Nil Karaibrahimgil

Bugün ve sonrası (biraz da dün)

1 Ocak 2007
Takvim sayfaları, zaman rüzgarında uçup gidiyordu. Bu, şiirsel olamayacak kadar gerçekti. Günün çorbasını içemeden, yarın sofrayı topluyordu. Dünya deli deli güneşin etrafında dönüyordu. Tam bir tur yaptı ve biz ’hah 1 Ocak oldu’ dedik. Şimdi kendimizi ’reset’leme zamanıydı. Küssek barışıcaktık, yeniksek savaşıcaktık. Umut adında şişman bir balon, göğüs kafesimizin altından bizi yükselticek, ayaklarımızı yerden kesicekti. Yeni bir ajanda alıcaktık. Kalın ince, picassolu picassosuz, büyük kutulu küçük kutulu. Geçen senekinden farklı bir şey. Başına, iki sıfır sıfır yedi duamızı yapıştırıcaktık. İnsanın başına ne gelirse, unutmaktan gelirdi. İnsanın başına ne gelirse hatırlamaktan gelirdi.

Bugün sıfırın içine kıvrılıp, yeniden doğma günüydü. İnsanın ayakları ne kadar kocaman olursa olsun, bu pozisyonu hatırlar. Bu sefer yazıcaktık. Bitirmemiz gerekenleri. Büyük değişiklikler* listesi ve küçük değişiklikler** listesi yapmalıydı. Değişmeyecek olanları*** da bir kenara yazmalıydı. Dolma kalemle. Diğerlerine kurşun kalemle ateş edilicekti. Bang bang.

Dünya da bizimle beraber çıldırıyordu. 2’yle başlayan yıllarda ’terrible 2’s (korkunç 2 yaş sendromu)una girmiş bir çocuk gibi huysuz oldu. Biz onu öyle büyüttük. Sıcak bastı. Kutuplardaki buzullar eriyip, kutup ayılarını suya düşürdü. Bir daha kar yağmadı. Yazlar çok ısındı. Güneş, bir gezegeni sisteminden dışarı attı. O cüceymiş. Organik şeylerin peşinde koşmaya başladık. Mandalinalar kokmamaya, çilekler gitgide büyümeye başladı. Çekirdeksiz karpuz bile yapıldı. Ben yemedim. Bilim adamları genetik haritamızı çıkardılar, baktılar. Kalorilerimizi düşürüp, bizi hergün yürüttüler. Ayrıca stres olmasak iyi olurdu. Dünyanın dedikodusu birikti, Shloh’la Suri süperbebekleri doğdu. Saddam Hüseyin geçmişte kaldı. İnternetten herkes herkesle tanıştı, herkes herkesi izledi ve dinledi. Herkes herkesi puanladı ve yorumladı. Dünyanın üzerine bir wireless battaniye çekildi. Balıklar bile isteseler, internete girebilirdi.

Bir paragraflık zaman bile, çoktu geçmişe. Bugün burda değilsen, yoklamada yok sayılıyordun. Moden zamanlardan atılıyordun. Dünya içli dışlı olunca, başkalarının acısına duyarsız kalamaz oldun. Eğer tanımadığın insanlarla paylaşmıyorsan, ayıplanıyordun. Kapitalizmden atılıyordun. Bu iyi oldu. Kalpler daha yumuşadı sanki. İstediğin şarkıyı 2 dakika sonra dinledin. Bu seni hem değer bilmez, hem de değerli yaptı. Artık yeni savaşın, bu ikisi arasında olucaktı.

Bugün 1 Ocak’tı. Dünyayla birlikte herşey, yavaş ve hızlıca yeniden dönüp, arkasında sakladığı yeni resmi göstericekti. Bugünden bunlara aklımız ermezdi. Hiçbir falcının dediği de çıkmazdı.

* Büyük değişiklik: Şu andaki bakış açını hızla eskiten şey.

** Küçük değişiklik: Bu hızla başın dönmesin diye, seni tutan şey.

*** Değişmecek olan: Senin tuttuğun, ve tuttuğunu unuttuğun şey.

1 Ocak’ta olmak yine de güzel şey.
Yazının Devamını Oku

İki sıfır sıfır yedi duası

25 Aralık 2006
İki sıfır sıfır altılı zamanlara, bu hafta veda ediyorum. Bir takvime göre, uzun görünen kısa birşeyin başlangıcı yakın.  Madem öyle, ben de güzel dileklerde bulunurum. Adını "iki sıfır sıfır yedi duası" koyuyorum. Senin için. Şöyle başlıyor: Bu yeni zamanda... şöyle devam ediyor: Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil...

