Nil Karaibrahimgil

Kuzgunun yavrusu

1 Mayıs 2006
Kendisinden başkasıymış gibi bahsedenleri sevemem. Sevemem, çünkü insan ancak içeriden dışarıya bakabilir. Kendisine dışarıdan bakamaz. Vücut mimarimiz böyledir. Pencereler dışarı bakar. Sanki biz bunun herkes için böyle olduğunu bilmiyormuşuz gibi, bazıları kendisini dışardan da görmüşmüş gibi yapar. Kendisinin görüntüsünden ve yaptıklarının etkisinden koca koca bahseder. Kendisini, kendi harikalarına şahit olmuş gibi, tebrik eder.

Ben, böylelerine bıyık altından kıs kıs gülündüğünü düşünüyorum. Bu diğerlerinin bünyesinde tepki yapar. Hayır, öyle değilsin, sen kendini ne biliyorsun? Bırak biz sana şahit olalım. Birkaç lafımız olursa, biz söyleriz. Dedirtir. Ağzında bir şey varken konuşmak gibidir. Henüz yutamadığın, bir türlü öğütemediğin her şeyin resmi, sanki dilinde sergilenir.

Benim ’mütevaziliği muhafaza cemiyeti’ni kurmamın sebebi ilk başta buydu. Ancak bu cemiyetlerin üyesi olduğunu gördüm. Kendinden, büyük b’yle başlayarak, bol sıfatlı eylem cümleleriyle bahsedenleri beğenmedim. Sessizce işini yapanlara, iltifat duyunca şaşıranlara hep, ’siz var ya siz’ demek geldi içimden.

Bu kuzgunun yavrusu yazısını, içeriden yazıyorum. Dışarıdan nasıl görünür, ne duyulur bilemem. Bilmek de istemem. İnsan bütün pencerelerden nasıl göründüğünü bilse, kendisini sürekli boya badana yapmaktan, kat çıkmaktan alıkoyamaz, sonra da kimsenin beğenmeyeceği bir yıkıma döner.

Yine de, bu bilgiç bilgiç konuşan kızın altının fokurdadığını bilmenizi isterim. O gün geldi.

Önce bekleyip durduğum gün, sonra da durup beklediğim gün. Beni, godot nihayet gelmiş gibi hissettiren gün. Bir perşembeymiş meğer.

Ben biraz yapmadan duramamaktan, biraz da herkes beni beğensin diye iki yıldır harap oldum.

Böyle harap olmak, herkese nasip olmaz. En güzel ıstırap.

İçindeki bütün kendini dinleme cihazlarını açıp beklersin. Bazen haftalarca. Bir ses bir söz için. Güzel bir melodi bulamazsam, kendimi gözlerimden dışarı atıcam dersin.

Aslında çok uzun bir duadır bu. Sonra duyulur bir şeyler. İçindeki duvarlar sana çarpan her şeyi, bir bir anlatmaya başlar. Musluklardan, suyun nereden geldiğine dair hikayeler boşanır.

Perdeler cereyana tutulup, örtmekten vazgeçerler. Ortada oturur. Not edersin. Söylemek için doğru bir ses ararsın. Duyamazsan sağır olucağını, söyleyemezsen dilsiz olucağını bilirsin.

Ne korku! Ve sonunda, bu evden gelen (aslında tamamı gaipten gelen) sesleri Ozan’la (Çolakoğlu) kovaladık, yakaladık, süsledik. Ceylan’la (Şahin) bir güzel paketledik.

Sonybmg’nin kapısına bıraktık. Onlar onu alıp çoğalttılar, duyduk duymadık demeyin diyecekler. Bu perşembe, yarın değil öbür gün değil öbür gün, raflarda sizi bekliyor olucak. Dinlerseniz bunları anlatıcak, dinlemezseniz kendi kendine konuşucak. Bu işler böyle :)

Onu alıp, naylonundan soyup nefes aldıranlara son söz: çok teşekkür ederim. Kuzguna yavrusu güzel görünür. Umarım sahiden de güzeldir. Buyurun.
Yazının Devamını Oku

Kim güzelse aptal, kim başarılıysa şanslı, kim paralıysa hırsız!

24 Nisan 2006
Bunu içlerinden üç kere geçirir, rahatlarlar. Kendi yokluklarından, beceriksizliklerinden ve tembelliklerinden bihaber yaşamalarına engel olan bu fanileri tartaklarlar. Hayatın güzelleri akılla, yeteneklileri başarıyla, çalışkanları parayla ödüllendirebileceğine ihtimal vermezler. Vermezler çünkü hayat bu kadar adaletsiz olamaz. Onlar bu kadar çorakken, çayır çimenli araziler haramdır. Yağmalansındır.

