30 Ekim 2006
Biri olmadan, öbürü olmazmış. Bu böylece yazılsınmış. Bir Rus köyü’nde iki balık yaşarmış. Biri turuncu ve İri. Öbürü korkak ve İnce. Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce. İri sormuş birgün. ’Madem bütün bu denizler birbirine bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıydık?’ Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf. Çünkü onun mutluluğu için, İri ve o kıyı yeterlidir. Gerisi hava su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez. Balıklar hiç.
Katıldı yine de, düştü İri’nin peşine. Akıntıya bıraktı kendini. Bunlar beraberce, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler. Fakat bir balıkçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar. Daha doğrusu İri takıldı. İri ya. İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi. Hem inceydi hem aşık. Kemirip ağları, kurtardı İri’yi. ’E, tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli değilim, eriyip gidecek gibiyim’ diyerek, onun gururunu da okşadı. Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da. Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.
Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat İnce, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı. Pulları dökülüyordu hergün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı. Hatta durdu birgün. Atlantiğin ortasında. Ya döneceklerdi ve İnce kurtulacaktı. Ya da tek bedene düşeceklerdi. Çünkü herkesin Küba’ya kadar yüzecek nefesi kalmayabilir. Hele hastaysa. İri, Küba’ya gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü. O düşündüğü süre kadardı sevgisi, ki o da çok sayılmazdı. En başta sıkılan oydu köyün kıyısından. Demek aslında gitmek istiyordu İnce’sinin yanından. Ama bizimki bu durumu anlamadı. Ve onunla Küba’ya varmak için son çabalarla yüzdü. İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar aşıktır. Balıklar da.
’İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına kavuşmaktan iyidir’ bile dedirtir aşk insana. Dedirttiği gibi İnce’ye. İki dakika kadar yüzdü ve öldü. Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi, kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir balina onu yuttu, bunu da biliyordu. İri, tek kaldı ama, suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü. İnce’yi unuttu. İnce’yi unuttuğu kötü oldu. Çünkü onlar birbirlerine 5 saniyede bir, nereye gittiklerini hatırlatıyorlardı ve şimdi 10 saniye geçmişti ve katiyen hatırlamıyordu. Ne İnce’yi, ne Küba’yı ne de adının İri olduğunu. İnsana adını başkaları hatırlatır, balıklara da.
O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca bir balina onu da yuttu. Fakat mucize bu ya, balinanın midesinde İnce’yi buldu. Meğer onları yutan aynı balinaymış, İnce ölmemişmiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmişmiş. Ama oradan çıkarsa ölücek. İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını unutucak. O yüzden, artık ikisi de buradalar. Ne fark eder. İnsana sevdiğinin yanı cennettir. Sevmeden hiçbir şeyin tadı olmadığını, bu hikayeyi bilen bütün balıklar bilir. Ya insanlar?
Onlar bu hikayeyi bir şarkıyla bilecekler.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2006
Herşey, bebekteki kitapçıdan eylül ayının Wired dergisini almamla başladı. Kapağında, ’müziğin yeniden doğuşu’ yazıyordu. O günlerde, peri şarkısına animasyon bir klip yapıyorduk. Ömer Faruk Sorak çekmişti klibi ve Anima da üzerine animasyon yapıyordu. Şarkının klibi, şu ve bu nedenlerden çok gecikmişti. Geciktiği iyi olmuştu, çünkü fikri sağlamdı. Bir inanışa göre, kliplere fikir gerekmez. Benim inanışıma göre, her şeye fikir gerekir. Peri şarkısında ’o beni prenses peri sanıyor, ne hata yapsam geri sarıyor’ diyordu. Biz de önce beni yeşil bir fonda şarkıyı söylerken çektik. Ve üzerime animasyonla bir peri masalı dünyası yerleştirdik. ’Peri’ kısmı tamamdı. ’Sanıyor’ kısmı için klibin sonuna doğru bu animasyonu gitgite bozucak, arkadaki yeşil fonu göstermeye başlayacaktık. Böylece aslında benim periden ziyade, yeşil bir fonun önünde duran bir kızcağız olduğumu göstericektik. Şarkının demek istediği tam da buydu. Yani aşkın, ekleme çıkarmalarla karşındaki kusursuz hale getiren bir post produksiyon olduğu. Klip güzel olucaktı, yalnız sabretmek lazımdı.
