4 Eylül 2006
Diye sordum, Londra’da yaşayan arkadaşıma. Ne işe yarıyor, napıyor, ne diyor, ne değişti? Yalıkavak’ta gece sahilde yürüyorduk ve benim de bir hayat koçuna ihtiyacım vardı! Neyim eksikti, daha doğrusu daha fazlasını yapmak için, eksik neyim vardı? Aklı selim birini, kendi problemlerimle gönüllü bir boğuşma içine itmek ve halini izlemek öğretici olurdu. (Ben hayat koçunu, sadece Nip&Tuck dizisinde görmüştüm. O da öyle psikopat çıkmıştı ki...) Sonra anlattı neler yaptıklarını... Ortalarda bir koç falan görünmediğine göre, yazıyorum.
Egzersiz 1: Tanıdığın 20 kişiden, seninle ilgili 3 pozitif sıfat yazmalarını iste. Sonra oturup bunları oku.
Gördün mü, o kadar da nefret edilecek biri değilmişsin. İnsan kötü taraflarına odaklı varlık olduğundan, kendine ait güzel şeyleri ödüllendirmiyor-muş. Halbuki bak!
Egzersiz 2: Aşağıdakileri bir kağıda yaz, ve günde 3 defa, en inandırıcı tonda kendine yüksek sesle oku.
1. Ben amaçları olan, yetenekli biriyim. Ve dikkatimi bunlara ve kendi gelişimime vericem.
2. Kendime değer veriyorum, çünkü kalbimde sevgi ve iyi niyet var.
3. Hayatımdan en iyisini bekliyorum, çünkü ona bunu fazlasıyla geri vericem ve hep şükredicem.
Egzersiz 3: Sağlıklı beslen. Omega 3 ve 6 kullan.
Bu yağlar, insanı mutlu ediyormuş. Her türlü yağ öyle değil mi zaten:)
Egzersiz 4: Mutlu insanlarla konuş, güldüren filmler seyret, iyi şeyler oku.
Hakikaten, aptallaşmak pahasına neşe satın alınabilir. Nedir ki yani değil mi sonuçta hayat!
Egzersiz 5: Küçük turuncu sticker’lar al ve evinde çeşitli yerlere yapıştır. Onları her gördüğünde gül, kıkırda, gülümse.
Sonucu yaşayıp, nedenini sormama egzersizi. Bence gülünce, güldürüyosun zaten. Hem kendini, hem elalemi:))
Egzersiz 6: Düşün ki sinemadasın. Film senin hayatın. Bugünden 5 yıl sonrasına kadar uzanıyor. Ne izlemek istiyorsun? Önündeki bu 5 yıl içinde, kendini nasıl görmek istiyorsun? Yaz.
Ben, buna ciddi egzersiz derim işte. Hadi bakalım, kolay gelsin.
Egzersiz 7: Kendine, ne yapmak istediğinle ilgili somut istekler içeren bir mektup yaz. İki günde bir oku. Değiştir, ekle, çıkar.
Bu şart. İnsan nereye gittiğini ve oraya gidişin yol haritasını unutup duruyor. Yazıp, karşına asmak lazım. Oyma kakma sanatı bunlar.
Şimdi, benim buradaki vaktim doldu. Başka şeyler de var ama, evde koçsuz moçsuz yapabileceklerimiz bunlar. Diğerlerini anlatamıyorum, diyagram falan çizmem lazım. Ben, bu hayat koçu meselesini sevdim. Böyle tip top paket şeyleri severim. 5 seansta, hayatındaki kırışıklıkları toparlıyor daha ne olsun? Gözlerinin içi gülen, genç kalır zaten. Bunları yapmaya başlayalım, sorup cevaplayalım, kaybolmayalım.
Kopmayalım, haftaya yine bu köşede buluşalım. (Eğer kaybolmazsam, neden çağımızda kendi kendimizin koçu olmaktan uzaklaştık ve birileri hayatımızı düzene koymaktan para kazanır hale geldi bunu yazıcam.)
