10 Temmuz 2006
Birisinin, kırkının ortalarında birisine bunu söylediğini duyunca tüylerim ürperdi, bir acele çöktü üstüme. Ben de sizin gibi hemen, yaşımı hesaplamaya kalkıştım. Boşuna. Artı eksi 10, 15 ekleyip çıkarınca, etkisinden bir şey kaybetmiyor. Aman Allahım diyorsun, sayısı kaç olursa olsun, sayılı yazım kaldı. Sayılar geri geri çok hızlı gider. Diyelim ki 20, bu yazın da ortasında olduğumuza göre, ne yani 19 mu?
***
Annemle, babamla, kardeşimle, sevgilimle, kocamla, çocuğumla, arkadaşlarımla, torunumla, kedimle ya da köpeğimle kendimi bu yaz hangi güneşlerde ısıtsam, hangi sularda söndürsem sorusu için sadece 20 yaz!
***
Son fırsat kampanyalar gibi. Sanki yazlar taksitle ödeniyormuş da, yüksek faizli hayat kredimizi çarçur ediyormuşuz gibi. Ağustos böcekleri falan susucak yani bir gün. Yeni bikinimizle hamburger büfesine olan yürüyüşümüzden geriye, dijital fotoğraf dosyaları ve kumlu sandaletler kalıcak. Ayvalık sokaklarında tüller saklambaç oynarken bir akşamüstü, biz orada incik boncuk bakmıyor olucaz. Ve ’o yaz hiçbir yaz olmadığımız kadar güzeldik halbuki’ diye geçmiyecek içimizden aynalara hiçbir söz. Kumlarda ıslak bir ayak izinin vakti kadar yaş kalıp, sonra kuruyup gidicez. Kuru olan her şey kadar tatsız tuzsuz ve tepkisiz olucaz. 20 yaz!
***
Hemen hızla, şu yaşadığım çarçur hayatı terk etmek için, en tropik ve topik bavulu toplamaya başladım. İşte bavuldakiler: iç çamaşırlarım- artık içim dışım bir olucak, bir şeyleri saklamıycam, ne kadar sır tuttuysam bırakıcam. Kimse kusura bakmasın, ağzım sıkıyken nefes alamıyorum. Pembe elbisem- rüzgárdan korkarak yaşayamam, oturunca eteğimi toplayamam. Bu kontrollerden bıktım. Bedel hesaplamaktan usandım. Tek mal varlığım bir penye olsun istiyorum! Deniz gözlüğü- dünyadan balıkları anlamadan gidemem. Bu gezegenin asıl sahipleri onlar. Bizse karaya tünemiş olan iki ayaklılarız. Atabildiğim kadar çok kulaç atıcam bundan böyle. O kadar çok ki, yüzgeç ve solungaç ne demek anlayana kadar, çırpıcam kollarımla bacaklarımı. En sevdiğim müzikler-sadece ben varım diye bestelendiğine inandıklarım. Ruhumun ayak sesleriyle aynı ritimde yürüyenler. Onlarsız dansım olmaz. Dansım olmazsa, ben bir şeye benzemem. Onlarla renk uyumu olan, kitapları da koydum bavula. Çünkü beni de aralarına katıp götüren bütün kelimeler, beni ağlatır. Ve ben, beni ağlatabilen her şeyin kıymetini bilirim.
***
Madem 20 yazım kalmış, ben de o 20 yazın kıymetini bilirim. Bavulları hafifletirim. Hepinize de güzel bir yaz dilerim. (Karamsar olmayın, yaz sayılarında etkili eleman)
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2006
Kendimi bir köpekbalığı gibi hissediyorum: Durursam, ölücem. Kendimi bir kirpi gibi hissediyorum: Sevimli bir yüzüm var ve tüylerim diken diken.
Kendimi bir koala gibi hissediyorum: Sevdiğim birşey bulduğumda, sarılır öyle yıllarca dururum.
Kendimi bir penguen gibi hissediyorum: Diğerlerinden hiçbir farkım yok, çıkardığım sesten başka.
Kendimi bir arı gibi hissediyorum: Kovanlar dolusu ballar içinde, ama bal ayılar ve insanlar için. Olsun çiçeklere konan da benim.