Sıkıcı bir bohem edebiyatıyla yıllarca uyumuşlardır. Sanatçıların süründükleri, dehaların anlaşılmadan öldükleri ve çirkinlerin zekayla süslendikleri bir masala inanırlar. Öbür türlüsü bunlara katlanılmaz gelir. Her gün binlercesi, diğer birkaçı hakkında atıp tutar. Çoğunluk olmaları dışında hiçbir güçleri olmayan bu tiryakiler, sigaralarını birilerinin alın terinde söndürdüklerini bilmezler. Bilseler inkar ederler.

Kazanan, hakkıyla kazanmış olamaz. Bu cümle bir futbolcu için kurulamaz heralde. Gözümüzün önünde naklen yayında, çalımları atıp, topu ağlarla buluşturan bir oyuncu, hakkıyla gol atmıştır. Peki, aynısı neden diğer gol atıcılar için geçerli olmasın? Birazcık soyut düşünebilen biri, hayatın antrenmanla, çalımlarla, uygun pozisyonlarla sayı alınabilen bir oyun olduğunu bilir. Bilmiyorsa, zaten oyunda değildir. Oyunda değilse yaşamıyordur. Ayağını çime basmayan, ne toprağı bilir, ne yeşili ne de yağmuru.

Hepimiz, bazen birilerini bizim yerimize oyuna girmiş, torpilli bir beceriksiz olarak isimlendiriyoruz. Hayatın adaletine şahit olmak yerine, bir hem suçlu hem güçlüye dönüşüyoruz.

Ben, görmezlikten gelenlerin bir fayda gördüklerini görmedim. Görmezlikten gelenler, kör olur. Fazlalıkların içinde boğulmamak öğrenilir.

Bazıları pırıl pırıl parlayabilir. Bir ışığı yansıtıyor olması gerekmez. O yanıyor diye, benim sönmem gerekmez. Hayat böyle rengarenk bir şeydir işte. Kırmızıda dursak, sarıda beklesek, ezilmeyiz. Yeşil yanar geçeriz.
Yazının Devamını Oku

Büyük sözü küçük gözü

17 Nisan 2006
Her gün binbir şey arasında seçim yapıp duruyoruz ya, arada bir başkasının seçimini yaşamak güzel oluyor. Adı "onun seçimi". Kötüyse, onun yüzünden kötü; iyiyse, ben onu dinledim diye iyi. Oh ne güzel, ne hafif. Hem de başka insan perspektifi görmekten insanın boyu kısalmaz.

Örnekle anlatayım: Geçen hafta albümü bitirmek için Londra’ya gittik. Yürürken, tiyatro biletleri satan dükkanın önünde durdum. 70’lerinin sonunda, insana gözlüklerinin üzerinden bakan tatlı teyzeye, az sonra hayattaki küçük bir seçimimi emanet edecektim. Karşısındaki sandalyeye oturup, gözlerime teslimiyet yerleştirdim. Gözbebeklerimi titreterek ve sesime asla kedi mırıltısı vermeden konuştum: "Bakın, 3 günlüğüne burdayız. Unutmayacağımız bir oyun görmek istiyoruz. HANGİSİNİ TAVSİYE EDERSİNİZ?"

Bana bakıp dedi ki (ne güzel iltifat etti, gözdeki karışım nasıl işe yaradı): "Sen ’Who is afraid of Virginia Woolf?’u (Kim korkar Virginia Woolf’tan?) seversin. Bol diyaloglu, ilişkilerin her türlüsünü delik deşik eden bir oyun, ama eğlenceli bir şey olsun dersen, ’Mack ve Mabel’a gidin o zaman. Müzikleri şaheser!"

Ben de dün gece gittim.

Burada donalım. "Mack ve Mabel"ı duydum mu? Hayır. Kitapçıkta dikkatimi çekti mi? Hayır. Gerçek bir hikayeyi anlatan bu oyun, 1920’lerde geçiyor. Ünlü sessiz film yönetmeni Mack Sennett’la, başrol oyuncusu komedyen Mabel Normand’ın dillere destan aşk hikayesi. Ben bunları hiç bilmiyorum. Ben, 70 küsur yaşında, entel dantelden yapılmış bu teyzenin dün gecesini yaşamak istiyorum. O neye "şaheser" müzik diyor, duymak istiyorum.