Sağlığı iyi olsun.


Kalbi ritmini çalsın. Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun. Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın. Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın. Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.

Sevdikleriyle birarada olsun. Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın. Lafları birbiriyle başlasın. Nesi varsa, bölüşücek biri olsun; nesi yoksa, bulup getiricek biri olsun. Bu birileri az ama öz olsun. Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın. Harcasın ki, ona büyük bir miras kalsın.

Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun. Onun yeri ayrı olsun. Onu soysun, başucuna koysun ama yalan uydurmasın. O herşeyine, her haline tek tanık olsun. Bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların hepsi onda olsun. Kalbi buna teslim olsun. Bütün şarkılar onu anlatsın. Aşık olsun, sırılsıklam olsun. Kurumasın.

Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun. Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın. İbadet eder gibi, bu keşfini hergün yeniden kutlar gibi, onu yapıp dursun. Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün. Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün. O başkalarının bunu gördüğünü, dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.

Neşesi bol olsun.

Kendini mutlu etsin, durduk yere neşelenmek nedir bilsin. İçinde birşey durup durup zıplasın. Duydukları, gördükleri onu gıdıklasın, kahkaha attırsın. Gürültü çıkarsın. Saçma şeyler söylesin. Çocuklukta en şımardığı ana, sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.

Değiştirmek istedikleri değişsin.

İçte ve dışta, iyi günde ve kötü günde tadilat yapsın. Eskilerini atsın, ruhunu havalandırsın. Kapıda hep kamyonu dursun. Dilediği yere taşınsın. Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç, dışındaki sevgi ona yardımcı olsun. Bileği, bütün alışkanlıklarıyla, bağımlılıklarıyla güreşsin.

Birşey ona sürpriz olsun. Günlerinden birgünü, bir pakete sarılı olsun. Açılınca, içinden hiç beklemediği güzel bir haber çıksın. Bu gün üçyüzaltmışbeş’ten herhangi biri olsun. Öylesine bir pazartesi, arkaya kavuşturduğu ellerinde, unutulmaz bir salı saklasın. Öyle tahmini mümkün olmayan birşey olsun ki bu, hayatın zekasını anlatsın.

Bir hayali gerçek olsun. Bir hayale gözünü yumsun. Peşinden koşup, onu sobelesin. Hayalini kendinden saklamasın. Bir çizgi filmde olduğunu, herşeyin mümkün olduğunu unutmasın.

Bu duayı okusun. Kendi sesiyle duysun. Duası gerçek olsun.

Her kelimesine şükretsin. Tek satırına nazar değmesin. Amin.
Yazının Devamını Oku

Dr. Kuantum’la sohbet, her olasılığa göre şerbet

18 Aralık 2006
"What the bleep do we know?" (ne biliyoruz ki) filmindeki Dr. Kuantum’la yemek yeme fırsatım oldu. Masa kalabalıktı ve zavallı adama dakikada 20 soru sorduk. Kişi başı. Sorular da öyle yol ya da yemek tarifleri değil. Yetişkinlerin sorarken salak durduğu sorular. Bu soruların genelde, cevabını biliyormuş gibi yapılır. Kimse de sormadığından, ya kutsallar ya bişeyler, kimse parmak kaldırmaz. Halbuki biz, bir dünya dolusu, hayatı okumayı öğrenememiş veletiz. Yani kabaca. Şunlar soruldu adamcağıza: Hayat nedir? Algı nedir? Ben var mıyım? Tanrı var mı? Ölünce nolur? Kuantum günlük hayatta işimize yarar mı? Zaman nedir? Akar mı? Üzerine binilip ileri geri seyahat edilir mi? Ego ne? Ego kötü mü? ...! (son iki soru benim, nedeni için geçiniz bir sonraki paragraf)

Hayatımın bundan sonraki 10 yılında, hakkımda tek bir güzel kelime duymadan yaşayabilirim. Marka konferansında konuşmamı dinleyip, galiba çok beğenen bu 70’lerindeki bilim adamı, benim sahnede: ’glorification of a feminine form’ yani ’kadın oluşumunun zaferi’ gibi durduğumu söyledi! İnanın bunu hak edecek değilim. Tek yaptığım peruk takmak ve biraz gitarla karışık espiri yapmaktı. Fakat lafa bakın, duyunca miss piggy gibi pembe pudradan domuz bir kadına dönüşüyorum. Birisi de, mail atmış. ’Nil sen Türkiye’nin Miranda July’isin’ diye. Bu iltifatlar karşısında şişen egomu, köşeye sıkıştırmak istedim. Bir bilseniz aslında ne dandik olduğumu.