Kendimi kuş gibi hissediyorum: Küçükken kaçıncı merdivenden aşağı atlayacağıma, kendim karar verdiğim için.
Kendimi karınca gibi hissediyorum: Arif Mardin kadar karıncaya benzemek isterim. Ona, altın platin plaklarla dolu duvarının önünde sormuşlar: Bu duvara bakınca ne görüyorsun? Demiş ki: Merdiven, çekiç ve çivi! Ben henüz kırıntı satıp, merdiveni alma aşamasındayım.
Kendimi kedi gibi hissediyorum: Bazen miyavlıyormuşum gibi geliyor. Kucaklarda yuvarlaklaşma eğilimim var. Ayrıca şömineleri anlatamayacağım kadar çok seviyorum.
Kendimi bir böcek gibi hissediyorum: Ne kadar çirkin, o kadar hızlı. Ayrıca dinozorları hatırlayacak kadar eskiye dayanıyorum. Sanki fosilim çıksa, ben yine canlanırım.
Kendimi kaplumbağa gibi hissediyorum: Bodrum’a taşınsam diyorum. O beyaz kabuklara çekilsem, balıkçı dostlarım olsa ve içkiyi çok sevsem. Ayrıca bazen sırtımda mum yakıyorlarmış gibi geliyor. Eğlence işindeyim ya.
Kendimi papağan gibi hissediyorum: Size yemin ederim, söylediğim laflar benim laflarım değil. Ben gaipten duyduğum şeyleri tekrar ederim. Dilim döndüğünce.
Kendimi kelebek gibi hissediyorum: Biri beni şöyle iki kanadımdan a ne güzel diye tutsa, bir daha uçamam. Zaten bir gün yaşayacağımı bildiğimden, çiçeklerden şaşmıyorum dikkat ederseniz.
Kendimi balina gibi hissediyorum: Size cüsseme aldırmadan, su fışkırtma numarası yapıyormuşum gibi gelebilir. Fakat şunu bilmelisiniz: Ben o sırada nefes alıyorum.
Kendimi ahtapot gibi hissetmiyorum.
Leopar ya da aslan gibi hissetmiyorum.
Ama kaplan olabilir, evet hem turuncu hem de vahşi olabilirim. Herkes kadar.
Kendimi tavuskuşu gibi hissediyorum, dikkatli bakarsanız bir renk gösterme çabası içinde perişan olduğumu görürsünüz. Elimdeki bütün kartları da açıyorum farkındaysanız.
Kendimi böyle kambur bir hayvan gibi hissediyorum bazen, ceylanın tam tersi ama deve değil.
Ayrıca at gibi de hissetmek isterdim ama olmuyor. Dört nala değil ritmim benim, daha aksak birşey. Ama yorgun atı geçerim.
Kendimi filler kadar suyla dolu ve köpekler kadar bir şeylere bozulmuş hissediyorum.
Kendimi, eski, çiçek desenli bir elbiseye sığınmış bukalemun gibi hissediyorum bugün. Hatta o kadarki, e.e.cummings’in şu dizelerini duysam, rüzgarla taa kalbe kadar havalanabilirim:
i carry your heart
i carry it in my heart.
(taşırım kalbini/ taşırım kalbimde)
Ve ben bundan böyle, karnında bu şiiri taşıyan kanguruyum. Yorgun atı geçerim...
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2006
...nerede kalmıştık, hah. Greta, bizi utangaç, sıkıngaç, kırılgaç yapan herşeyin rüyalarda saklandığına hemen birkaç cümlede inandırdı. Her sabah uyandığımızda muammalara sarıp kaldırdığımız rüyaları, canlandırmaya başladık. Herkes birbirinin rüyasında bir rol oynadı. Kendi rüyasındaki başrolü kaptı, provalar başladı. Benim yardımcı oyuncu olarak kendimi oskara aday gösterdiğim rolüm, birinin rüyasındaki kuş rolü. Diğer rollerim, klozetlere oturarak yemek yenen bir restorandaki eğlenen biri, kapşonlu sweatshirt’ü kapısına sıkıştırıp götüren taksi ve ’ben de sizinle oynayabilir miyim?’ diye sorup, ormana odun toplamaya giden 6 yaşındaki kız gibi misafirlikler.