’Müziğin yeniden doğuşu’ sayısını almamdaki neden, müziğin bildiğimiz dinlenme, üretilme ve pazarlanma şekillerinin ölmüş olmasıydı. Oyun ’reset’ edilip, yeniden yazılıyordu. Wired’da da bundan bahsediyordu işte. Myspace’e, Youtube’a müziğini, görüntünü yükleyince bitmiyordu iş. Dinleyicilerin de müziğin üretilmesine ve görüntüsüne karar vereceği bir yere doğru gidiyoruz. Şu anda orada değiliz ama çok yakın. Birkaç kere, periye remix yapmak için şarkının kanallarını isteyen dj’ler olmuştu. Ben de eski bir kafayla içimden ’ne münasebet, şarkının ham hallerini neden stüdyonun bilgisayarından çıkarıp, herkesin kafasına göre bir hale getirmesine izin vereyim ki’ diye düşünmüştüm. Fakat bu, o makaleyi okuduktan sonra eskiyen kafamdı.
Yeni kafamla, Sony müzikten Selim’i aradım: -Selim, naber?-İyilik Nil, senden?-Benden de. Bir şey diycem, Wired dergisinin son sayısında çok yakında müziğin kişiselleşmesi gerektiğini yazıyor. Yani beni dinleyenlerin şarkımı istedikleri hale getirebilmeleri gerek artık. Şarkının ’sadece vokal’ kanalını internete koymak istiyorum. İsteyen üzerine çello çalsın, isteyen remix yapsın. Olur mu?- Hmm...iyi fikir, satmaya kalkmadıkları sürece Sony açısından bir sakıncası yok!- Müzik artık satılmıyor ki Selim, paylaşılıyor!:)- Doğru, olabilir, güzel olur...-AAAAAAAAAA...SELİM AKLIMA BAŞKA BİRŞEY GELDİ! KLİBİ YEŞİL FONDA ÇEKTİK YA... NİYE ONU DA İNTERNETE KOYMUYORUZ? İSTEYEN BENİM GÖRÜNTÜMÜN HAM HALİNİ İNDİRİP, İSTEDİĞİ GİBİ KLİP YAPSIN! İSTERSE ÇİÇEK KOYSUN, BÖCEK KOYSUN, ÇÖP ADAM KOYSUN? NASIL İSTERSE ÖYLE YAPSIN!!!- dur bi dakika seni ariycam, güzel olabilir gerçekten. Ve telefonu kapattık. Fakat ben çoktan iç kanatlarımı çıkarmış uçuyordum. Hayatta, aklıma cesur bir fikir gelmesi kadar beni heyecanlandıran birşey yok! Yok ve olmiycak. Ama ne demişler, fikir bulanın değil, peşine düşenindir. Burada işin içine sihirli insanlar giriyor. Ekip olmazsa, hayatta hiçbir şey olmaz. Ben bu hayali gerçekleştirmemi sağlayan herkese, ona yol açan herkese ve bu animasyon oyununun ucuna en güzel bilgisayarını hediye olarak veren HP’ye, buradan çok teşekkür ederim.
Bugün yarın, www.periliklip.com’a girip, şarkının ses ve görüntü dosyalarını indirip, istediğiniz hale getirebilirsiniz. Klibin üzerine bir de masal yazdım. İster okursunuz, ister izlersiniz. Bu bizim perimiz, umarım beğenirsiniz.
MTV Türkiye bugün peri klibiyle açılıcak. Peri onlara da, hoşgeldin diyecek.
Uzun lafın kısası, peri artık tamamiyle sizindir.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2006
Herkes kendini kral sanırTahtı sallanana kadarAyak vuruşlarındanBaşka bir kralın.
