Naci Cem Öncel

Nereden çıktı bu dokunulmazlık?

21 Mayıs 2016
Geçtiğimiz hafta Anayasa’daki dokunulmazlık maddesi askıya alındı ve milletvekillerinin yargılanması önünde bir engel kalmadı.

Bilirsiniz, “Roman” vatandaşlarımıza halk arasında “çingene” denir. Bu kelimenin, Ortaçağ Rumcasındaki “atsinganoi” kelimesinden türediği düşünülür. “Atsinganoi” kelimesinin anlamı ise ‘dokunulmaz’dır  (Marushiakova – Popov, 2001). Yani buna göre Doğu Romalılar, göçebe Romanları “dokunulmaz”, yani dokunulmaması gereken insanlar olarak addediyorlardı. Elbette bu onları toplum katmanlarının en altında gören, dışlayıcı, ‘negatif’ bir dokunulmazlıktı. Ne gariptir ki, ‘pozitif’ dokunulmazlar ise toplum piramidinin en tepesindeki krallar / padişahlardı. Kimi kültürlerde hükümdarın bedeni yarı kutsaldı ve sıradan kişilerce dokunulmazdı. Kuşkusuz kutsiyet havası verilmiş bu dokunulmazlığın temelinde suikast, zehirlenme gibi güvenlik endişeleri yatıyordu. 1389’da I.Murat’ın hançerlenmesine tanık olmuş Osmanlı’daki ‘etek öpme’ geleneğini bu çerçevede değerlendirmek yerinde olur. Bir yabancının padişahın bedenine en fazla yaklaşabileceği yer, ancak elbisesinin etek ucu olabilirdi. Peki ama bedenine olmasa da, sözleriyle hükümdarın kişiliğine ve kararlarına dokun(dur)anlara ne olacaktı?

 

KIZDIRMA KRALI, SÖYLETME KÖTÜYÜ

 

1397’de Sör Thomas Haxey, Parlamento’ya İngiltere kralı II.Richard’ın saray harcamalarının fazlalığından şikayet eden bir dilekçe sundu. Bu hareket, mutlak otorite peşindeki II.Richard’ı kızdırmak için yeterliydi ve kralın adamları Haxey’nin ‘ihanet’ suçuyla yargılanmasını sağladılar. Sonuç, asalet unvanının kendisinden alınıp mülklerine el konulması ve ölüm cezasına çarptırılmasıydı. Haxey’nin dilekçesini yaklaşık iki yüz yıllık parlamento geleneği doğrultusunda verdiğine hükmedip cezasını kaldıransa, 1399’da darbeyle II.Richard’ın tahtına oturan IV.Henry olmuştu. Elbette IV.Henry’nin bağışlayıcılığının nedeni kişisel hoşgörüsü falan değil, İngiltere krallarının asiller (aristokrasi) üzerinde mutlak hükümranlık kuramamasıydı.

 

DOKUNMA PARLAMENTOMA, DOKUNMAYAYIM SANA

 

Yazının Devamını Oku

“Dilsiz Mektebi’nin ne faidesi vardır?”

14 Mayıs 2016
Engelliler Haftası yarın son buluyor. Ama engellilik, insanlığın bir hafta değil, çağlar boyunca süren meselesi.

AZASI KESİK BİR ZENCİ

 

“Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman; ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermesi için ona rehberlik etmen; derman arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen; konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen… Bütün bunlar sadakadır.” Yaklaşık 1400 yıl önce engellilere davranış biçimi hakkında bir çerçeve çizen İslam Peygamberi, Medine’den ayrıldığı zaman, şehrin yönetimine kendi vekili olarak, görme engelli İbn Ümmü Mektum’u tayin ederdi. (İbn Ümmü Mektum aynı zamanda ilk müezzinlerdendi.) Hz.Peygamber, Veda Hutbesi’nde bir yöneticide aranacak temel vasfın iman ve güzel ahlak olduğunu belirtirken, eğer bu niteliklere “azası kesik bir siyah” sahipse ona tabi olmak gerektiğini söylemişti. ABD’de Franklin D. Roosevelt’in 1930’lardaki seçim sürecinde tekerlekli sandalyesini gizlemeye ve engelli görünmemeye çalıştığını; zenci başkanın da sadece birkaç yıl önce seçilebildiğini düşünecek olursak, 7.Yüzyıl’daki “azası kesik siyah” tanımının nasıl uç bir örnek olduğu daha iyi anlaşılır.