Yukarıdaki soruların cevaplarını dinlerken, çoğu zaman dinlediğimden birşey anlamadım. Keşke, fizik kanunlarının kafamda açılımları olsa. Ama yok. Duyduğum birkaç cümleyi, çok karmaşık bilimsel dayanakları var diye, doğru kabul ettim. Yazdıklarım sayıklama gibi gelebilir. İçleri kuantum atlamalarıyla dolu olabilir. İdare edelim artık. Nasıl yani, neden falan gibi sorular da sormayın. Aklıma geliş sırasıyla:

Zamanda yolculuk mümkünmüş. İleri ve geri gidilebilirmiş. Işık hızı hadisesi yolculuğa imkan verdiği vakit, ki yakındır, zaman turları yapılabilirmiş. Offf, biraz daha geç doğup, geçmişe tatile gitmek isterdim. Bir tatil, 1724’e Hint okyanusunun ortasında Marion Dufresne’nin gemisinde venüsü görmeye çalışan astronomların yanına; hop ordan öbür tatil 2342 geleneksel venüs güzellik yarışmasına...

’Tanrı var mı?’ ya ’bence’ ekleyip, ’var’ dedi. İnsana, bir hücreler bütünü olarak bakınca, içinde herhangi bir yerde ’ben’ denen bir çekirdeğe rastlanamıyormuş. Hani o, içimizde ben diye çağırdığımız şey var ya, o beyinde de kalpte de değil fiziken. Burda değil yani. Dışımızda demek bu ’ben’ denen. ’O zaman o ’ben’e, Tanrı diyorum ben’ dedi. Bence görsel olarak şöyle o zaman: İçimizdeki ben denen yer boş, hepimizdeki bu boşluktan bir ip geçiyor. Bu ip, bizi ve ’milyonlarca ben’imizi birbirine dikiyor. O iplik, ya da o iğne ya da bu dikişi yapan, Tanrı oluyor. Benim kalbime oturur bu.

Hazır bu kadar ben demişken, o içimizde ben ben ben diyip duran şey egoymuş. Gitgide büyüyüp bize hükmetmeden, onu kontrol altına almak iyiymiş. Yani, ego ayağını kaydırmadan, kabuğunu soyucaksın. Bunu nasıl yapmalı sorusuna benim cevabım hep, dalga geç. Dalga geçince sönüyor benimkisi.

Hayata en uygun spor, önce fokuslanıp sonra en etkili şekilde teslim olmakmış. Kaykaycılar gibi dedi. O dev borularda bir noktaya doğru hızla giderler, ve havada kaldıkları vakit kendilerini bırakmaları gerekir. Ancak kendilerini bırakırlarsa, sapasağlam aşağı düşebilirler. Bunu kelimelerle anlatmak zor. Kelimesiz bildiğimiz şeylerden bu.

Bir de korkuyu konuştuk. Kendimizi sağlama almaya çalışıyoruz ya hepimiz. Buyrun dalga geçelim: Sandalyenin altından çekilmediğine emin olarak oturmak için, sandalyeyi popona yapıştırıyorsun. Oh artık rahatsın, ne zaman oturmak istesen, sandalyen hazır. Tabi böyle yürümen biraz zor olucak, yamuk ve kambur ve yavaş gidiceksin. Ama en kötüsü, korkunu kendine yapıştırmış biri olarak, sürekli o tedirginliğinle yaşaman gerek. Kısaca, kendini güvende hissetmek için yaptıkların, sana daha büyük güvensizliklere malolucak. Bu çıkacak tek falın olucak...

Bu kayıpların çoğunu ben de

bulmuş değilim henüz.