Kendimi kral falan sanmazdım. Ama fena da sayılmazdım. Hani ayağımı havaya diker, kollarıma ağırlıklar alırdım. O ağırlıklarla kanat çırpardım... Kaslarım güçlüydü. Hele karnım. Yumruk atanın, yumruğu duvara çarpar-dı. Çok esnek olmadığımı biliyordum. Ne tesadüf, ruhen de pek esnemem. En çok esneyen yerim: aklım. Aklı esnemeyenlerden çok korkarım. Neyse, evimin salonunda pilates yaparken ben, aynalarda gördüğüm kendime hayran, sanki narsissusun suya bakışı gibi, kraldım kral! Başka bir sefer, insanın kendisine sadece aynaları şahit seçmesinin iyi bir şey olup olmadığını tartışırız. Bugün, aynaların olmadığı ve başkarının da olduğu bir uzay boşluğunu anlatıcam size. Somutu şöyle, evde tek başıma pilates yapıp durmaktan, topluca yoga derslerine katılmaya başladım. Bu, krallığın ve aynaların çöküşü oldu. Bedenimin ve ruhumun acı içinde kıvranışı oldu. Ve aklım pis pis gülümsedi. Gülümsemek esnetir.
İnsanın arada bir kendisine, birşeye sıfırdan başlamanın zevkini ve acısını tattırması lazım. Yoksa tek tip beslenme olur. Ki bunu istemiyoruz. Ben bu yüzden, yogaya yazdırdım kendimi. Bir oda dolusu, süper yogi ve ben ayı yogi! Kendimi yapmayı bilmediğim bir şeyin ortasına attım, aynalar yerine de onu benden çok daha iyi yapan bir sürü insan koydum. Buyurum bakalım. Nasıl sevmedim, nasıl kendimi beğenmedim anlatamam. Artı, şu lafa sonuna kadar inanıyorum: İnsanlar iyi oldukları şeyin üzerine gidiyor. O halde, nil neyin üzerine gidiyor? Bu trajik hikayenin perde arkasında, büyük bir makinayı tam gaz çalıştıracak yakıt gizli: rakipler!
Rakipler, insana tatlı tatlı ’biz de seninle aynı yere koşuyoruz’ derken, önlerine bakan parallellerdir. Onlar sana, aynaların verdiği yansımayı vermez. Tam tersi, dik omuzlarını ve terli sırtlarını gösterirler. Sen de, var gücünle çalışmaya başlarsın. Ve madem etrafta ayna yok, diğerleri de sana bakmıyor, sen de içinden bir göz açıyorsun. O göz, artık sadece seni takip edicek. Ve sana, rakibin olarak seni göstericek. 4 gün boyunca, hergün biraz daha, kendimi bir top düğümmüşüm gibi açmaya başladım. Kendimi, bir çocuğun dikkatsizce yumru yumru yaptığı yumuşak plastikten bir asker gibi, meydana çıkardım. Bacaklarımı, sırtımı, kollarımı. Hergün, bir milimin milyarda biri hızında ilerlediğimi gördüm. Bu hız başımı döndürdü. Ve sağıma soluma hiç bakmıyorum artık. Çünkü biliyorum ordalar.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2006
İki kaşımın arasında o kadar çok şimşek çaktırdım ki, böyle dikine bir çizgi oldu. Benim gibi çok yağışlı insanlarda olur bu. Şimşek çizgisi. Çat çat çatmaktan. Bi yandan da, herşey komiğime gittiğinden, bunu onu susturacak kadar güçlü bir kahkaha tufanıyla bastırmaya çalışıyorum. Yani yüzümde böyle bir müzik çalıyor, ruh kaynaklı: Çat çata kah kah, çat kihh kih! Dikkatli bakacak olursanız, mimiklerimde ve benden çıkan seslerde bu trajediyi hemen yakalarsınız. Üzer ürpertir, hemen ardından gıdıklar gülümsetirim. Bugünkü bulutların sebebi de, zaman.