Başarılar.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2006
Delice bir şekilde, mantıksızlaşma isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Daha doğrusu, yazdan dolayı yanıp tutuşuyordum, bu da beni mantıksızlaşmaya istekli hale getiriyordu. E-mailin başına oturdum ve yazmaya başladım:
’Merhaba,
Adım nil karaibrahimgil.
İstanbul’da bir yazıcı-besteleyici-söyleyiciyim.
Üçüncü albümümü yaparken, bir gün stüdyoda ’kamikaze’ diye bir şarkı kaydediyorduk. Bu, aşkı kamikazeye benzeten bir şarkı. Aşıkların içinde bulundukları hassas ve geri sayımlı dünyayı anlatıyor. Neyse, o sırada televizyonun sesi kısıktı ve bir klip vardı. Klip, Doves’un ’sky starts falling’ şarkısınındı. Aynı zamanda ne tesadüftür ki, kamikazenin de klibiydi! Yani bu klip, o uçakları ve siyah beyaz hayal dünyasıyla, hem Doves’undu, hem de benimdi.
Sizden ricam şu: bu klibi, İstanbul’da kamikaze şarkımın klibi olarak kullanmak istiyorum. Şarkıyı size yolluyorum. Bu uyum sizi de şaşırtacaktır. Eğer yüzümü görmek isterseniz, youtube’a girip ’pirlanta’ yazın. O, bu albümün ilk klibi. (kadınlara kendi pırlantalarını, kendilerinin almasını öneriyor.)
Bu maili size atmamın sebebi, ’hayatta hiçbir şey imkansız değildir’in bana verdiği motivasyondur. Böyle bir şeyi istemek bile çok eğlenceliydi.
Klibin yönetmeni Reuben Sutherland’e verdiği ilhamdan dolayı teşekkür ederim.
Sizlere de teşekkür ederim.
Nil.’
Bunu, klibin prodüksiyon şirketine yolladım. Hahahahahahaha. Kafamdaki yuvarlak masada şunlar konuşuluyordu: ’Yok ya, uyanık bayan, biz büyük bütçelerle bir klip çekelim, siz de üzerine kurulun.’ ’Daha neler, 2005’te çekilen ve hálá dönen bir klip, iki şarkıya birden ait olabilir mi? Olamaz.’ ’Bu klip, bu şarkıya çekilmiş bir klip, sizin şarkınızda uçak var diye kendinizin zannetmek ne kadar büyük bir saygısızlık.’ ’Doves diye bir grup var. Klip onların ve plak şirketlerinin. İnternetten baktım, kabul edecek insanlara benziyorlardı da ne demek!’ Ama bu kurul insanın sıkıcılığını sağlamakla yükümlü olduğundan, onlara pek kulak asmadım.
Mailime 4 gündür bir cevap gelmiyor. İlk gün okumamışlardır’la geçti. İkinci gün, Doves’a konuyu paylaşmak için ulaşmaya çalışıyorlardır diye düşündüm. Üçüncü gün, de öyle. Dördüncü gün, evet dördüncü gün şunu düşündüm: Beni deli zannedip, kaale bile almadılar. Bu düşüncenin bana verdiği zevki size anlatamam. Klibi kullanabilirsiniz’den bile daha çok gıdıklıyor beni!
Her gün aklıma esen, beğendiğim insanlarla böyle bağlantılar kuruyorum. Moskova’daki Maxim’le 2 aydır kıyafet pazarlığı yapıyorum. Türkiye’de çok çok çok ünlüyüm, tanıtımınız olur diyorum.
YAYAYA küçülen dünya, döndür sen beni!
ŞAŞAŞA kalkarım amuda, ayaklarımla durdururum seni!
(besteleyin bunu:)
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2006
Mış.