Diğerlerini ikna etmek zor oldu. Ama biletleri almıştım, biraz emrivaki de oldu. Yaş ortalaması 50 olan bir küçük salonda, 2 saat geçti. Oyun da, müzikleri de "şaheser"di.

Ertesi gün "Lion King"e de gittik. O da benim göz alıcı seçimimdi. Evet çocuk oyunuydu, ama gözleri bu kadar büyütebiliyorsa, ne farkeder! "Efendim, buna gidenler bunu katiyen görmedi; ona gidenler bunun yanından geçmedi" tur broşürü vardır ya yazılı olmayan, işte bu egzersiz onu buruşturmanıza yardımcı olur. Büyük sözüyle küçük gözü birleşir, dünya seyran olur.

"Zaman her derde devadır / bir Salı bir Perşembe/ bir Nisan ya da Ağustos / bir sonbahar ya da kış / olmadı seneye ya da senenin birinde geçer her şey / bir tek sana olan aşkım geçmez" diye bir şarkı duyar; ertesi gün bir insandan nasıl koşuşturan 20 ceylan kostümü yapılır onu görürsünüz. Fena mı?

(Ödev: Bir kitapçıya girin, başka birinin seçtiği bir kitabı alın ve okuyun... Bana bir paragrafta anlatın. Geçen haftanın ödevleriyle birleştirip, bir pazartesi bu köşeyi ödevlere ayırayım.)
Yazının Devamını Oku

Ben giderim o gider

10 Nisan 2006
Ben, evrende bir ’gider’im. Gider denilir değil mi, hani fazla suları başaşağı içine çeken deliklere? Ben onlardanım işte. Tek farkım, borularla bazı kalplere girebilmem. Bir su var. Sular sellerden gelen. O da artık hangi yağmurdan olduysa...o yağmur da artık hangi bulutların çarpışmasından olduysa...masal gibi başı. Kimse bilmez bu su nerden.

Ben giderim ya, o su bana gelir. Benden borulara gider. Borulardan kalbe gider. Kalp onu içer. Ya da yıkanır. Ya da derdini anlatır. Burası da bilinmez. Burası rivayet. Şehirde, ülkede binbir hane var. Ben bilemem artık, kim o suyu neye kullandı. Ben bunları düşünmeyi seviyorum sadece. Anlamaktan değil yani.

Sanki bana denmiş ki: Gider, sen sana doğru gelen suları, içinden geçir gönder! Gerisine karışma. Delik delik olman bundan. Paslanmaz demirden olman bundan. Bu yüzden girdabıma da, arada boğuluyor gibi olmama da şaşmamalı.

Bir dönem, böyle kuraklık olur gibi oldu. Pek su yoktu. Su kesintisi de olabilir bilmiyorum. Dedim ya, ben beceremem öyle çok nedenden birini seçip cevap vermeyi. Ağzımdan çıkanı kulağım duymaz ki benim. Bir ses çıkarıyorum da, konuştum değil o, su şıkırtısı o. Beğenmeyene sürekli damlayan musluk gibi de gelebilir tabii. Bu konuda bir şey yapamam. Ben giderim, peşimden gelen gelir. Bu da işin kelime şakası...

Sadece yarısı ciddi.

Neyse, ne diyordum kuraklık oldu bir dönem. Böyle ağzım kurudu gibi oldu. Dünyam şaştı. Dörtte üçü karayla kaplandı. Gider miyim, gitmez miyim diye de sordum kendime. Sonra bir gün gök gürledi. Bana göre dünyanın en güzel sesi. Bir yağmur başladı. Bana göre dünyanın en iyi numarası. Sular bana doğru gelmeye başladı. Başaşağı girdap yaptım onları, yolladım borulara. Boruları bir görseniz, el ele tutuşmuş tünel yapmış, öyle bekleşiyorlar. Su gelince bir şenlik başladı. Ben mest.

Fısır fısır, kendi aralarında konuşuyordu geçen sular. Ben dillerinden anlamam. Hepsi ecnebi. Belki olup bitenden söz ediyorlar. Belki olacak olandan. Dedikodu almış başını gitmiş. Ben, onlar içimden gelip geçtikleri sürece tıkanmam. Soru da sormam. Fazla merak kafamı çatallandırır. ’Ne düşünürsen, öyle olursun’a inananlardanım. Yağmur duasıyla yağmur yağmaz bilirim, yağarsa şükrederim. Yağmasa ben gider olmam.