Beraber bu köşede arıyoruz işte,

her Pazartesi gündüz.
Yazının Devamını Oku

Aklım için politika, midem için iş, ruhum için müzik ve kalbim için aile

11 Aralık 2006
Bob Geldof dedi bunları. Bob Geldof markasını sökünce bunlar kalıyormuş. Bob, kafasını çalıştırmak için politikayla uğraşır, karnını doyurmak için iş yapar, ruhunu doyurmak için müzik çalar ve kalbini de ailesiyle sıcak tutarmış. İnsanın, neresine neyin iyi geleceğini bu kadar net bilmesi yaşla mı gelir? Bob yaşlı değil. Size kendi egzersiz programınızı yazmanız için küçük bir kolaylık sağlıyorum. Tükenmez kalemle doldurun ve dileyin hiç boş kalmasın. Salıya bile ertelenecek konu değil söyleyeyim.

......(adınız)’ın ’burası için bu’ tablosu:

Akıl için....

Mide için...

Ruh için...

Kalp için...



Bunu bugün için.

Ben Bob’a döneyim. O kadar güzel ve etkileyici konuşmasını, İrlanda’lı olmasına bağladı. Meğer İrlanda’lıların ağzı laf yaparmış. Bono da oradan ya. Bu iki adam notaları lavaboya silkeleyip, dünyadaki tıkanıklığı açmak için çıplak ellerini öğütücüye daldırdılar.

Bob 6 yaşındayken babası ölmüş. Çocukluğu soğuk ve yağışlı geçmiş. Bu melankolik dönem ona iyi gelmiş. Koca bir evi ve kendini çekip çevirmek için, disiplinli ve organize biri olmayı öğrenmiş. O yıllar radyo luxemburg dinleyip, rock’n roll’la tanışmasaymış, Bob Dylan’ı duymayacakmış. Onu harekete geçiren bu müziğin başkaldırma gücü olmuş. Hayatın ona dağıttığı kartları beğenmemiş. Haksız bulmuş. Ve kartları masaya bırakıp, kendi oyununu kurmuş.

Küçükken, mahallesindeki evsizleri ve dilencileri diğer insanlardan daha ilginç bulan ve onlara çorba dağıtan bu adam, dün Afrika’nın borçlarını sildirdi. G8 konserlerini düzenleyip, dünyanın işaret parmağını bir kıtaya çevirdi. Bob, yaptığı işle Afrikalı’ların da karnını doyurdu. Bu yaptığını anlatırken, bunları vatka gibi omuzlarında göremedim. Ayrıca, dünyadaki ortak dilin İngilizce değil, pop müzik olduğunu söyledi.

Hikayesini anlatıcak sayfaya gelmiş insanların, onunla alay edip kendini en aşağı koyarak bunu anlatabilmesine ben ’vay be’ diyorum. Bilgelik buymuş gibi geliyor. Kendini Bob Geldof yapmayı, Bob Geldof’un içini dolma oyar gibi boşaltarak anlattığında, ortaya hayran olunacak bir Bob kalıyor. Biz biz olalım, Geldof’unu düşürmeden kendinden bahsedenden korkalım. Şöyle bitirelim: Soyadlar aklın salonuna girerken işe yarayabilir ama hedefiniz kalpler ve ruhlarsa işe yaramaz...

Bu da salıya bırakılmaz.
Yazının Devamını Oku

Kendimde olmayanı istemezsem, otomatikman mutlu mu olurum?

4 Aralık 2006
Kırmızı ojeli ellerimle, g’leri j’leri, y’leri f’leri fırfırlayarak yazıyorum. Farkındaysanız, hecelerde hafifçe hopluyorum. Hopluyorum niye, çünkü geçen haftaki köşem, dört köşeydi. Bazı güzel mailleri, seçip seçip seçmemiş gibi koymak isterdim buraya, fakat biliyorsunuz, e hadi ama artık tanıyorsunuz, kendimden övgü dolu bahsedince kızarıyorum. O yağda kızarıp kavrulanlar da mideye oturur, kalp damarlarını tıkar biliyorum. Yapamıyorum işte. Kaldığım yerden devam edeyim bakayım, yine aynı şey olucak mı?