Benim lafım değil. Babamdan duydum bu sabah. Güzel laf değil mi diye söyledi. Bence, birinin onu silmesini, silgi işkencesi çeke çeke yaşamış biri söylemiştir. Silgi işkencesinin tendeki acısını anlamak için, elinize bir silgi alıp, bastıra bastıra kendinizi silmeye çalışın. İşte, aklınızda tuttuğunuz birinin, bunu sizin ruhunuza yapmasına ’silgi işkencesi’ denir. Aynı zamanda denir ki, zaman her acıya pansumandır. Bu durumda unutup unutmamak, hafızanın problemi!
Mi?
Bence duygular denilen gizli saklı şeyi, açık açık yaşasak her şey daha güzel olurdu. Yani yüzümüzden falan anlaşılmasa, imalardan falan güç almasa, hareketlerimizden sonuç olarak çıkmasa. Ortaya koysak. Gündüz vakti herkes ayıkken de sokakta ağlayan, bağıran, ’NİYE?’ diye haykıran insanlar görsek. O zaman bu kadar somurtuk, düşünceli ve önüne bakarak yürüyen insan olmazdı kaldırımlarda.
Da,
Nasıl olucak bu iş? İnsanın ilk saklamayı öğrendiği şey duygularıyken. Kalp, bir tek tıp alanında bağıra çağıra konuşulurken. Erkek adam ağlamazken, kadın kısmı hokkabazken. Bakın ben bir metod düşündüm. Şu kalp işlerini sessiz sedasız çözmek için. Gereken tek şey, kağıt, kalem ve gerçekten açık bir kalp. Herkes, vücudunda nerenin yaralı olduğunu, gözü kapalı gösterir. Herkes, ruhunda ve kalbinde tam olarak nerenin yaralı olduğunu da, gözü kapalı gösterir.
Ken,
Kağıdı önüne alıp, yazsın. Madde madde. Hepsini bir çırpıda yazmak zorunda değil. Hatırladıkça eklesin. İki gün müddet versin kendine yeter. Mutfak listesi gibi. Otursun, tek tek yazsın. ’Sevgili.....’ diye başlasın o kağıt. Çünkü sevilmeyen birinin, kalp kırmaya gücü yoktur. Kalbimizi eline almayan, onu kıramaz sonuçta değil mi? Yazalım, şuna kırıldı buna kırıldı. En saçma seyleri bile. Biliyoruz ki saçma, kalbe girip yaralayan bir şeydir.
Di.
Bir şeydi. Ama geçmişe ait bu şey, geçmişte kalmıyor bazen. Ben, kelimelerin en büyük büyü olduğuna inanıyorum. Bu yüzden bu ’silgi işkence’lerini ve kalp kırıklıklarını bir kağıtta bir araya toplamak, onları buruşturup atmanın ilk adımı. Sonra o kağıdı katlayın. Cesaretiniz varsa, kalp kırana verin. Yalnızken, kendi kalbine okusun. Onun kalbi taşısın artık onları.
Ya da,
Buruşturup atın. Bir kalbe en iyi gelen şey, affetmektir.
Tır.
Hadi kalksın kalpten, o ağır yük taşıyan tırlar.
Ve biz başlayalım yazmaya:
Sevgili......
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2006
Hayatta çok inandığım bazı şeylere, sadece fantastik filmlerde rastlıyorum. Halbuki o kadar gerçekler ki... Örneğin: özel gücü olmayan kahramanlar- Onlara hayranım. Uçamazlar, kaçmak zorunda kalırlar. Yanlış yaparlar, rezil olurlar. Sözlerinden dönerler. Yine de, bir yerinden napar yapar, o kahramanlık otobanına çıkarlar.
bazı şeylerin, içinde dura dura habitatlarının şeklini alması- Etraf suysa, yüzgeç çıkarmaya başlamak gibi. Ya da etraf havaysa kanat. Evrim gibi. Hem hayatta kalmak için, hem de olduğun yeri unutmamak için sana takılan bir uzuv. Otantik işte.