Birşey benim ses ayarlarımla oynadı. Geri geri sayan saat var ya bizim, sesi çok açıldı onun. Sağır olucam sanki. Onun tik tak’ı bütün diğer sesleri, topuğuyla ezer hale geldi. Olayı anlatiym isterseniz, daha çabuk anlarsınız belki. Ceren’le Yeniköy’deki mantıcıda oturup, yola bakakalıyorduk geçen hafta. 10 dakika boyunca geçen her arabaya, en ağır düşüncelerimizi yükledik. Yükledik çünkü, 10 dakika önce Mazhar abi bize, ’zamanın nasıl geçip gittiğinin anlaşılmadığı’nı söyledi. O anlamadıysa, biz hiç anlamazdık. Zamansız kalınca, günümüzü görücektik. Demek ki saat hep, bugünü çeyrek geçicek, yarına 5 kalıcaktı.
Zaman böyleyken, kimse plan yapamazdı. Şimdi sizi arasam, ’buluşmamıza 15 dakika geciktin’ ya da ’5 dakika sonra buluşmamız gerek’ desem naparsınız? Çaresiz kalakalırsınız. Söz konusu bir kahveyse iptal edersiniz, ertelersiniz. Peki ya söz konusu olan hayatınızsa? İşte o zaman, kaşlarınızda benimkiler gibi bulutlar toplanır!
Dünyanın kendi etrafında ve güneş çevresindeki turları sandığımdan daha hızlı çıktı. Ben bunu düşünmezdim. Çünkü insan, bu dönüşleri hissetmemek üzere yere çakılmıştır. Fakat ’bir durup düşünüldüğünde’, ki bunu yapmayı hiç sevmeyiz, baharların ve akşamüstlerinin çabuk çabuk gelişi dikkat çeker.
Bir keresinde, 16 yaşında bir oğlan çocuğu, çok güneşli yazdığım günler ondan uzaklaştığımı söylemişti. Biliyorum o yaşta insan, perdeleri çok seviyor. Ama bu bahsettiklerimi de anlamayacak o, çünkü o yaşta insan, saate baharlara falan da bakmıyor. Neyse, o da hızla 26 olduğunda bu yazıyı okuturum ona. Olmadı hemencecik 36 olduğunda...
Son gülen ben olmak isterdim ama anlaşıldı ki, son gülen zaman olucak. Peki, Mazhar abi, biz napalım şimdi?
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2006
Geçen perşembe, <B>Londra’da patenli diskoya gittim</B>. Hayır, Londra’ya patenli diskoya gitmek için gitmedim. Evet, eğlendim, eğlenmek için eğlence yerlerine gitmeye gerek duymayan biri olarak, halime şaştım. Patenli disko ne demek anlatayım.
Bildiğin disko. Karanlık, kalabalık, bangır müzikli, alkollü kokteyl işte. Gidersin, eğlenmezsin, çıkarsın, sevinirsin. Hayatının diskoda geçmediğine sevinirsin. Fakat bu farklı. <B>Ayağına pateni takmak zorundasın burda</B>. Kapıda hemen sıraya giriyorsun, ayakkabılarını verip, ayak numaranı söyleyip, patenleri takıyorsun. Sonra da en yakınındaki <B>duvara gidip, yapışıyorsun</B>. Kayarım ya da kendime rezil olurum diyerek yavaştan başlıyorsun kaymaya.
Gerçi benimkine pek kaymak denemez, onun omuzundan bunun koluna bir hızlı seyahat... ti... İlk başta...
Sonra ben, ah ben, nasıl o disko ışıklarının altında <B>turlamaya başladım </B>bir görseniz. Sonra öğrendik ki, başka odalar da varmış, birbirine küçük yokuşlarla bağlanan. Bir cesaret, 2. odaya geçtik sonra-insan bu hep daha fazlasını istiyor-, 3. odaya girdik. Her odada farklı bir dj çalıyor. 3. oda en büyüğü, orada en hızlı kayanlar ve en artistik hareket yapanlar var. Ben, o dönen <B>’ileri seviye’ </B>patencilerin arasına katılıp, dönmeye başladım. Bir yandan kayıyorum, bir yandan elimdeki fotoğraf makinasıyla fotoğraf, video falan çekiyorum. Çünkü bu <B>delice bir rituel </B>gibi.
Bazı patenlerin tekerlekleri ışıklı. Yerlerde renkli ışıklar dönüyor ve çocukluğumdan şarkılar çalıyor. <B>Whitney Houston</B> hiç çalmadı ama benim kafamda sürekli Whitney Houston çalıyordu. Onu uygun görmüşüm demek, bu olayın soundtracki olarak.