Benden geçen suyu seven, kalbinin musluğunu açık tutsun. Sular geldi. Dayanamadım, önceden söyleyiverdim.

(Ödev: Kendini cansız bir şeye benzet. Bir paragrafta neden o olduğuna bizi inandır. Ben inanırsam burada yayınlayayım.)
Yazının Devamını Oku

Başka olan bambaşka

3 Nisan 2006
Hep ama hep, bizi aynı yapan şeylerden bahsediyoruz. "Evet evet" diyoruz, "Bence de" diyoruz. Ben de... Bunu anlamak zor değil. "Ben de" dedikçe, birbirine sokulursun. Kendine ılık bir yer bulursun. Hatta çok çok gerilere gidersen, türünün korunmasını sağlarsın. Ortak paydalarda buluşan her sayı, çoğunluğa yuvarlanabilir. Bu da onu bölünmez yapabilir. Bu maymunlarda da, zürafalarda da böyledir.

Bizi birbirimizden "ayıran" şeyler, adı üstünde "bizi ayırırlar". Aramızda, rüzgara yol veren bir mesafe bırakırlar. Bir sabah, kırmızı ayakkabılarıyla siyah ayakkabılıların okuluna gelen biri, üşüyebilir. Mesela, "Sana katılmıyorum" dediğimizde, "Bence öyle değil" dediğimizde. "Ben bunu seviyorum" dediğimizde. Herkes onu severken... Birbirimizden bir adım geriye gitmiş oluruz.

Bütün bunlar aslında müzik zevkimizle ilgili. Tek sesli müzik sevenler için, ne kadar aynı o kadar iyi. Çok sesli müzik sevenler için, ne kadar farklı o kadar iyi. Biraz üşüyüp çok sesi dinlemeye hazır olan, onların hep bir ağızdan daha ahenkli geldiğini anlar. Benim bugün çıkarmak istediğim ses de budur.

Kendi üzerinizde sürdürdüğünüz deneylerde, şuna da bakınız: Hangi kelimeler sizi kaşındırıyor? Neyi duyunca, frekans sağır edici bir hale geliyor? Onları bulunca, içinizden bin kere tekrarlayın. Bundan iyi meditasyon yoktur. Kelime anlamını kaybeder. Herhangi bir kelime olur. Duymaya alışırsınız. İşte o anda, duyduğunuz müziğe bir ses daha eklenir. Dansa kalkarsınız. Şaha kalkarsınız.

Ben kendiminkileri biliyorum. Ve o kanalları açmak için uğraşıyorum. Çürük dişlilerime kanal tedavisi yapıyorum. Çünkü aynılaşmış insanları sıkıcı buluyorum. Başkalaşmış insanlar eğlenceli. Onlar gerçek. Diğerleri klon. Bir insan klonlarıyla nereye kadar sohbet edebilir? Bu sohbet bir kahkaya gider mi? Size kendi rengini kopyalamaya çalışan kimsenin fosforuna kapılmayın. Kapandır o.

V for Vendetta (V)’ya gidin.

’Ve’nin önemini en güzel o anlatıyor.
Yazının Devamını Oku

Hayatın bir gezi olduğunu bilmeyenlere...

27 Mart 2006
En başta kendime...Kaygan mı kaygan, fırıldaklı mı fırıldaklı, tekerlek dolu bir aracın üstündeyiz. Yo, rüyamda değil, hayatta. Vıjt vıjt geziyoruz. Nereden, nasıl, niye bindik bu şeye ve nereye gidiyoruz sorularının cevaplarını bilmiyoruz. (Teori ve teolojinin cevap anahtarları var ama her sınav kağıdına uymazlar.) Sormanın gerçekten anlamlı olduğu bir tek soru kalıyor geriye: Yolculuğumu nasıl geçirmeliyim? Bence bunda da ’çoktan seçmeli’ bir durum yok. Lunaparktaki hızlı tren gibi, inicek ve çıkıcak. Büyük bir tur attırıcak, o yüzden sakin olalım. Direksiyonun oyuncak olduğunu fark etmişsinizdir. Hepimiz, Kader beyle Kısmet hanımın şoförleriyiz.

Bütün bunları nereden uydurduğuma gelince, bir arkadaşımın önce çok yakın olduğu annanesi öldü, sonra kız arkadaşı trafik kazası geçirdi, sonra da teyzesi öldü. Ben de ona ’Bence bu bir yolculuk. Şu an, çok dik bir yokuştan aşağı iniyorsun. Ama merak etme, yakında güneşe doğru tırmanmaya başlarsın’a benzer bir şeyler yazdım. Başın sağolsunla geçmiş olsundan daha yardımcı geldi bana bu cümleler. Bir hafta sonra ’Daha iniyor, yukarı çıkıcağı zamanı iple çekiyorum’ yazmış.