bir şeyin o şey olması, ama o şeyde alıştığımız gibi görünmemesi- Bunlar insandaki patern zincirlerini kırar. Bir sonra yapacağın şeyde, ’ben böyle yapıyorum kardeşim’ gücü gelir. Vitamindir bunlar. Bence sanatın tek faydası da bu.
en güvendiğimiz şeyin fikrini değiştirmesi- Bu ilk başta büyük hayal kırar, sonra yenisini yapar. Ben sokakta o tarafa gitmekten vazgeçen insanları da seviyorum. Komik olmak pahasına, binbir akrobasiyle geri dönerler. En azından ben öyle dönerim.
tesadüflerin insana fark ettirmeden onu koruması- Tesadüflere inanmamak gibi. Korumak için varlar diyecek kadar da iyimser. Ama biliyorsunuz hayat, hafif ittirip çekiştiren birşey.
ve bir şeyin tam olarak hiç bitmemesi- Bence hiçbir şey bitmez. Ya da her şey biter. Biten de başlar. Başlar ama bittiği yerden.
Filmde bunların hepsi bütün özel efektleriyle var. Filmin kahramanı bir korsan. Kahraman ama ahlakını yazanın kalemi şaşmış. Şakacı birinin kaleminden çıkmak gibisi yokmuş... Filmin sonunda da içine virgül kıvrılmış noktalardan var. Tam bana göre.
Ben, bu hayattan uzak türleri çok seviyorum. Harry Potter olsun, Lord of the Rings olsun, Mirror Mask olsun. Yeter ki olsun. Bana büyünün ve kocaman şeylerin varlığını unutturmasın. Olağanüstü şeylerin olmadığı her şey olağan. Bence, Karayip Korsanları’nın milyonlarca insan tarafından seyredilip durması bundan. İçinde hem mucize hem de vecize bulunan şeylere rastlamak kolay değil.
O yüzden, öyle içten selamlıyorum ki, suların altından yarı insan yarı deniz mahsulü varlıklar çıkaranları ve korsan yapıp gözünü ve ayağını koparmayanları. Hayatın rüya kısmını da en çok bu yüzden seviyorum. Geçenlerde rüyamda bir kadın, bir sirk çadırında dikişlerimi söküyodu (dişlerimi değil, dikişlerimi). Yatmadan önce okuduğum kitabın 256. sayfasında da, Angel Islington çıktı her şeyin altından...
Her şeyin altı...
Her şey altından.
Anlatabiliyor muyum? Fantastik şeyler bunlar. Tın.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2006
Ben, Duygu Asena’yı hiç tanımadım. Onu sadece bir kere, Çırağan Oteli’nin bahçesinde çay içerken gördüm. O zaman ben daha özgür kızdım. Birbirimize bakıp gülmüştük. Ben sonra dönüp, ona bir kere daha bakmıştım...
Bir gölge altında, karşısındakine bir şeyi güzelce ve direkt anlatıyordu. Hiçbir kitabını okumamıştım. Ama ne dediğini biliyordum.
Sonra bir kere sesini duydum. Konuk olduğum bir canlı yayına bağlanmış, hakkımda güzel şeyler söylemişti.
O an, ’ona çok daha güzellerini söylemeyi unutma’ diye aklıma not düşmüştüm. Bu önemli not, koşuşturmalar sırasında aklımdan uçtu.
Ona söyleyebildiğim ilk ve son söz, bir televizyon stüdyosu koltuğunda yüzünü görmeden söylediğim bir; teşekkür ederim’dir. Bu da, bugün düşününce, belki de ona söylenebilecek en güzel şeydi.
Hasta olduğunu duyduğumda, gözkapaklarımı yarıya indirdim.
Çünkü hayata, bizimle aşağı yukarı aynı yerinden tutturulmuş olan insanları biliriz. Kopup gitmelerini, doğal bir güdüyle istemeyiz.