Derken, şımardık, <B>büyük tur </B>diye bir şey uydurduk. Yani bütün odalardan geçen koca bir dönüş yapıyorsun. Bir tek, odalardan odalara geçerkenki yokuş yukarılar zor oluyordu. Neyse, döndüm, döndüm, kollarımı kaldırdım, <B>dans etmeye bile başladım</B>.
Daha doğrusu tam başlayacaktım ki, dj <B>yavaş kayanların kenara çekilmesini </B>ve hızlıların ortaya gelmesini istedi.
O an, o iyilerden biri olmayı o kadar istedim ki. Bayılırım ortalara çıkmaya.
Ama herkes gibi paten gücümü bilip, kenarda durdum. İyiler, ki benim gözümde ’seçilmişler’di o gece, ortaya çıktı. 10-15 kişilerdi. Çoğu erkekti, çoğu siyahtı.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2006
Ben rüyagezer, yemin edebilirim ki neredeyse hiçbir gerçeğe el sürmedim, St. Antuan kilisesine gidip Bach dinledim. Bach, sadece Tanrının anladığı bir dilde, dünyada olup biten bütün duyguları anlatmış. Casus yani. Aramıza sızmış, saklı olanı ve gün gibi ortada olanı görmüş, gitmiş hepsini bir bir anlatmış. Müziğin, akla hemen takılmayanından, dile hemen dolanmayanından korkulur. O bizim için değil. Belki de dinlemesi bu yüzden o kadar güzel.
Ben rüyagezer, yemin edebilirim ki bu yazıda bir daha söze böyle başlamayacağım, sinemaya gidip Adam Sandler’ın filmini seyrettim. (Her kadının bir ideal Hollywood kocası bulunur. Benimki, Mark Ruffalo’yla Adam Sandler arası bir aile babası. Tabii herşey Clive Owen’a kadar.) Seyrettim ve beğendim. Çok beğendim hatta. Hayatta hem güldüren, hem düşündüren, hem de ağlatan şeyler bizim için. Biz insani düğmelere sahibiz. Onlarla oynamayı bilen, çok az kişi var. Belki de, seyretmesi bu yüzden o kadar güzel.
Herşeyi, ancak bir ’kendinden ibaret bir kendi kendinelik’le halledebileceğimi gördüm. Bu önemli bir görüş. Bu beni sinirli yaptı hemen. İş güçse, işçi de güçlü olmalı. Dedim hemen. Dediklerimi bir kerede anlamayan kimseyle çalışmak istemiyorum dedim. Dedim içimden. Dediklerimi bir kerede anlayan birkaç kişi vardı. Onlarla çalışmak, ondan bu kadar güzel olsa gerekti.
Bir arkadaşıma küsüp, dilimden laflar savurdum. En kesici taraflarıyla kanatıp, insana geri dönenlerden. (Ben kelime ustası değilim ama, Murathan Mungan doğru söylemiş, kelime silahı olan, onu asla kullanmamalı. Bir ömür sakat bırakabilir insanı.) Sonra oturup konuştuk. Ben, gerçeğe pek değmediğimden, gerçek bir sorun olduğunda oturup konuşmaz, bağırıp alınmazdım. Ama yok saydığımız şeyler, çoğalarak varederler kendilerini. Bu sefer, çeke ite düğümü çözmeye çalıştım. Bazı laflarımı geri aldım ve yeni laflar ekledim. Sonunda ikimizin de yüzü güldü. Kelimeler sıfırdı biz bir. Kavga etmek kötü değildi, hatta güzeldi.
Gidip, üzerinde ’kadın: dişiliğin manevi gücüyle temasa geçmek’ yazan bir kitap aldım. Kitapçının dışında, sular seller gibi yağmur yağıyordu. Kitapçının içinde ben, kitabı tutup tutup, rafa geri bırakıyordum. Bir şeyi neye göre elime alıp, neye göre bırakıyordum? Kendi mekanizmalarıma güldüm. Ben, osho falan okumazdım ama aldım. İlk on sayfasında okuduğum çoğu şeye katılmadım, anlatımına da bayılmadım. Ama okuyacaktım. Ve bu bile güzeldi.