***
Greta’nın kullandığı yöntemi, burada kendi kelimelerimle çerçevelemek istemiyorum. Fakat içimdeki bir zinciri kırıp, beni bir yerlere saldığı kesin. İnsanın kendi içinde salınma özgürlüğünden daha kanatlı bir şey yok. Matruşka misali içimizde taşıdığımız, o ’benim bir küçüğüm’ün elindeki liste, hiç de zannettiğimiz gibi, bir alışveriş listesi değil. Bir yol tutturmuş yalpalarken, omuzumuza arada yön veren o görünmez el, sadece varacağımız yere mutlu, neşeli, özgürce ve iç huzuruyla gitmemizle ilgili. Para, pul, ün, güç, şöhret, fasa fiso.
Rüyalar, ya da hayat, hepimizi aynı yerlerde sıkıştırıyor. Cevap vermek yerine, bir soruyla geçiştirdiğimiz herşey, yolumuza tümsek olarak çıkacaktır. Hız kesip, trafiği sıkıştıracaktır. Bence. Ben kendi rüyalarımda bunu gördüm. Ki ben kendimi, ’üç yumurtayı kırdım önce’ cümlesiyle bir şarkıya girdim diye, hep çok şekilgen saymışım. Sadece rüyalarda, bizi kilitleyen şeyleri en kaba anlatımlarıyla bulmak mümkün. Üniversite sınavında böyle sorular çıksa, hayata dair daha çok şey öğreniriz. Mesela: dün geceki rüyanızı bir paragrafta yazın. Yazdınız mı, o zaman sizce görür, bu rüyada ne anlatmak istemiştir?’. Bu soruya iki dakika kafa yorsak, içimize sinmek için ferrarisini satan bilge’yi okumamıza gerek kalmaz.
***
Ay, çok yorucu oldum. Biraz magazinsel yazayım. Rahatlama bölümü: 2. gün bir baktım, bir yabancı, elinde kamerayla provaları çekiyor. Onu bir yerden tanıdığıma eminim. Greta’nın yanına gidip: Greta, şuradaki çocuk ’notebook’ta oynayan çocuk mu? dedim. O da evet dedi. Ama ben evetin t’si duyulmadan, Ryan Gosling’in yanındaydım bile. Ona, galiba bağırarak, notebook’u çok beğendiğimi, komedisiz romantik türüne de çok ihtiyaç olduğunu söyledim.
Mütevazı çıktı çok. Sonra, ertesi gün ’stay’de de oynayanın o olduğunu öğrendim. Bu sefer iyice tuhaflaştı yorumlarım.
Hem romantiği, hem de intiharı düşünen karanlık birini bana çaktırmadan oynamış demek. Bunun, kafamdaki, ’kendisini oynayabilene aktör denir’, tanımını yıktığını ekledim dünkü sözlerime. (Ama sonra içimden geri aldım, çünkü aslında benziyorlar.)
Aynı anda çantamdan 3 cd’mi çıkartıp, Ryan’la Goli’ye hediyelerimi sundum. Kek şarkımı gösterip, bu şarkıya ’üç yumurtayı kırdım önce’ diye başlıyorum dedim. Bence, bu zincirleme hareketlerim sonucu benim romantiksiz komedi olduğuma kanaat getirdiler. Albümlerimin kapaklarına ’cool covers’ dediler. (cool kapaklar bunlar).
***
İnsan bir odada bir saat kuş gibi düşünüp, kuş gibi davranıp, kuş sesleri çıkarınca, kuş bile olabiliyor. 24 saatte neler olur.
Greta’nın sözünü dinleyip, rüyalara gözümüzü açalım. Belli mi olur.