 

İDEAL VE GERÇEK ARASINDA

 

Elbette bu idealin tarih boyunca layıkıyla hayata geçirildiğini söylemek mümkün değil. Hele de savaşçılıktan tarıma kadar pek çok alanda beden gücünün esas olduğu, sanayileşme öncesi toplumlarda. Nitekim “patlak gözlü” (muhtemelen bir tür “ekzoftalmi” idi) olarak çağrılan Arap düşünürü Câhiz, 9.Yüzyıl’da engellilerin Müslümanlar arasında dışlanmaması ve önemli görevlerden uzak tutulmaması gerektiğini yazıyordu. Kuşkusuz onun bu çıkışı, İslam hukukuna değil, toplumda kök salan önyargılara karşıydı.

 

Yazının Devamını Oku

Tek Adam’ın ayrılık kararı

8 Mayıs 2016
Ve Cumhurbaşkanı, iktidarının 14. yılında, Başbakan’la yollarını ayırdı.

Hayır. 2002-2016 arasındaki 14 yıldan değil, 1923-37 arasındaki 14 yıldan söz ediyorum. Yani Erdoğan-Davutoğlu ikilisinden değil, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, 1937’de Başbakan İnönü’den istifasını istemesinden... “Tek Adam”ın, “İkinci Adam”la arasının açılmasına yol açan nedenlere bakmadan önce gelin o günlerin Reis-i Cumhur’u ile uyumlu bir gazetenin ana sayfasına bakalım. 

 

 

21 Eylül 1937 tarihli Akşam gazetesinin ana sayfasındaki küçük bir haberde şöyle yazıyordu: Başvekilimize 1,5 ay mezuniyet verildi.

 

İstanbul 20 (A.A.) — «Resmîdir» Başvekil Malatya mebusu İsmet İnönüne, talep ve ricası üzerine, Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet Vekâletine İktisad Vekili Celâl Bayar tayin edilmiştir.

 

Yazının Devamını Oku

Ne Çanakkale, ne Kûtü’l-Amare, ne de…

1 Mayıs 2016
Hepimiz, 20.Yüzyıl’ın ilk çeyreğindeki savaşlara bakış açımızı gözden geçirmeliyiz.

Hangi gözle bakılırsa bakılsın, ne Çanakkale ve Kûtü’l-Amare zaferleri; ne de Kurtuluş Savaşı azımsanamaz. Ne var ki son dönemde, 100 yıl öncesiyle ilgili kafa karıştırıcı tartışmalara tanık oluyoruz. Elbette tartışma doğrudan tarihçilikle ilgili değil. Güncel siyaset, vizyonunu tarih üzerinden ortaya koyuyor. Basitleştirerek özetleyelim… İktidara hakim ideoloji, Osmanlı’nın Cumhuriyet kuşaklarına –bilinçli olarak- yanlış ve kötü anlatıldığına inanıyor. Bu doğrultuda Kûtü’l-Amare gibi zaferlerin unutturulduğu söyleniyor. Bu zafer, bir bakıma Osmanlı’nın liderliğinde birleşmiş Müslümanların (Türk-Kürt-Arap) Batılı güçleri Ortadoğu’da yenmesinin sembolü olarak sunuluyor.