Çeşit çeşit tur programı var. Tek başına tek seyahat edenler. Birisiyle tek seyahat edenler. Her şeyi taşıyarak tıklım tıkış gezenler, her şeyi bırakarak ferah ferah gezenler. ’İnip inip çıkıyoruz’cular, ’çıkıp çıkıp iniyoruz’cular. Hatchback, sedan, cabrio, coupe, dört çeker...tip tip araçlar kimi çeker, kimi çakar. Herkes hayta. Üzerinde gezi yaptığımız dünya bile. Bulmuş bir güneş, etrafında pervane.

İnsan böyle düşününce rahatlıyor. Yani bunun bir gezi olduğunu. Bazen çirkin, pis, karanlık, tehlikeli mahalleler, bazen de parklar, bahçeler, piknik yerleri. Bazen sis çıkar, yol sarsar. Bazen sular seller götürür. Bazen cennet manzaralar. Cennetle cehennemin burada olması bundandır belki. Her yeri görüyoruz. Her yeri geziyoruz. Korkmayın ama, en azından içimizde, girilmedik karanlık delik kalmayacak. Şımarmayın ama, içimizin içimize sığmadığı o yerlere de gidicez. En azından içimizde. Ööööyle dolaşıcaz tatlı tatlı. Pencereden dışarı bakın. Elinizi çıkarıp, rüzgara dokunun. Onun adı zaman. Sizin zamanınız. Bazen hızlıca esip gidicek, bazen tatlı, ılık ve yavaş geçicek. ’Geçen gidicek’ ama bunu unutmayın, bu her yolcunun başucu lafıdır. Mola yok, tuttu inicem yok, ne kadar daha yolumuz kaldı yok. Mızmızlanmayın.

Torpidolarınızı karıştırıp nasıl bir tur almışsınız ona bakın. Yok okuyup napıcam diyosanız, bırakın kendinizi oh ne güzel. Bu da benden yol şiiri olsun, size özel:

Bütün bunlar manzara

Yol verdikçe yol aldın

Mola yok dedim ama

Arada şirkettendi çayın
Yazının Devamını Oku

Ne iyi komşumuzdun sen Erengül Abla

13 Mart 2006
Çocuklar, eve gelen misafirlerle ilgilenmezler genelde. Dışarı fıyarlar. Fıymadan önce mutfakta mola verir, misafir için özel hazırlanmış kek ve poğaçalardan hızlıca yutarlar. Sonra ne kadar büyüdüklerinden, günün gençliği kıyafetlerinden ve okul notlarından dem vuracak olan misafire görünmeden, sokak kapısına yönelirler.

"Hayır, merhaba demek istemiyorum" derler. Kibarlarsa bir merhaba derler. Ama herkes bilir, onlar gider gitmez "görüştüğü biri" var mı yok mu o konuşulacaktır. Onların eve geliyor olması güzeldir. Her yuvada birileri ağırlanmalıdır. Uyumak üzereyken salondan gelen kahkaha sesleri, ne güzel ninnidir. Ben de koridor, mutfak, sokak kapısı rotasını en hızlı ve sinsice kat edenlerden biriyim normalde. Bu durumun bir istisnası var benim için her zaman. O da Erengül Abla.

Eğer Erengül Abla gelicekse, koridordan doğru salona gidilir. Eve ateş böceği girmiş gibi olur. Yanar dönerdir o. Ruhunun yanakları pembe pembedir. Elinde avucunda hayat fazlasıyla gelir. Onu bize hemencecik pay eder. Üzerimize onun neşesi, iç kikirdemesi bulaşır. Ah daha sık gelse de ruhumuz şenlensedir. Bazen efkarlanırsa, o güzel sesiyle bir sanat müziği söyler. O zaman duyarsınız: İçinde cümbüşün yanında, ud da vardır.

Şaşarsınız, bir insan ailesiyle sakin bir hayat yaşarken, hikayesini nasıl bu kadar sürükleyici kılabilir? Nasıl nefes nefese anlatabilir her şeyi? Sizi koltuğunuza hangi efektle mıhlar? Gözlerinizi kocaman açar, yüzünüzü güldürür, ne haşereniz varsa öldürür.