(Greta hemen döndü ama eylülde yine gelicek. Unutmadan nilkaraibrahimgil.com’da inşaata başladım. Bir adam deli gibi kazı yapıyor, tıklayın da bir merhaba diyin:)
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2006
Herşey Aylin’in telefonuyla başladı. Beni bir oyunculuk atölyesine çağırıyordu. Bezirgen başına kapıyı açtıran sihirli kelimeler şunlardı: ’Sophia Coppola’, ’annesinden öğrendiği, rüyalardan yola çıkan ilginç yöntem’, ’film yazmak, oynamak, çekmek isteyenler için’, ’ben katılmıştım New York’ta’, ’Greta’ ve ’sen seversin’. ***
Bazı zil seslerinin- telefon zili dahil- güzel şeyler başlatmak için çaldığını bilirim. Fakat bu seyrek olur. Ayrıca, ben fazla ’evet’ demem, bilmediğim yerlere yuvarlanan sayılara eklenmem, öyle pat diye bir şeylere dahil olamam. Haricen kullanılan bir şeyim ve buna için için sinir olurum. İşte sırf buna isyan olsun diye, sanki doktor tavsiyesi, ’evet’ dedim. Ge-li-yo-rum. Üstelik hiçbir fikrim olmayan bir şeye, kimler katılıyor bilmeden, haftanın dört günü 6 saatimi ona vermeyi kabul ederek. İşte macera böyle başladı. Geçen Pazartesi, mavi eşofmanlarımla Teşvikiye’de bir binaya doğru koşuyordum. Saniyesini bile kaçırmak istemediğim ’Greta’nın oyunculuk atölyesine geç kalmıştım.
***
İçeri girip, kenara oturdum. Yere oturmuş, çıplak ayaklı ve yuvarlak yapmış 18 kişinin halkasına eklendim. Aaa bazılarını tanıyorum, çok şükür. Tanımadıklarımı da hemen oracıkta seviverdim zaten. Hemen sevmekte hiç zorlanmam. Greta bir sandalyeye oturmuş, bizlere sorular soruyor. ’Herhangi bir şeyde oyunculuk yapmış olan var mı’ dedi. Parmak kaldırmadım. Şimdi zaten en geç gelen biri olarak, dikkat çekmemin alemi yoktu. Bir süre cevap olduğum soruların hiçbirine parmak kaldırmadım. Dikkatle izledim bu gözlüklü, rahat tavırlı, saçlarını arkadan toplamış, ayak parmağında gümüş yüzük olan tatlı kadını. Hepimize maille bir ödev gelmişti. Uyumadan önce, bize gelen o bir paragraflık yazıyı yazıp, başucumuza koyup öyle uyuyacaktık. Sabah kalkınca rüyamızı, ne kadar saçma olursa olsun, bir kağıda yazıp, ilk derse öyle gelicektik. İşte herkesin önünde duran o kağıtlarda yazılı şeyler onlardı. Rüyalar.
Sonra, aramızdaki o özel mi özel alanları talan etme egzersizleri başladı. Kimse yabancısı olduğu birine rüyalarını bağıra çağıra anlatmazdı, hadi anlattı diyelim sonra onu kendince yorumlayacak kadar soyunamazdı. Bir balığa, öyle hiç çekinmeden özel isim koyamazdı. İşte ilk gün hepimiz bunu yaptık. Yorganların altına gömülmüş o çarşafı, en ortaya yaydık. Sanki bir defile haritasıymış gibi, herkes ona baktı. Yorum yaptı. Tabi ya, aşağı yukarı hepimiz aynı yerlerde geziyoruz. Aynı hazineyi arıyoruz. Bunu unutup, insanlıkla paylaştığımız koca koca duygularımızı birbirimizden saklamamız ne garip. Hepimiz içimize don giymiyor muyuz sonuçta:)?
***
Rüya tuhaf bir diyar. Sabah uyandığımız ve daha gerçek olduğuna hükmettiğimiz bu dünya, bizi rüyaların tozdan yapıldığına inandırmaya çalışsa da, durum hiç böyle değil-miş. Şunu gördüm: Freud’un nefesi yettiği kadar ’bilinçler altında yirmibin fersah’a dalması boşa değilmiş. Orada canlılar var. Karanlıkta, kendi fenerleriyle önünü gören binlerce canlıdan oluşan, koca bir alem var. Bugünün felsefesi bizi şu ana endeksli döviz kuruna bağladığından beri, çocukluk ve rüyalar büyük değer kaybetti. Peki ben size, rüyalarda kendimize şifreli bir mesaj gönderiyoruz desem, çok mu derinlere dalmış olurum? Bize dair her cevabı bilen o içten sesli şeyin, çiçek böcek kılığında rüyalarda yaşadığını söylesem, haddimi aşar mıyım?