 

Ne var ki Kûtü’l-Amare hatırlanırken bazı unsurlar çok daha az hatırlanıyor. Mesela I.Dünya Savaşı’ndaki zaferlerde, o sırada “Osmanlı” yönetiminin İttihat ve Terakki’de olduğu pek konuşulmuyor. Çünkü İttihat ve Terakki dendiğinde, II.Abdülhamid’i darbeyle tahttan indiren; Müslümanlığı geri plana atan; Balkanları kaybeden; Osmanlı’yı savaşa sürükleyen; Araplarla aramızı bozan bir parti imgesi var. Yani zafer varsa kazanan Osmanlı ve onun Türk-Müslüman askerleri (Mehmetçik); kaybedilenlerin sorumlusu ise İttihat ve Terakki!

 

 

KAHRAMAN ASKERLER, BECERİKSİZ DİPLOMATLAR!

 

Sakın bu tür çelişkilerin mevcut iktidara özgü olduğu sanılmasın. “Kemalist” tarih yorumunda da İttihat ve Terakki dönemine dair açmazlar vardır. Yine basitleştirerek anlatalım… Mesela Harekat Ordusu, Trablusgarp Savaşı gibi olaylar, İttihat ve Terakki’den ziyade, Mustafa Kemal [Atatürk] etrafında örülür. Bu bir ölçüde Çanakkale için de geçerlidir. Tabii yanına “kahraman Mehmetçiği” eklemek şartıyla. Öte yandan konu, I.Dünya Savaşı’ndaki başarısızlıklar olunca devreye İttihat ve Terakki ile Enver Paşa girer. Bunun yanında imparatorluğun parçalanması, Osmanlı’nın zaten bitik olmasının sonucudur. Hal böyledir böyle olmasına amma… İstiklal Harbimizin muzaffer komutanları, aynı zamanda I.Dünya Savaşı’nın Osmanlı subayları değil midir? Elbette bunun da bir izahı vardır: Osmanlı ve Mehmetçik cephede yenilmemesine karşın, müttefikimiz Almanya yenilince “biz de” masa başında yenik sayılmışızdır! İşin ilginci aynı izaha, söz konusu “tarih anlayışını reddeden” sayın Cumhurbaşkanı’nın son konuşmasında da rastlıyoruz: “Bizim klasik sorunumuz, cephede kazanıp masada kaybetme işidir.”

Yazının Devamını Oku

Başbakan’a açık e-Mektup

23 Nisan 2016
Başbakan Davutoğlu, geçtiğimiz hafta ‘Kültürel Kalkınma Eylem Planı’nı açıklarken, “kitap okumanın yaygınlaştırılması için bir kampanya başlatılmalı” dedi. Ve ekledi…

“Kitap kokusunun mutlaka her eve girmesi, her ele sinmesi, her yüreğe dokunması gerekiyor… Biz bu doğrultuda kütüphane yapımını teşvik edeceğiz… 30 büyük şehre, bir milyon kitabın bulunduğu kütüphaneler açacağız… Rami Kışlası'nı restore ederek 10 milyon kitap kapasitesiyle Türkiye'nin en büyük kütüphanesi haline getireceğiz.” 

 

Sayın Başbakan’ın bu temennilerine katılmamak, yeni kütüphaneler kurulmasını desteklememek mümkün mü? Hele de okumaya can-ı gönülden bağlı, bir kütüphane dostu iseniz. Yalnız Sayın Davutoğlu’nun konuşmasındaki bir ifade, önemli bir fırsatı perdeliyor sanki: “Biz kitap kokusuyla büyüdük, laptop’u da tanıdık. Laptop ne kadar mekanikse kitap kokusu o kadar güzeldir.”