İnsan tuhaflıkları araştırmalarım bu hafta da devam ediyor. Yine son derece bilimsel, kötümser ve komikserim. Bunlar birbirini dengeleyen şeylerdir. Nerede kalmıştık... Hah, insan, sonucunu bilmediği maçı, ertesi gün seyretmek istemezmiş. İstemiyoruz çünkü, hayata girişle çıkış arası, olaylar üzerinde kontrol sahibi olmak istiyoruz. Kundaktayken bile, çevirdiğimiz şey ters dönerse, ses çıkarırsa gülücükler saçıyoruz. Maç oynanırken, takıma yolladığımız hurra enerjisi televizyondan kabloya, kablodan stada, staddan topa, toptan ağlara gidiyor diye düşünüyoruz. Maç çoktan oynanıp bittiyse, ’ben izlemem kardeşim! Üzerinde etkimin olmadığı, bana tepkimeyen şeyi napayım ben’ diyoruz. Bu yüzden kumarda, zarı kendi atanlar, kazanıcaklarına daha çok inanırmış. Diyeceksiniz ki, e yani napalım bu böyleyse... Öyle demeyin ama hemen, bu huyumuz bize pahalıya patlıyor. Kontrolü elden bırakmayan biz, geleceğimizi de hayal gücümüzle kontrol etmeye çalışıyoruz. Hayat oynanırken, yolladığımız hurra enerjisi damarlara, damarlardan beyine, beyinde küçücük bir alana, o alandan yarına bağlanır sanıyoruz. Halbuki gerçek yarın, hiç bugünkü yarın gibi değil! Gördüğünüz gibi, bunu anlatmak bile mümkün değil.

Peki söyleyin: Kafası birleşik doğan ikizler hakkındaki fikriniz nedir? (kendinize 5 saniye tanıyın, ilk geleni yakalayın sıkıca tutun, dürüstçe içinize fısıldayın) Onlar için üzülüyorsunuz. Sizden daha kötü bir durumdalar. Dolayısıyla kesinlikle eminsiniz ki, sizden katmerlerce daha mut-suz-lar. Siz öyle sanın. 6. saniyeyle birlikte, beyninize yeni birşey sokmaya hazırlanın. Onlar hallerinden gayet memnunlar! Birbirleriyle çok mutlular. Lori ve Reba Schappel ikizleri, onları birbirlerinden ayıracak olan ameliyata kesinlikle hayır diyor. Onlar gibi yüzlercesi var. Neşeli, oyunbaz ve iyimserler. Reba, biraz utangaç, ödüller kazanan bir country albüm doldurmuş. Lori daha sosyal, çilekli pastayı çok seviyor ve bir hastanede çalışıyor. İleride evlenip, çocuk yapmak istiyor. İkisi de son derece mutlu olduklarını söylüyor. Ben söylemiyorum, dikkatinizi çekeyim. Okuduğumu işime geldiği gibi, kendi dilimle aktarıyorum. Aktarmamın sebebi, mutluluğun matematiksel bir ölçümü olmasının, imkansızlığını göstermek. Ve sırayla şu soruları sordurtmak: Onlar, benim kadar mutlu olabilirler mi? Eğer öyleyse başkaları mutluyum dediğinde, aynı mutluluktan mı bahsediyoruz? Bunlarla kafamı karıştırma daha fazla diyorsanız, sadede geleyim. Tıpkı Lori ve Reba’nın birbirlerinden ayrıldıkları gün, ’eskiden mutsuzduk’ diye yanılmaları gibi, biz de hergün geçmişi ve en önemlisi geleceği yanlış tartıyoruz. Bugünden yarına bakıp, bugünkü hislerle bir gelecek kuruyoruz. Geleceği bugün gibi birşey sanıyoruz. Tahminoskop, yarın nasıl olucak sorusunun cevabını göremiyor. Çünkü orası kör noktadır.

Gözümüz etrafa, hayal gücümüz zamana bakıyor. Fakat o kadar hayalsiz, o kadar güçsüz ki, içiniz rahat olsun. İnsan, yarını bugünün biraz değişiği zannediyor. Hangimizin bugünü, geçmişinin biraz değişiği? Hiçbirimizin. Hepimizinki yeni. Fakat orası kör nokta dediğim gibi. Plan yapan, kendine komplo kurar yani anlayacağınız. Çünkü yarınla bugün, Ulan Bator’la Tokyo kadar benziyor ancak.

Buyrun sizin her günkü falınız:

Üç vakte kadar, sürprizler içindesiniz.
Yazının Devamını Oku

Eskiden mutlu değildim deme, çünkü mutluydun! (1)

27 Kasım 2006
Geçen haftanın özeti: Uğurcan geçen hafta, ’Bilen, bilmeyene borçludur... Bir şeyler öğrendiysen, bize de öğretsene’ diye mesaj attı. Bahsettiği şey, şu Londra’da gittiğim hikaye yazma semineri. Bir şey bildiğimden değil de, şu bilenin bilmeyene borçlu olma meselesi çok hoşuma gitti. Hazırlanıp, bütün notlarımı toparlayıp, anlatıcağımı söyledim. Zaman istedim. Sık sık, hayatta olma nedenlerimle ilgili kutucukta, bir paylaşım programı varmış gibi hissediyorum zaten.