İzin verin biraz ileri gideyim. Hepimiz, benzer yollardan aynı yerlere varıyoruz zaten. Beni çok etkileyen bu atölye çalışmasını mümkün olduğu kadar detaylı anlatmak istiyorum. Bu sayede haftaya: Rüyalara bakınca görülecek şeyler ve aramıza ikinci gün katılan dünya tatlısı Hollywood starı.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2006
Bunlar niye daha kıymetli? Kafama takılıp duruyor. Bazen böyle birşeye/birisine rastlıyorum. Bu üçünün, kendilerine kadifenin üzerinde sunulan bu rütbeyi, nasıl şal gibi omuzlarına attıklarını görünce şaşıyorum. Bu durum düpedüz komiğime gidiyor. Somurtanlar, eskiyenler ve sükut neden hep oyuna bir sıfır önde başlıyor?
Ben hep yerli yersiz, habersiz ve çok sesli gülen biri oldum. Bunun light algısını bilirim. Bol baloncuklu içecek gibi olursun. Bu kadar gazlı olucak ne vardır allahaşkına hayatta Somurtanlardaki gizemi çözmeye çalıştım, uygulamaya çalışmadım, çünkü iki dakika karalar bağlayacak vaktim yok.
En azından tercihin bende olduğu zamanlar. Somurtanlardaki gizem, onların dudaklarını aşağı çeken hayat ağırlığı. Hayatın ıstırabının, azabının yerçekimi. Miymiş gibi sanki.
Halbuki gülerken bunları bilmek mümkün. Hatta bilirken bunlara gülmek de mümkün. Şeker birşey daha söyleyip, somurtanların dişlerini iyice çürütelim: İnsan ırkı güleni görünce güler.
Eskimiş şeylere ne demeli? Çatıda dura dura, şarap gibi olmaya ne demeli? Rüştünü ispat etmek mi? Zamana karşı direnmek alkışlanırken, zamana kapılıp onunla yüzmek niye kutlanmasın?
’Zeitgeist’ (Almanca, Türkçesi zamanın ruhu) bu kadar mı demode? Bugün, böyle artarda sorular sormak, geçmişte cevap aramaktan daha püfür püfür geliyor bana.
Sükutun bendeki hissi tozlu... Ancak ud sesi eşlik edebilir. Mekanı kayıkhanelerdir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarındaki sayfaların arasında kurutulmuştur. Hapşırırsan bile kaçar. Saf altındır. Onun yanında konuşan, ses çıkarmış olur. Fakat bazılarımız sussak bile sükuta varamayız. Kafamızdaki çarklar öter, kalbimiz gümler ve midemiz de guruldar.
Yani çok heyecanlı ve açızdır. Onun yanında birer dört ayaklıyızdır. Ben böyle olanları daha çok seviyorum. Hatta bir diskodan gelen kötü bir ritmi bile, onun kuşlu saatinden daha hayat dolu buluyorum.
Sükuta bazen hırka giyer gibi bürünebiliriz. Ama bu onu en değerli kışlığımız yapmaz. Söz gümüşse, ne güzel. (Gümüş bana altından daha çok yakışıyor.) Söylediklerimin yüzde sekseninin saçmalamasını, bekleme odasında anlamlı bakışlarla durmaya tercih ederim.
Kısaca, somurtanlar sıkıcı, eskimiş şeyler bayat, sukutsa bakır. Bazen. Herşeyi ters çevirip havalandıralım diye yazdım. Bu hafta gülün, yeni birşey yapın ve susmayın. (Haftaya: Benim bu hafta deneyeceğim yeni şey...)