 

Hiç şüphesiz, “gerçek” bir kitabın keyfini, bilgisayarda, tablette veya cepte okunan bir e-kitaptan almak mümkün değil. Kağıdın kokusu ve kitabın dokusu, müptelaları için apayrı bir yere sahip. Ne var ki, ‘laptop’ların, tabletlerin de hakkını vermeliyiz. Çünkü okumayı yaygınlaştırmanın en hızlı ve hesaplı yolu “e-kütüphane” (sanal kütüphane, dijital kütüphane) olanaklarından geçiyor. Tam da bu nedenle, ‘gerçek’ kütüphaneler yanında, Türkiye’nin her yerine erişebilen; yüz milyonlarca kitap ve belge içeren bir “Milli e-Kütüphane” kurmamız gerekmez mi? 7/24 hizmet verecek, herkese açık, böyle bir dev kütüphane, kısa zamanda Türkiye’nin en fazla okuyucu çeken kütüphanesi olabilir.

 

 E-KİTAPLAR OKUNMAZKEN

 

Yazının Devamını Oku

Arena’da top atışları  

16 Nisan 2016
Geçtiğimiz hafta, yeni Arena’mız açılırken, diğer Arena’daki derbide ‘ne bu şiddet, bu celal’ dedirten tezahüratlar vardı. Uzaklardaysa daha farklı topçular sahadaydı.

SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞI VE TEZAHÜRAT

 

625 yılının Mart ayında, Mekkelilerin ve Müslümanların orduları Uhud’da, savaş meydanındaki yerlerini almışlardı. Hind bint Utbe’nin liderlik ettiği kadınlarsa, davullar eşliğinde şarkılar söyleyerek savaş meydanındaki Mekkeli erkekleri cesaretlendirmeye çalışıyorlardı. Eski çağlar, bu tür ‘moral motivasyon’ örnekleriyle doludur. Uhud’dan yaklaşık 1315 yıl sonra, genç erkekler II.Dünya Savaşı için cepheye gittiğinde, “tezahürat liderliği” (cheerleader) ABD’de yeniden kadınlara geçmişti. Ama bu defa savaş meydanında değil, spor sahalarındadır çığırtkanlık. Aynı yıllarda George Orwell, futbolu ve benzer oyunları “ölümden arındırılmış savaş” olarak niteliyordu. Nitekim tribünlerde söylenen “marş” kelimesinin kökeni, Fransızca’daki “marche militaire” yani ‘askeri yürüyüş’ ile bağlantılıdır. Osmanlı ordusundaki mehter takımının görevini, maçlarda okul bandoları üstlenir. Takım sporları ve savaş arasındaki benzerlikler, bu kadar değil tabii ki.

 

HÜCUM FUTBOLU

 

Futbolu tasarlayanların isim koyarken nereden ilham aldıkları açık… Örneğin “kaleye top atmak” ifadesi hem futbol için geçerlidir, hem de savaş. Her ikisinde de amaç (yani ‘goal’), top atışlarıyla kaleyi vurmaktır. Topun kaleye isabet etmesi, galibiyet getirir çoğu zaman. Tüm oyuncuların / askerlerin görevi kaleyi savunmaktır. Savunma hattı dağılanın hali haraptır. Eğer “sath-ı müdafaanız”, yani alan savunmanız güçlüyse, I.Dünya Savaşı’nda olduğu gibi “Çanakkale geçilmez” demektir. Bu sayede, hiç değilse o maçta yenilmemiş olursunuz.

 

Yazının Devamını Oku

Kadın bedeni, kamunun bedeni

9 Nisan 2016
Tartışmanın tarafları, tutumları, söylemleri değişse de, kadın bedeni ve cinsellik, siyasi simge ve atışma konusu olmaya devam ediyor.

