerdi. Sonra da bir daha başka biri olamayacaktım. Nil’e de dönemeyecektim. Aynalar bile bana “Sen Nil Karaibrahimgil’sin” diyecekti. Aynada kendinle göz göze geldiğinde başkasını görmek gibi bir şey. Allah korusun.
Kim demişti şimdi hatırlamıyorum, “Eğer herkes adını biliyorsa, yandın demektir. Git hemen değiştir ve o yükten kurtul” diye. Haklıymış. Neyse ki, Nil’i aklımda tuttum da delirip, kendimi dünyalar zannetmedim. Güneş de zannetmedim, yıldızlar da. Onlar ben olsam da olmasam da yanmaya devam edeceklerdi.
Kendini kandırmanın alemi yoktu. (İyi ki üniversitede felsefe okumuşum, yoksa insan üzerine yaldızlar geldi de azcık parladı diye delirebilir bile.) Aklımı başımda, kökümü da altımda tutmayı başardım bir şekilde.
Peki n’oldu? Geçen hafta insanlardan en az birkaç deniz mili uzakta, üstelik denizin üzerinde tatil yaparken, sahile piknik yapmaya gelen bir aile, uzaktan bütün gün telefonlarıyla fotoğraflarımızı, videolarımızı çekmiş. Sonra da onları gazetelere vermişler.
Haliyle ben de geçen hafta hem internette hem de gazete sayfalarında, çarşaf çarşaf dedikleri türden bir yaz yaşadım. Denizlere atladım, oğlumla şakalaştım, bikinili görüntülendim ve daha neler neler.
Sonra oturup düşündüm. Burası benim evim, bu benim ailem. Kendi Instagram’ımda bile paylaşmadığım aile hayatımı, adamın biri çekip dağıtabiliyor. Peki ben o aileyi çekseydim ve karı koca bassaydım, koca koca bassaydım?
Herkes balkonunda karpuz kesti bi güzel.
Çocuklar dondurmalarına bir top daha istediler.
Akşamları serin denilip sırta bir şey alındı.
Terlenip yüzüldü.
Güneş kremlerinin tarihlerine bakıldı. Mahkemede geçen bir film seçilip yarısında uyundu.
Akşamları yıldızlara bakma hevesine, “başka gün” dendi.
Denize, Gül’ün köpeği Pita’nın suyunu döktüm gece, büyü gibi parladı denizin orası.
Sanki Truman Show gibi bir filmde, alan memnun satan memnun bir hayat yaşıyorduk da, o sahte güneş söndü, kısa devre yaptı.
Biz de bazı gerçeklerle sırılsıklam olmak zorunda kaldık.
Sıçan gibi ıslandığımız yetmiyormuş gibi, korkudan da tir tir titriyorduk.
Evimize, içimize, birbirimize kapandık. Çıkamadık. Çıkmadık da.
Sonra işte, ‘başka şekilde yapın artık ne yapacaksanız’ gibi bir şey oldu.
Mecburen onlar denendi.
Sağlığını, işini, sevdiğini kaybedenler oldu.
Kitapta diyor ki, “Herkes ağaç gibidir. Binbir şekilde dünyaya gelir. Hangi ağaç olduğunu seçemezsin ama nasıl büyüyeceğini seçebilirsin.”
O sayfa farklı ağaçlarla dolu.
Her akşam o birini seçiyor, ben birini.
Dikkatle baktığında bazılarının küçüklüğüne rağmen iddiasını, inceliğine rağmen taşıdıklarını, seyrek yapraklı olmasına rağmen süsünü görüyorsun.
Rengarenk yapraklarını...
Her akşam o sayfa, bizim için koca dünya. O farklılıklar en büyük zenginliği.
O sayfada herkes ağaç. Herkes eşit.
Neden ağladığını çözemediğiniz bu minik insan, gecenin üçünde var gücüyle bağırarak elinizi ayağınıza doladığında, gözyaşlarına boğulmadan önce bir durun. Derin bir nefes alın. Ve unutmayın.
Bu geçici. Evet, geçici.
Bu gece sonsuza dek sürmeyecek. Sabah olacak.
Sonra nice sabahlar. Ve sonra başka geceler olacak.
Buna hiç benzemeyen.
Bizim genelde bir şeylere çaresizce üzülmemizin sebebi, onları sonsuza dek öyle sanmamızmış.
Kendimizi o şeyin içinde hapis zannediyoruz.
Bir tırtıl kelebek olmak üzere, kozaya girdiğinde, önce sıvıya dönüşüyormuş.
Bu sıvı haldeyken, tırtıl da değil kelebek de. Sanki bir çorba.
Ama canlı çorba.
İçinde kelebeğin bilgisini ve hayalini taşıyan hücreler dolu.
Onu kelebek yapacak olan dönüşüm de o çorbada.
Kanatlar da aslında çorbada. Sadece daha gerçekleşmemiş.
Demek ki gerçekleşmemiş hiçbir şey olmuyor değil.
Şu an olan, olmakta olan ama gerçekleşmemiş bir sürü şey var mesela.