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2006
Aylar önce, beni rahatsız eden bir düşünceyi tekrara almış bir vaziyette araba kullanıyordum. Böyle zamanlar, o düşüncenin sesi gitgide açılır, herşey biraz daha kısılır. Ruhum bu atonal melodili, gıcık ritimli şarkıya dans etmeye çabalamaktan yamuluyordu. Derken, aniden frene bastım. Ara sokaktan bir araba çıktı. Bir ’oh, kaza olmadı’ anı atlatıldı ve yolcular yollarına devam ettiler. Ben de kaldığım yerden devam edicektim fakat o da ne? Şoktan olucak, o düşünceyi unutmuşum. Çıldırıcam hatırlayamıyorum. Çıldırmış olmalıyım ki hatırlamaya çalışıyorum. Frene basınca, kafamdan fırlamış, ön camdan kaçmış olmalı. Allahım, çok mutluyum, dur camları indireyim, radyoyu açayım, oh... hahaha ne şapşalım aslında. Öyle bir düşünce yokmuş, ben düşünene kadar! Bu küçücük enstantaneden çıkan, şu koskoca sonuca bakın: Ben perdeye neyi koyarsam, o oynuyor! Yani, insanın eline geçirmesi gereken tek düğme, dia makinasının düğmesi! Görüntüyü çat diye değiştiren, karanlıkta saklanan o küçük düğme.
Bana inanmazsanız, Michigan ya da Stanford gibi havalı yerlerde yapılan deneylere inanın. Buyurun size son çalışmalarından bir özet: ’Real time neuroimaging study’ diye bir çalışma yapıyorlar. Beynindeki bütün aktiviteyi, karşındaki ekrandan seyredebiliyorsun. Kronik ağrıları olan, fiziksel olarak acı çeken çeşitli insanlara, güzel şeyler düşündüklerinde beyinlerindeki değişikliği gösteriyorlar. Tabi bunu sağlamak için küçük bir kandırmaca yapmaları gerekiyor. Şu gördüğünüz iğne ağrınıza son vericek diyip, tuzlu sudan ibaret bir karışımı 14 hastanın vücuduna enjekte ediyorlar. Sonuç: Hepsinin ağrısı diniyor! Beyin, bütün o kitaplarda yazdığı gibi, gerçeğin değil algının tuzağına düşüyor. Buna tuzak denilmez. Çünkü etkisi gerçek.
Asıl amaçları, acıya sebep olanın, en çok ’acı çekiyorum’ algısı olduğunu ispat etmek. İğne şart değil, algıyı başka yere kaydırmak da işe yarıyor. Mesela, gitgide ısınan ve acı vermeye başlayan bir çubuğu iki ayrı grubun koluna bantlıyorlar. Birinci grup, bunu aynen yaşıyor. İkinci gruba, çubuğa ek olarak, çok karışık bir matematik problemi veriyorlar. Tahmininiz doğru: İkinci grup acı hissetmezken, birinci grup yanıyor! Hani sevgilisinden ayrılanlara denir ya: Başka şeylerle ilgilen, kafanı dağıt diye, işte bu o.
Bu yazıya ilham veren Melanie Thernstrom da, Stanford üniversitesi’nde, acıyla ilgili bu ironiyi araştıran arkadaşı Mackey’in deneyine katılıyor. Mackey ona kolundaki metalin ısınıp acı verse de, kolunu yakmayacağını söylüyor. Ve Melanie’ye bu acıyı duyarkan önce pozitif şeyler, sonra da negatif şeyler düşünmesini tembihliyor. Önce güneşlendiğini düşünerek tatlı bir sıcaklık diyor içinden, sonra canlı canlı yandığını düşünüyor. Fakat... ’Kolunun aslında yanmayacağı’ bilgisini bir türlü unutamadığından canı acımıyor! Deney bittiğinde, asıl amacın ’beklentinin acıya olan etkisi’ olduğunu açıklıyorlar. Gerçekte kolu ikinci dereceden yanan (!) Melanie, hiç acı duymuyor. Çünkü sözüne çok güvendiği ve canını asla yakmayacağını bildiği Mackey, onu kandırdı. Buna kandırdı denilmez. Çünkü canı yanmadı.
Melani’nin kolundaki yanık izi, onun için ’aklın acıyı kontrol edebileceğinin’ imzası. Yine de ’geçenlerde elime düşen bir çay damlası, beni hüngür hüngür ağlatmaya yetti’ diyor. Bazen bir çay damlasını, ikinci derece yanığa sebep olan bir metal parçasından daha yakıcı yapan şey ne peki?
bkz. üzüntü ve muz kabuğu
(*ilham perisi: The New York Times Magazine, 14 mayıs 2006)
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2006
Anne sen bu satırları okurken, ben içeride uyuyor olacağım. Ve sana ithaf ettiğim bu yazı, pazartesileri yazdığım için bir gün rötarla gelecek. Ama fark etmez, çünkü dün anneler için hiç uzak değil. Sana dün gibi geliyor ya doğduğum gün, merdivenden düştüğüm gün, benime bakıp "anne bak sen" dediğim gün. Bugünü vesile bilip, sana söyleyemediğim, söylemeyi hep unuttuğum şeyleri yazmak istiyorum.