Bu köşe bu yüzden, bu köşede bazen kendimle anlaşılmaz köşe kapmacalar oynamam bu yüzden, şarkılar falan hepsi. Çok konuşmam da bununla alakalı. Edit edilmemem de. Kimse beni düzeltmiyor, düzeltmeye kalkmıyor. Çünkü ben langır lungur, haldır huldur bir şeyim. Durumumun vahim olmamasının tek sebebi, içerik peşinde olmam. O dağınık şeyin içine hep kendimce değerli bulduğum bir şey saklıyorum. En yağmurlu günlerimde bile, buradaki sessiz harfleri birleştiren, şemsiyeyi görüyor. (yani görüyor değil mi?...) O halde, paylaşım programı çalışsın:

Bu hafta, çok ilginç bir kitap okuyorum.* Kitapta, insan beyninin, kendisine yalan yanlış mutluluklar vaat eden bir dalaverici olduğunu anlatıyor. Hatta, çeşitli deneylerden örneklerle ispat ediyor. İnsan aklı, Hürrem Sultan’dan beter bir sinsilikle, gelecek ve geçmişteki boşlukları dolduruyor. Bunu yaparken, verdiği cevapların yüzde doksanı yanlış. Biz bunu hiç ortaya çıkaramıyoruz. Ta ki, bu kitabı okuyuncaya kadar! Göz illüzyonları gibi, hayal gücü illüzyonları var. Ah, şu kafamızın içinde ne amatör, ne beceriksiz bir sihirbaz yaşarmış meğer! Hepimiz, günün yüzde 12’sinde geleceğimizi düşünüyormuşuz. Beynimiz, hergün part-time gelecek için çalışıyor yani. Geleceğini düşünen tek hayvan olmamızın sebebi, alnımıza denk gelen beynin ön kısmı. O kısım, milyonlarca yıl içinde yavaştan gelişmiş ve plan programdan sorumlu bir ünite olarak, kafamıza ’ya sonra?’ sorusunu ölene dek kazımış. Artık iyi mi olmuş, kötü mü olmuş bilmiyorum. Ama şunu söyleyeyim, kafatasının sadece ön tarafına demir kazık giren bir adama bir şey olmuyor. Sadece gelecek kavramını anlamıyor. Bizim ’uzay’ denince bön bön bakmamız gibi, bakıyor yüzümüze. Şiirle anlatmam gerekirse, durum şöyle:

Ya sonra sorusu

yatar kafasının ön kıvrımında

uyumaz

Bir nedenden

Rahat değilmiş içi

İnsanoğluna, çok şık bir restoranda süper bir yemeği, ne zaman yemek istersiniz diye sormuşlar. Neredeyse tamamı haftaya demiş. Yarın değil. Fıkra gibi, çünkü kafamızdaki planlamacı ciddi komik bir karakter. Bunun nedeni, güzel bir şeyi geciktirmenin o şeyle ilgili mutluluğu artırması. Bunu zaten biliyoruz, o yüzden yeni aldığımız şeyleri hemen giymiyoruz demeyin. Peki, bir hafta yemeği iple çekmenin mutluluğu, yanımıza kar kaldı diyelim; kaçımız o gün geldiğinde o mutlak mutluluğa varıyoruz? Neredeyse hiçbirimiz. Peki neden? Peki niçin? Ayrıca neden gezegendeki insanların tamamı, kanser hastası dahi olsalar, geleceğe iyimser bakar? Hepimiz yarının bugünden daha iyi olacağına inanıyoruz. Muşuz. Ki bence de öyle. Ben de öyle. Peki ya kaygılanmalar, gelecekle ilgili korkular diyeceksiniz... Onlar da kendimizi ’ya işler sarpa sararsa’ya hazırlamak için. İnsan, bilerek kendini endişelendirip ödünü patlatıyor ki, hem olayın etkisi azalsın, hem de motive olup gerçekleşmemesi için çalışsın.

Kendimizle aynalara bakıp, sağdan soldan duyup, memnun oldum diye tanışamayız. İçebakış açısı edinmek için, okumak gerek.