DEVLET ORGANLARI

Kutsal Roma (Habsburg) imparatoru II.Joseph, 1777’de kimlik değiştirmiş olarak Fransa’daydı. Bu gizli ziyaretin amacı Paris’teki kız kardeşi Marie Antoinette’i ziyaret etmekti. Koskoca imparatoru sessiz sedasız buralara getiren sebep, Marie Antoinette ve kocası Fransa kralı XVI.Louis’nin hâlâ çocuklarının olmamasıydı. Bu vahim durumun sebeplerini bizzat araştıran II.Joseph, erkek kardeşine yazdığı mektupta, Louis’nin ereksiyon durumundan birleşmenin kaç dakika sürdüğüne kadar en mahrem ayrıntıları paylaşacak kadar bilgi sahibiydi. Sonuçta kralın ve kraliçenin bedeni sadece kendilerine değil, koskoca bir devlete aitti. Neyse ki II.Joseph’in bu gizli ziyaretinden sonra yapılan küçük bir tıbbi müdahale ile “iktidarsızlık” sorunu çözülmüş görünüyordu. Nitekim Marie Antoinette, annesi imparatoriçe Maria Theresa’ya yazdığı mektupta sevinçle “evliliğin tam anlamıyla icra edildiğini” bildirmişti. Birkaç yıl sonra saray mahsulü ilk erkek çocuğun doğumu, havai fişek gösterileri ve ziyafetlerle kutlanmıştı. On yıl sonra 1787’de Marie Antoinette, ölen çocuğunun anısını boş beşikte yaşatan, Fransa’nın hüzünlü annesi olarak resmedilmiştir.

 

 

İYİ DE KADIN, KÖTÜ DE KADIN

 

Ancak kraliçe hakkındaki bu resmî anne imgesi, Fransız Devrimi’nin ilerleyen aşamalarında doymak bilmez, ahlaksız, şehvet düşkünü bir kadına dönüşecektir. O, artık Fransa’nın çıkarlarını tehdit eden, Avusturya casusu bir fahişedir. Tüm kişisel ilişkileri, kamusal bir mesele olarak gündeme getirilir; davalara konu olur. Aslında devrim, kraliyet rejimine bir kadın bedeni üzerinden muhalefet etmektedir. O kadar ki dönemin aşağılayıcı pornografik karikatürlerinden birinde devrim liderlerinden Lafayette, eski rejimin simgesi Marie Antoinette’e “halk adına el koyar”.

Yazının Devamını Oku

Amaçsızlık Çağı’nda mıyız?

2 Nisan 2016
Sadece 50 yıl öncesinin, yani 1966’nın dünyası, günümüzden kat kat idealist insanların yaşadığı bir yerdi.

“BENİM BİR RÜYAM VAR”

 

Günümüzden çok değil, 50 yıl öncesinin dünyasını hatırlayalım… ABD’de zencilere ayrımcılığa karşı başlatılan Martin Luther King’li, Malcolm X’li Sivil Haklar Hareketi’nin en hareketli dönemi 1964-68 arasında yaşanmış, bu mücadele sonucunda çok önemli yasalar çıkarılmıştı. Kimi Amerikan gençleri anti-komünist ideallerle Vietnam Savaşı için orduya yazılırken, “Çiçek Çocuklar” California Berkeley’den başlayarak, son derece etkili savaş karşıtı protestolar düzenliyorlardı. Yeni bir yaşam biçimi peşindeki “Hippie” hareketi, hızla pek çok ülkeye yayılıyordu.

 

 

DEVRİM PEŞİNDE

 

1966’da Berlin Duvarı’nın inşası üzerinden beş yıl geçmişken Çin’de Mao, Kültür Devrimi’ni başlatıyordu. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde anti-emperyalist rüzgarlar esiyordu. Türkiye’de sol gençlik hareketi giderek yükselirken, Milli Türk Talebe Birliği bunun karşısında “komünizmi tel’in (kınama)” mitingleri düzenliyordu. Ekmek peşindeki vatandaşın hayalindeyse işçi olarak Almanya’ya gidebilmek vardı. 1966’da yurt dışında çalışmak isteyenlerin sayısının 600 bini aştığı açıklanmıştı. İdealleri süsleyen ‘demokratik’ Avrupa’da bir yandan sosyalist ve yeni sol; bir yandan da liberten / serbestlikçi  hareketlerle feminizm yükselişteydi.

Yazının Devamını Oku