Her yerde gezinen bir rüyagezerdim ben, iyiydi güzeldi.
Bugün bir insanı uyandırsam bile, buna değerdi.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2006
Dinlenilen şey: Muse’dan ’cant take my eyes off of you’*
Dinlenilen yer: Dünya
Üzünülen şey: Platonun gezegenlikten kovulması
Sevinilen şey: dinlenilen şeyin bilgisayarda tekrarda olması
Tavsiye edilen kitap: Küçük Prens
Kitapta tavsiye edilen duygu: Evcilleşmek
Duyulan sesler: ’Kendimden başka hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyorum’ dedi küçük nil, ’ama büyüyorum.’
’Ve büyüdükçe, gezegenime birsürü şey konuyor. Uzayda uçuşmaktan bıkmış, benim dünyamda uygun atmosferi yakalamış, her türlü insan, hayvan ve bitki. Ben, onlardan sorumlu hale geliyorum. Tanımadığım her türlü insan, hayvan ve bitkiden. Çünkü ben büyürken, gerekli gazları öyle bir ayarladım ki, yeşermek ve nefes almak mümkün olmuş oldu burda. Şimdi, sık sık güneş vermek, arada yağmurla sulamak ve rüzgarla serinletmek durumunda kaldığım ’heye’canlılarım var. Bu arada daha yavaş ve emin adımlarla dönmem lazım ki, gecemle gündüzüm düzgün olsun. Yörüngelerden ister istemez koptum. Halbuki yörüngeden kopmayı kim ister, birşey seni, sen topaç gibi yuvarlanırken tatlı bir çekimle tutar. Tutar ve bırakmaz. Gecen gündüzün, yazın kışın belli olur. Sana gülen bir ışık kümesine doğru bakman yeter. Parlarsın. Ama büyüyünce, fizik kanunlarının bilmemkaçıncı maddesine göre, kopup gitmem gerekti. Halbuki, eşek kadar olmama rağmen, yeterince büyümediğimi iddia ederek davayı erteliyordum. Fakat karar bile çıkamadan, kendimi uzay boşluğunda buldum. Hem de üzerime yerleşmiş bir sürü şeyle. Bir görseniz gülersiniz, çaktırmamak için giydiğim pembe pijamalarım, ayak ve kol bileklerimden öyle yukarıda kalmışki.
Şimdi yapılması gerekenler diye bir listem var. İşte listem:
l güçlü bir çekirdek oluşturulacak
l etrafında dönülecek bir güneş bulunacak
l diğerlerinden ayrı bir yörünge tutturulacak
Nasıl insanın karın bölgesi, gücünün olduğu yerse, bir gezegenin de gücü çekirdeğinde. O magma tabakası, o ateş çok yoğun olmalı. Artı, üzerindeki canlıların kendilerini yürütebilmesi için gereken büyük çekim de, bu çekirdeğin gücüne bağlı.
Etrafında dönülecek büyük bir ışık kaynağı lazım. Büyüme sürecimde, kendini yıldız sanıp, komik yörünge hareketleriyle uzayda kaybolanları gördüğümden, bu yanlışa düşmemeliyim. Ben bir yıldız bulmalıyım. Ve insanlar yıldız olamazlar, olsalar olsalar güzel ışıklar yansıtan gezegenler olabilirler. Ben de bir yıldızın çekim gücüne kendimi bırakırım. Bana geceyle gündüzü ve mevsimleri verdiği sürece de, oralarda olurum.
Diğerlerinden farklı bir yörünge tutturmaya gelince, bunu biraz yapabiliyorum. Küçük nilin, kulağıma yapıştırdığı kulaklıklardan bangır bangır bir iç ses dinliyorum. Beni büyüten de, bu sesleri dinlememdi. Bu hesapta yoktu ama, insanın içi, kendini dışına çevirmesini söyleyebiliyor. Benimkinin söyleyip durduğu şey bu mesela. Benim yörüngem, böyle yol tarifleriyle farklı olmuş oldu. Bugün kendi başına buyruk bir gezegen olabilmem de, bu sayede oldu.’