Bu kitabın 145. sayfasındayken, Orhan Pamuk’un nobelinin tadına varamaması bana normal geldi. Nobelin tadının, o bahsettiğim yemeğin tadından bir farkı yok. O, Türkçe’ye aitmiş, yazdıkça mutlu olucakmış. Eski Yunanlılar bunu bilmiş. Bunun adına güzelce, ’eudaimonia’ demiş. Bir kişinin erdemle işini yapması, iyi yaşanmış hayat demekmiş...

Haftaya: Mutluluk bize nerelerde ce diyor ve neden dünkü maçı, sonucu bilmesek de bugün seyretmek içimizden gelmiyor?

Aç parantez, bundan sonra okuduğum kitapları Türkiye’nin çeşitli yerlerine bırakıp, size saat kaçta, nereye bıraktığımı yazıcam. İsteyen oradan alıp okusun. Herkes okumayandan korksun. Kapa parantez.

* Çevirmesi zor, mutluluk peşinde tökezlemek gibi birşey, ’stumbling on happiness-daniel gilbert’
Yazının Devamını Oku

Bence akıldan kalbe giden bir yol yok

20 Kasım 2006
Kalpten akıla giden bir yol da yok. Bu Robert Mc Kee denen adam, içimde bu iki şehre bakan, pencere kenarı bir yere alındı. Püfür püfür esen. Onu ömür boyu orada ağırlamaya hazırım. Arada bir hafızama üflemesini istiyorum sadece. Dediklerini unutmamam için, bana o cümlelerden birer kuple söylemesini dilerim. Desin ki:

’İnsanlar birbirlerinden nefret ederler.’
Ben bunu doğru kabul ediyorum. Fakat, yanlış anlamayın, bu cümle kesinlikle çok sütlü olmamı engelleyip, kakaomu koyulaştıramaz. Ben seziyordum çünkü. Bununla yaşamak eğlenceli bile olmuştu. Korkulacak birşey değil. Realist bir adamın buz kütlesinin üzerindeyken, böyle bu. Bu o kadar derin katmanda ki, gözle görmeyiz. Derinin alt tabakası gibi düşünün. Bu da ruhun alt tabakası. İlk duyduğumda güldüm. Ben güldüğümde hak veriyor olurum. Hoşuma gitmiyor ama, dediğim gibi, ben bunu doğru kabul ediyorum.

Desin ki: ’Hayatta ilerleme yoktur.’ Hayat iyiye falan gitmez. Değişir evet. Hızla evet. İyileşme kelimesini kaldırıyoruz bir tek. Onu kaldırmak çok ağır. Fakat, ben bunu da kaldırıyorum. Neden bilmiyorum. Kitaplar tersini söylüyor. Herkes tersini söylüyor. Ama düzü bu. Ve ben unutmamak için, bay Mc Kee’yi içimde ağırlamak istiyorum. Bunu gözardı etmemek, şüphesiz yarınların ününe gölge düşürecek... Fakat insan denen benim gibi bir varlığa, bu kötümserlik uçucu gelicektir. Ben, yarınlara ’gelecek’ adını takmış adamım. Gelecek diyorsam da gelir.

Desin ki, desin ki... (düşünüyorum hangisi)... ’Gerçek karakter, sadece kriz anlarında ortaya çıkar. Birini tanımak istiyorsak, hayatı onun için çatallandıralım. Hoşuna gitmeyen bir durumda kalıp, tepkisini göstersin. Görelim bakalım, gerçek rengini, teni pembe insanın. Ben bunu duyduğumdan beri unutmuyorum. Kendime kriz anlarında, hep bakıyorum. Tanıyalım Nil hanım sizi biraz diyorum.

Bu üç şeyi unutmazsanız ve üç arkadaşınıza söylerseniz, geometrik olarak çoğalır. Ve Robert Mc Kee, içimdeki konforlu yerden size seslenmekle kalmaz, büyük bir akşamüstü sevinciyle çayına bisküvi batırır.

(Evet bay Mc Kee haklısınız, böyle yazmamalıyım... Kesinlikle daha açık konuşmalıyım.)
Yazının Devamını Oku

Senin hikayen ne?

