Ben, Duygu Asena’yı hiç tanımadım. Onu sadece bir kere, Çırağan Oteli’nin bahçesinde çay içerken gördüm. O zaman ben daha özgür kızdım.
Birbirimize bakıp gülmüştük. Ben sonra dönüp, ona bir kere daha bakmıştım...
Bir gölge altında, karşısındakine bir şeyi güzelce ve direkt anlatıyordu. Hiçbir kitabını okumamıştım. Ama ne dediğini biliyordum.
Sonra bir kere sesini duydum. Konuk olduğum bir canlı yayına bağlanmış, hakkımda güzel şeyler söylemişti.
O an, ’ona çok daha güzellerini söylemeyi unutma’ diye aklıma not düşmüştüm. Bu önemli not, koşuşturmalar sırasında aklımdan uçtu.
Ona söyleyebildiğim ilk ve son söz, bir televizyon stüdyosu koltuğunda yüzünü görmeden söylediğim bir; teşekkür ederim’dir. Bu da, bugün düşününce, belki de ona söylenebilecek en güzel şeydi.
Hasta olduğunu duyduğumda, gözkapaklarımı yarıya indirdim.
Çünkü hayata, bizimle aşağı yukarı aynı yerinden tutturulmuş olan insanları biliriz. Kopup gitmelerini, doğal bir güdüyle istemeyiz.
Pek çoğunu tanımaz, varlığını hissederiz. Hep beraber kocaman bir hırkanın bir boğumu olduğumuzu düşünürsek, mesela sırt tarafında kalanları görme ihtimalimiz bile yoktur. Ben en azından, ona rastladım.
Geçen hafta herkes, onunla ilgili anılarını yazdı.
Bense bir paragraf bile yazamıyorum. En azından, onu hastanede ziyarete gitmek istemiştim.
Gidemedim. Ama hayatta gidemedim diye birşey yok. Gitmedim var. Bu, şu an beni çok üzüyor. Gözkapaklarımı tamamen indirecek kadar.
Eğer, randevuma geç kalmasaydım, o oradan gitmemiş olucaktı ve ben ona birkaç cümle söyleyebilecektim.
Tabiki sonu, kollarımı boynuna doladığım bir teşekkürle biten.
Onun da bana diyecekleri vardı. Hissediyorum.
Belki yarısı işaret parmağı havada anlatacağı, kadın dikkati gerektiren şeylerdi.
Belki diğer yarısı, avucunu alnımdan çeneme kaydırarak söyleyeceği bir ’böyle devam et’ olurdu. En azından ben, bu yaşanmamış sahneyi, hep böyle hatırlarım.
Bir daha önemli notların, koşuşturmalarda uçup gitmesine izin vermem. Randevularına gecikmeyen bir kadın olmaktan bıkmam, usanmam.