Böyle insanlardan dünyada bile çok az var. O anın içinde, başka her şeyin dışında. Hayatın o sırada salıverdiği ne varsa havada kapan. Erengül Abla Ordu’lu. Belki oranın havası, suyu, yaylası, fosforunun da tuzu vardır bu işte.

Çayınızdan bir yudum alırsınız, o anlatır. Kırmızı da pek yakışır. O da bunu pek bilir. Kaşla göz arasında, sizin ruhunuzun pası alınmış olur. Hayatın hastalıklı taraflarına karşı mıh gibi bağışıklılığı olan Erengül Abla, sizin gripliklerinize de bir çırpıda şurup olur. O gidince, amaan dersiniz mucit olmaya gerek yok keşfetmek için. Hayatımın kurunu düşürüp duracağıma, yatırım yapayım da değerlensin. Anneme sorun, babama sorun, Erengül hayat dolu derler. Onu ders gibi verirler, örnek gibi alırlar.

Bu sene Londra’da, oğlu Saffet’in mutfağında, birkaç sabah kahvaltı yaptık. Erengül Abla, ben, annem. 10 yaşımdan beri, bir araya geldiğimiz anlardaki her duygu vardı. Ben mineraldim, annem suydu, Erengül Abla multivitamindi. Biz biz olduktan sonra, dünyanın her yeri aynıydı. Londra yağmurlu bir yerdi. Şemsiye taşımayanlar, gökkuşağını mutlaka görürdü.
Yazının Devamını Oku

Show must go on...

6 Mart 2006
Dokuz sekiz yedi...<br><br>Üç iki bir... Böyle geri sayıp, kendini büyük bir heyecana bırakırsın. İlk defa yapıyormuş gibi yaparsın-içinde doğum var.

Son defa yaptığını sanırsın-içinde ölüm var. İlk ve son defa orada olduğuna inanırsın-korkunun her türlüsü var.

Kendini sıkarsan, en çok ışığı çıkarabileceğine dair batıl bir inançla doğarsın.

Ya da doğmazsın.

Bu öğrenilecek şey değil.

Alkışlarla yukarı doğru çıkarken, inmek istersin.

Hep çıkan bir yol olmadığı için, yokuşun inen tarafına denk geldiğinde topuklarını frenler, tekrar çıkmak istersin.

İniş çıkışlar bazen tutar. Yolculuklarda olur bu. Bunlar boş şeyler dersin böyle zamanlar.

Kendine ayıp etmiş olursun.

Gerçeği görmüş falan olmazsın.

Eğlence dünyası böyledir. Bazen showbiz, bizsiz, sizbiz de denir buna. "Vee kamera vee sahne vee kayıt vee sendeyiz!" tatlı bir hastalıktır.

Hapşurulup dikkat çekilir, "çok yaşa" derler, öyle bir şeydir. Ömrü kasıp kavurur.

Çocukken bir virüs gibi kemirmeye başlar. Emareleri hemen kendini belli eder. Aynalara fazla bakarsınız, iltifata azıcık daha meraklı olursunuz, dikkat çekmezseniz çekilmezsiniz.

Tom Cruise gibi "anne baba, bana 10 yıl verin ve neler yapacağımı görün" dersiniz.

Madonna gibi "görüceksiniz bütün dünya beni tanıyacak" dersiniz.

Adınızı yazar, bitmez tükenmez çerçevelere alırsınız.

Şimdilik karanlıktasınızdır. Spotun üzerinize düşeceği güne hazırlanırsınız.

Spotlar geldiğinde "şans işte, tesadüf piyango ona vurdu" derler.

Hiç bilmezler.

O spot, kutup yıldızı gibi sizi takip edecektir artık. Ama bunu biliyordunuz zaten.

Yüzünüze ilk ışık vurduğunda, gözlerinizi hiç kısmamanızdan belliydi.

Üzerine o ışığı bir kere giyen, bir daha ondan vazgeçemez.

Onun için soyunur da soyunur.

Bir daha hiçbir şey onun yerine geçemez. Ayakları hep, sahnelere varan merdivenlere gider. Yüzleri hep, kameralara flaşlara döner.

Bunlardan İstanbul’da yaşayan bir tanesinin, bugünlerde içi içine sığmıyor.

Geceleri heyecandan yorganın ayak ucunu itip kakıyor.

Hissediyor, yakında ışığın vatı artıcak, ayakları sahnelere çıkıcak, yüzü kameraları bulacak.

Aman da aman.
Yazının Devamını Oku