13 Kasım 2006
İri’yle İnce’den sonra, hikaye yazmaya karar verdim. Daha doğrusu, senaryo yazmaya. Kendim çalıp, oynadığım bir senaryo. Belki çok kısa bir sahnem olur ve onda kapı deliğinden bakıp, kapıyı açmayan kadın olurum. Henüz bilmiyorum. Henüz hiçbir şey bilmiyorum desek daha doğru. Kafamda bir koşuşturma başladı, sanki tanımadığım insanlar kafatasımı çalıp, içeri girmek istiyor. Hepsi o iki balık yüzünden. Ben de, kimsiniz tanımıyorum diyorum. Artı, napıcam kafamın içinde tanımadığım o kadar insanla. Hepsini giydir, kuşat, geçmişlerini yaz konuştur...deli işi. Robert Mckee, benim de aralarında oturduğum 200 kişilik sınıfa aynen şunu dedi cuma günü: Beyin ameliyatı yapmak, senaryo yazmaktan daha kolay. En azından nasıl yapılacağı öğretilebiliyor.

Kendisi, sabah 8’den akşam 9’a kadar süren bu 3 günlük kursta, bize hikayenin ne demek olduğunu anlatıcak. Etraftaki herkesin gözleri parlıyor, kalemleri dansöz, hatta çoğunun kafasında ensesinden tutup getirdiği karakterler ve olaylar var. Fazla heyecanlanmayın çünkü Robert Mckee, Tanrının yazma becerisini bonkörce dağıttığını söyledi. Yani, yazmasını beceren çokmuş. Fakat, hikaye anlatmasını bilmek için, birsürü başka şey lazım. Yemek yapmak gibi bu iş. Malzemelerin tamsa, başla. Ki malzemenin yüzde sekseni genetik.

Bir filmin senaryosu nasıl yazılır, karakter nasıl canlanır, ne zaman ne olur falan öğrenmem, hem iyi, hem kötü oldu. Şimdi artık her filmi cetvellerle seyredicem. Bir filmden çıkınca, ’görüntüler ne güzeldi, diyaloglar ne güzeldi, efektler, müzik ne güzeldi’ gibi teknik yorumlar duyarsam etraftan, anlıycam ki o film iyi olmamış. Yok sanat, yok Avrupa, yok bağımsız avangard falan diye yıllarca Beyoğlu’na sürüklendiğim filmlerin, çoğundan zevk almadığımı, kendime itiraf edebilicem. ’İlk sahnesinde bulut, ikinci sahnesinde daha parlak bulut, üçüncü sahnesinde daha da parlak bulut olan filmler Avrupa’dan gelicek; ilk sahnesi bulut, ikinci sahnesi bulutta uçak, üçüncü sahnesi uçakta patlama olan film, Hollywood’dan gelicek.’ Bu espriydi ama, çok komikti o vakit.

Kendimi bir karakter gibi ele alıp, işlemeye başlıycam; ulaşmaya çalıştığım bir yer olucak, karşıma ona ulaşmamam için ben dahil türlü türlü düşman çıkıcak. Ben yenilicem. Ama sonu kötü biten film sevemediğimden, kahramanlığa soyunucam. Tercihler yapmazsam, hayatım durağan olucak. Kendimi eğlendirmek ve meraklara sürüklemek için, olaylara beklenmedik tepkiler vericem. Beklenmedik şeyleri yapan ve söyleyen insanları, daha çok sevicem. Çünkü kendi hayat hikayemi de, karanlıkta bir koltukta izliyor olucam. Ve kendimle empati kurabilmek istiyorum. Fakat bir gün bir bakıcam, aslında istediğim ve peşinden koştuğum bambaşka birşeymiş... Aklıma gelen ilk şeyleri, çöpe atıcam. Hiçbir şeyi bir tesadüfle çözmeye çalışmıycam ve aşkların eski dönemlerde yaşandığını bir türlü unutamıycam. Gösterdiğim şeyi de, asla açıklamıycam.

Beklentilerimle, gerçekleşenlerin arasını açabildiğim kadar açıcam. Çünkü işin eğlencesi orda. Ve onların arasına düşünce de, neden diye sorucam. Çünkü kendimi, o sorunun cevabına sakladım.

Bakın, kursuna gittim ama iyi anlatamadım. Siz anlayın halimi, neredeyse onbir saatlik ders dinledim bugün. Şu an sindirme aşamasındayım. Beynim doluyken konuştum yani...gerçi biraz da kafakarışıklığı çeken biriyim. Karakterim böyle. Ve eski Yunan’da dedikleri gibi: Karakterin, kaderindir.
Yazının Devamını Oku