Pek çoğunu tanımaz, varlığını hissederiz. Hep beraber kocaman bir hırkanın bir boğumu olduğumuzu düşünürsek, mesela sırt tarafında kalanları görme ihtimalimiz bile yoktur. Ben en azından, ona rastladım.
Geçen hafta herkes, onunla ilgili anılarını yazdı.
Bense bir paragraf bile yazamıyorum. En azından, onu hastanede ziyarete gitmek istemiştim.
Gidemedim. Ama hayatta gidemedim diye birşey yok. Gitmedim var. Bu, şu an beni çok üzüyor. Gözkapaklarımı tamamen indirecek kadar.
Eğer, randevuma geç kalmasaydım, o oradan gitmemiş olucaktı ve ben ona birkaç cümle söyleyebilecektim.
Tabiki sonu, kollarımı boynuna doladığım bir teşekkürle biten.
Onun da bana diyecekleri vardı. Hissediyorum.
Belki yarısı işaret parmağı havada anlatacağı, kadın dikkati gerektiren şeylerdi.
Belki diğer yarısı, avucunu alnımdan çeneme kaydırarak söyleyeceği bir ’böyle devam et’ olurdu. En azından ben, bu yaşanmamış sahneyi, hep böyle hatırlarım.
Bir daha önemli notların, koşuşturmalarda uçup gitmesine izin vermem. Randevularına gecikmeyen bir kadın olmaktan bıkmam, usanmam.
O bana bunu muhakkak öğütlerdi.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2006
Şu keşfime bakın: herkes güzel, tercihen çok komik ya da dramatik, bir hikayenin peşinde. Birbirimize, ki bunun olabilmesi için birden fazla olmamız şart, anlatacak bir şeyimiz yoksa, sessiz bir film kadar siyah beyazız.
Yazmamız, çizmemiz, filmini çekmemiz gerekmez, anlatalım yeter. Bizi başrole oturtan olaylar, ilginç bir zincir olsun yeter. Hem, birileri için en sürükleyici şey olmayı kim istemez?
İnsan bazen içinde bulunduğu hikayeyi ilginçleştirmek için, türlü tuhaf yollara başvurabilir. Başvurmalıdır da.
Madem hayat pıt diye akıp gidicek, gençlik güzellikten 3 gün içinde eser kalmıycak, o halde başımızdan anlatmaya değer olaylar geçmesi iyi olur.
Bu yüzden, güzel bir şey yakaladığımızda, onu eğip büker ve dönemeçler yaratırız.
Girdaplara dalıp çıkar ve absürd sorularla konuları uzatırız. Aksi halde hayat son derece sıkıcı olabilir.
Mesela, Göçek’te palet havlu şnorkel almak için girdiğimiz dükkanın tombul sahibi, indirim istediğimde ’sen fiyata karışma abla!’ gibi bir laf etmese, anlatıcak şeyim kalmayabilir. (Eşi de, ben bir şeyi duymayınca bana ’alooo’ dedi.)
Bu hikayenin okununca komik olmadığından eminim, ama o sırada benden bir duysaydınız...
Bence hikayeler başımızdan geçmiyor, biz başımızı hikayeden geçiriyoruz. Bu çok mühim bir fark. Birinde durup beklersin, diğerinde kıpırdanırsın.
Birinde rol oynarsın, birinde rol verirsin. Ben bunu kendi kulağıma fısıldadığımdan beri, hikayeler peşindeyim.
Başlıksız hikaye olmaz, o yüzden önce başlıklar peşindeyim.
Hayatın Ayşegül serisinden bir farkı yok. ’Nil Hindistan’da klip çeker’ episodum, iki ay sürecek olan musonlar yüzünden iptal oldu. Yerine güzel bir şey koymam gerek.
Hemen başımı bir hikayeden geçirmem gerek. Hemen başınızı bir hikayeden geçirmeniz gerek. Başlığı bulayım. Başlığı bulun.