Anne bence sen çok güzelsin. Yıllar, biz balkondan dünleri uğurlarken döktüğümüz bir tas su kadar. Önce geçmek bilmezler, sonra geçip giderler. Bir kadın için, yıllara meydan okumanın en büyük meydan savaşı olduğunu biliyorum. Ve sen anne, bu savaşın botoxsuz, çivisiz kahramanısın. Hálá o miniminnacık etekleri giydiğin günkü kadar güzelsin. Siyah beyaz resimlerindeki kadar. Babamın seni görüp, "hep onu görsem olur artık" dediği günkü kadar. Bunu sana hiç söylemediğimi fark ettim. Ne kadar güzel olduğunu.
Anne bence sen insana neşe veriyorsun. Gidip kendime bir ev tuttum. Gönlün hiç razı olmadı ama senin kızın böyle bir kız işte. Sizden sıkıldığımdan değil, ben kendim kız başıma her şeyi yaparımcıyım da ondan. Sonra o evi tutmama rağmen, niye gidip gelip bir bahane bulup sizde kalıyorum biliyor musun? Sabah uyandığımda senin gülen yüzünü öpmek için mutfakta. Senin yüzünü en çok güldürenin, beni gülerken görmek olduğunu bildiğimden.
Anne sen bugüne kadar gördüğüm en çalışkan insansın. Yıllarca erkenden kalktın. Dayımla kurduğunuz moda işinde arı gibi çalıştın. Geceleri kazaklara teker teker pullar diktin. Bazı günler atölyedekilere yemek yapıp götürdün. Bir yandan sürekli dağılan bir ev, yemek bekleyen iki çocuğun, bir de kocan vardı. O ev bir gün bile, sıcak bir yuva olmaktan uzaklaşmadı. Sonra kızın şarkıcı olunca, onun her şeyiyle ilgilendin. Gitarla çaldığı şarkılarını dinledin, turnelerine çıktın, kıyafetlerini diktin. Anne sen sadece kumaşları değil, dağılmayayım diye beni de kendime tutturdun.
Anne sen bize ne güzel annelik yaptın. Ruhumuzun karanlıklarına çekildiğimizde, o çukura elini atıp bizi el yordamıyla buldun. Seni karanlığa çektiğimizde fosfor gibi parladın. Sesimiz çıkmadığında duydun. Bas bas bağırdığımızda duymadın. Dizlerini, omuzlarını ve ellerini dikenlerimize yastık yaptın. Kendimizle dolup taştık. Sen altımıza tabaktın da ondan taşabildik. Bir gün aç bir ilaç, çaresiz ve yalnız kalmadık. Hep birinin yavrusuyduk.
Anne seni bugüne kadar kırdığım her an için özür dilerim. Seni kırmak en kolaydı, ondan yapmışımdır. Dilimin ucuna gelen her lafı, sana duyurduğum içindir. Hani insan sinirlendiğinde, eline geçen ilk şeyi fırlatır ya öyle bir şey. Sen hep en yakında durduğun için, her şeyin suçlusu ve her şeyin güçlüsüsün. Bu senin kaderinin bir parçası. Hani biz değil de başka çocukların olsaydı, bu yine olacaktı. Anneden kızlarına geçen annelik tahtı benim olana dek, bu masal böyle sürüp gidecektir.
O gün geldiğinde en büyük dileğim, senin gibi bir anne olmaktır... Hani cennet ve cehennem buralardaymış ya, cennet sahiden de senin ayaklarının altında. Senle cennetim uzun sürsün anne. Allah sana uzun ömürler versin.