Dedi büyüyen Nil, daha önce birşey demiş olan küçük nile.
’küçük prens kadar güzel olmadı’ dedi küçük nil.
’olsun’ diyen, büyüyen nile.
Dinlenilen şey: Muse’dan ’House of the rising sun’*
(* sırasıyla, ’gözlerimi senden alamıyorum’ ve ’yükselen güneşin evinde’)
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2006
Bize günde ortalama 100 mesaj gelir. 50 kere telefonumuz çalar. Ortalama 20 mailimiz olur. Her gün internete bağlanırız. En az iki haftada bir, yeni bir insanla tanışır ya da duyarız. Sitesine gireriz, google’larız. Dikkatimizi çekmeye çalışan şeyleri sayamayız. O kadar çok. Konsantrasyon süremiz 11 dakikadır maksimum. Büyük bilinmeyenlerle başetmeyi, her şeyi şıklamayı iyi beceririz. Gece yorgun argın, koşu ayakkabılarımızı çıkarmadan uyuruz. Sağlıklı beslenmemiz, bir ara evlenmemiz ve yaşlanmayı durdurmamız gerekir. Hiçbir şeyden geri kalmamalı, her şeyle beraber hızla değişmeli ve güler yüzlü olmalıyız. (Güler yüz hep işe yarar.) Spora gitmeli, ama bunu öyle zamanlamalıyız ki, ne işten çalalım, ne sosyalleşmekten geri kalalım. Güneşte fazla kalamayız kanser yapar, sigara içki içemeyiz fena yapar. Nar suyu içmeli nar! Ve aslında geceleri mışıl mışıl uyumak gerek.
Bakın, farkında olmadan, bizden bahsederken ’gerekir’ denen saçmalığa nasıl geçiverdim! Meli malı’ladım kendimi, attım çöpe! Cümlelerim devrik, kafamın içi tam bir esinti. Daha yazarım, daha anlatırım. Anlatmamızda bir problem yok. Yaşamamızda var. İki ayak, bir kafa, bir kalp bunlara yetişemez. Dolanır, durur, kırılır... Güzel bir melodi ya da söz ruhumuza nasıl basar pansumanı... Ama onlardan az var. Fazla vaktimiz de yok, buralarda. Ben bunları niye yazdım, hah, hayat koçu meselesine bağlayacaktım. Ona, bunlardan dolayı ihtiyacımız oldu diyecektim.
Tercih çokluğu hastalığına yakalandık. Hepimiz hastayız, ciddi söylüyorum. Eskiden de her şeyden bol bol varmış ama, annanelerimiz babannelerimiz tek bir şeye tapmışlar. O tek şey, onların her şeyi olmuş. Bizim bugün küçük putlarımız var. Her şey, bizim için hiçbir şey ifade etmez oldu. Üniversite sınavından beri, hayatta karşımıza çıkan her sorunun, önce şıklarını duymak istiyoruz, sonra da hemen d’yi işaretliyoruz: Hepsi!
Ama ’hepsi’ yanlış cevap. Koçun bize verebileceği yegane anahtar bu. Hepsi olmaz. Vazgeçmeden, kaybetmeden, bırakmadan olmaz. Şunu mu yapsam bunu mu, şunla mı olsam bunla mı, onu mu alsam bunu mu, beter bir şeydir. İnsan, seçenek isteyip duran, verince de kilitlenen bir makina. Bence, özgürlüğün tanımının bu olması bizi mahvediyor. Biz özgürlüğü sorulara bol şık koymak sanıyoruz, halbuki özgürlük işaretlemenin kısıtlamasında.
Birisi, koç ya da yengeç, bizim soruyu duysun ve bir cevap söylesin yeter. Biz bir şey bilmiyoruz artık. Bilgi bizi geçti.
Biz bilgiyi seçtik.
Son soru
Yolu bilen biri bize,
sokakların hepsinin
aşağı yukarı aynı yere çıktığını söylese,
o kadar bekler miydik sizce
o köşede?
Yazının Devamını Oku