Ben çok kopuk kopuk anlattım, siz daha derli toplu olun.
(koca adamların başı ilginç hikayelerden geçmez, bu yüzden saçmalamayı ve mantıksızlığı elden bırakmayın.)
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2006
Şu anda turnedeyim. Bütün kış beklediğim şeyin içindeyim. Şarkı söylemek için sürekli güneye gitmeye, ’40 derece turnesi’ denir. Denizinde hareketsiz durulur, güneşinin gölgesinde kitap okunur ve gece sahnesinde dans edilir. Dün Cunda’dan kalkılır ve bugün Çeşme’de oturulur. Gözlemlediğim kadarıyla, 40 derecede eriyen şeyler şunlardır:
n İstanbul’da katı halde bulunan her şey: 40 derecede eriyip gidiyor. Hani duyunca kedi gibi kaskatı kesildiğimiz şeyler var ya, onlar burada eriyip birbirine karışıyor ve elle tutulur bir yanları kalmıyor. Amaaan diyorsun, pusula güneyi gösterdiğinde bu olay böyle fırtınalı değil. Benim tek derdim deniz soğuk mu değil mi, bu bikini mi şu bikini mi...
n Kendimizle aramızdaki buz dağları: kışın insan solgun görünüyor. Benim gibi boğazlı kazak giymek için yaratılmış kuzey buz denizi varlıkları bile, yazın yüze göze attığı mavimsi pembemsi tonlara bayılır. İnsan yazın güneşle rüzgarı buluşturursa terlemeden ısınır. Kitabının üzerinde saatte 5km.yle gitse bile, kendine 100km.yle yaklaşır. Güneye giderken uyduruk bir motelde mola verir, herhangi bir odada kendinle buluşursun. Ve valizlerde ne varsa satıp, benzin alırsınız beraber.
n Aşk utangaçlığı, kalp tutukluğu: bunu süslü püslü yazamıycam. Düz yazıyla yazıyorum: bütün grup msn’de! Hayatımda msn, icq, ucp bilmediğim için (burada çok ince bir espiri yapmadan edemedim işte), öğrendim ki bu sıfır ve birlerin arasında yaşanan bir flört kozası. Koca koca adamlar, yataklarının ayakucuna uzanmışlar, yüzlerinde bir tebessümle, teenage kızlar gibi sabaha kadar yazışıyorlar. Bana sorarsanız, 40 derecede kalpler eriyik halde olduğu için, makine mühendisliği yapmadan da aşk yaşanır ama dinletemiyorum işte. Yazınca sıcaklaşan şeyler biliyorum ama, kalp işleri bakışlarla halledilir en kısa.
n Deniz minaresi ve su bisikleti: Deniz minaresini hayatımda ilk defa bu yaz gördüm! Keşke çocukken keşfetseydim, büyük eğlence çıkardı. Bana yapılanı en az 50 kişiye yapar kahkaha atardım. Barış bana denizden bulduğu minareye benzer, küçük bir kabukçuk verdi. Bunu kıpırdatmadan tut dedi. Ben böyle durumlarda sırf meraktan denileni yaparım. Derken içinde hayat belirdi. Tatlı küçük bir kıskaççık ürkekçe 40 dereceyi kolaçan etti. Kıpırdatmadığım için, dışarısını güvenli sandı ve dışarı çıktı. Dışarı çıkan şeyin korkunçluğunu anlatamam, kocaman bir yaratık! Örümcek gibi çok bacaklı, yengeç gibi iki kıskaçlı, salyangoz gibi antenli! Tabii ki elimdeki ömrü, gerçek yüzünü görmemle kısa sürdü. Levent, ki kendisi uzun ve büyük sayılır, başka bir minareyi eline aldı. Ona nasıl dokunuyorsun dediğimde de, çok güzelce söyle dedi: Asıl o bana nasıl dokunuyor, onun gözünde ben dev gibi adamım!!! Doğru. Kısaca 40 derece deniz minaresinin utangaçlığını eritiyor... Su bisikletine gelince, normalde iki kişi için yapılmasına rağmen, 40 derecede eriyip genişliyor ve üzerine 6 kişi binebiliyorsunuz. Sonra tehlikeli oyunlar oynayabilirsiniz, Cunda’dan başka bir adaya gitmece gibi. Ha yeri gelmişken söyleyeyim: insanın aklının yüzde ellisi de eriyor 40 derecede.