Bir de hep aklında kalsın diye sona yazıyorum: Anne seni çok seviyorum.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2006
İki yıldan fazla oldu. Yazmak istemediğim zamanlar, yazıcak birşey bulamadığım günler oldu. Çok oldu. Yazıyı baştan okuyunca, gitgide içine doğru kaybolan bir girdapta yok olduğum oldu. Ne dediğimi bilmiyordum. Yok yok, düpedüz birşey demiyordum. Şüphesiz, ben bu köşede durdukça, böyle günler çok olacaktır. Çünkü, herkes biliyor ki ben bir şarkıcıyım. Benim işim kıvırmak, soyut yapmak, somuttan kaçıcak delik aramak. Ben kafiyesiz yazamam, ben dümdüz gidip biryere varamam.
İki yıl, uzun bir zaman değil. Ama bir dilim işte. Hayatımda ince de olsa bir dilim.
Bu yazılardan iki tanesinde, Ertuğrul Özkök’ten tebrik telefonu aldım. İkisinde de saatin kaç olduğunu ve nerede durduğumu çok net hatırlıyorum. Ayşe Arman, babamın da en sevdiği ’patara’ yazımı kutlamıştı. Geçen hafta Cengiz Semercioğlu pazartesi yazılarımın tiryakisi olduğunu yazmış. Bugün, her pazartesi odasına kapanıp, masa lambasını yakıp, yazılarımı okumayı bir ritüel haline getirmiş bir öğrenciden mail aldım. Bunlar benim kalemimin mürekkebi. Dolmadan olmaz. Dolma kalemden başkasıyla yazılmaz. (mecaz yapıyorum tabi)
Her pazartesi yüzbinlerce Veli’nin, Veli’nin amcaoğlu Nusret’in ve onların memleketteki kapı komşusu Neriman Hanım’ın evine, ekmekle beraber girdiğimi bilmiyorum. Bunu bilirsem yazamam. Kendi yakın bir arkadaşımın bile okuğunu bilsem, daha değişik yazmaya başlarım. Ben, Ayşe Sözeri Cemal’le Ertuğrul Özkök’ün iki yıl önce birgün bana sundukları bu tahtı, mutfağımın sandalyesi zannetmezsem bir satır yazamam. Seveni kadar sevmeyeni, hatta seveninden çok sevmeyeni olabilir. Bunu da bilmiyorum. Bazı kelimeleri bilerek bozuyorum. Buna bozulanlar vardır. Bazı dilbilgilerini bilmemiş gibi yapıyorum. Bazılarını cidden bilmiyorumdur.
Buranın benim için boşaltılmış olması, benim küçükken ellerimden kaçan kelebeği, bugün boyuyor olmam gibi bir hediye. Hiç kimse bana, böyle yazma, şöyle yapma, bu böyle yazılmaz edilmez demedi. Diyebilirlerdi. Ben de burada, kendimi tutamadığım zamanlar hariç, şarkıcı Nil’den pek bahsetmedim. Burada Nil diye hayat meraklısı bir kadın otursun istedim. Galiba başardım bu bölünmeyi.
Belki her pazartesi, üç beş kişiyi tutup getirdi bana bu yazılar. Daha doğrusu beni tutup onlara götürdü. Götürdü de, orda öbür pazartesi kalmaya devam edebildim mi, onu da bilmiyorum. Bir bildiğim varsa o da, bugüne dek kendimi geçen Hürriyet Cumartesi’ndeki kadar büyük görmediğim. Ben kendimi dev aynasında bile, o kadar büyük görmedim. Şarkıcı filozof gibi bir sıfatı da rüyamda gördüm. Buradan Hürriyet’te çalışan herkese koşarak sarılmak istiyorum: çoktan da çok teşekkür ederim. Benim şarkılarımı üflediniz.
İnşallah, sabrın, inadın, kalemin, ustalığın ve sadeliğin peşinden koşarken nefessiz kalmam. Bıkmam, usanmam. Veli de gider Nusret’e okusana şu yazıyı der. İkisi Neriman Hanım’a telefon açar, yazıdan bir bölüm okurlar. Neriman Hanım’ın gözlerinden, bu yaşında birşeyi tam anlamanın sevinç gözyaşı gelir. İşte o gün, ben cumartesi ekindeki kadar büyük olurum.
Yazının Devamını Oku