Haydi hayırlısı.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2006
Bana sarıldı. Kollarının sardığı kadar. Kalbinin atışını karnımda hissettim. Yaşı 12. Boyu yarım kadar. Uzun sarı saçlarında ellerim, ağlamasının geçmesini bekledim. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Ağlamamak mümkün değildi. Çünkü yüzünü yasladığı yerden içime bir ışık dolduruyordu ve bu bana fazlaydı. Ben bu kadar sevilecek birşey yapmamıştım...ne yapmış olabilirdim. Benim işim neydi?
Adı Nisandı. Ve ben onu hiç unutmayacaktım. Onunla Çeşme Babylon’un kulisinin önünde 20 dakika öyle durduğumuzu da. O bana hayransa, ben ona daha fazla hayrandım. Çünkü yaşın 12 bile olsa, kafanı kaldırıp, birinin gözlerinin içine bakıp, ağlayarak ben seni çok seviyorum demek kolay değildir. Gözyaşlarını sevgi ve heyecanın üzerine dökebilmek bir piyangodur. İnsan ağlarken, sanki gözyaşı dışarıdaymış da, acıtarak gözünün içine kaçıyormuş gibi ağlar. Bu öyle değildi. Bu içeriden dışarıya akan seyrek yaşlardandı.
Annesi ellerimi tuttu. Onunla da aramda var bir akım. Nisan, ben ve annesi, bu hayatta buluşmak üzere, önceki bir hayatta vedalaşmış gibiyiz. Sarılıp öyle kalmak, sık yaptığımız şeymiş gibi. Ne güzel öyle tatlı bir kızı, bu kadar heyecanlandıran birşey olmak ya da yapmak. Sana birşey vermek istiyorum dedi, küpelerimi, sen de bana birşey ver. Vermek zorundayım, belki başka bir hayatta birbirimizi ondan tanırdık. Gümüş içine doğru küçüle küçüle kıvrılan küpeleri aldım, yakamdaki parlak iğneyi verdim. O gitti. Ben de.
Sonra şunu düşündüm. Ben birşeyler yazan müzikli bir faks makinasıyım. Evet faks makinası gibi, bana biryerlerden şarkı fakslıyolar. Katiyen sahiplenmem. Bir amacı olsa gerek onların, zıplayıp hoplatmak ve bir ara dillere dolanmak dışında. Bazen birşey ördüğümü görür gibi oluyorum. Bilmiyorum. Bazen ne yaparsak yapalım hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için yapıyormuşuz gibi geliyor. Gibi geliyor. Şunu biliyorum, o kız beni sevmiş, katlayıp kalbine koymuş. Ben postacı gibi, ona beklediği bir haberi getirmişim. Hepimiz birer bit bilgi olabilir miyiz mesela birbirimizin hayatında? ...Kesin öyleyiz. Nisan, ben ve siz, işte böyleyiz.
(kendi kendini tekrarlama: rolling stones dergisinde duman grubuna keçe, kendime yanar döner kumaş derken, farklı materyalleriz demek istedim. Olur da yanlış anlaşılır diye şuracığa not düşeyim: Duman’ın müziğine bayılırım. Keçeye bayılırım. Ben keçe olayım, onlar yansın dönsün. Yeter ki demek istenilen doğru anlaşılsın. Yeter ki kumaşlar çeşit çeşit olsun.)
Yazının Devamını Oku