Sayın Cumhurbaşkanı “dünya beşten büyüktür” derken elbette son 70 yılın önemli bir gerçeğini dile getiriyor. Bugün, Birleşmiş Milletler’e üye devlet sayısı 193. Ancak BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin alınan kararları veto hakkı bulunuyor. Bu da beş ülkenin karar güçlerinin, 188 ülkenin toplamından üstün olması demek. Peki ama ABD, Çin, Fransa, İngiltere, Rusya, aslında dünyanın kaçta kaçını temsil ediyor?... Gelin biz öncelikle bu beş ülkeye “Beş Büyükler” diyelim. Kolaylık olması için de “5B” biçiminde kısaltalım.
DÖRTTE BİRE DÖRTTE ÜÇ
Dünyanın kara yüzölçümünün yaklaşık %23’ünde, Beş Büyükler’in bayrakları dalgalanıyor. 5B, dünya nüfusunun doğrudan %26,5’unu temsil ediyor. Yani dünya üzerindeki her 4 kişiden birinin Güvenlik Konseyi’nde bir daimi temsilcisi var. Bu azımsanacak bir oran değil ama vetocu sadece İngiltere veya Fransa olursa temsil oranı çok azalıyor.
DÜNYANIN YARISI VE FAZLASI
6 Ekim, “İstanbul’un Kurtuluşu”. Okullardaki zorunlu törenleri bir kenara koyarsak günümüzde İstanbul’un kurtuluşu hayli sönük biçimde anılıyor. Oysa 6 Ekim tarihi, 1923’te adeta “İstanbul’un yeniden fethi” olarak görülüyordu. 5 Ekim 1923 tarihli gazetelerde şu heyecanlı haberler vardı: “İstanbul şehri, hürriyet ve bağımsızlığını düşmanın işgal çizmesinden kurtaran kurtarıcılarını, çok büyük bir tören ile karşılayacaktır. Nişantaşı’ndan başlayarak Fatih’e kadar büyük caddelerde zafer takları dikilmekte… zengin ve yoksul tüm halkımız evlerini, dükkanlarını al bayraklarla, çiçeklerle süslemektedir.” Peki ama Türk Ordusu, İstanbul’u nasıl tekrar elde etmişti? Bu sorunun cevabı için önce 1922’nin Ağustos ayına gitmemiz gerek…
İKİNCİ HEDEFİNİZ ÇANAKKALE VE İSTANBUL
Türk Ordusu, 26 Ağustos 1922’den 18 Eylül’e kadar geçen sürede Batı Anadolu’yu düşmandan temizlemişti. İzmir kurtarılmıştı ama ‘denize dökülen’ düşmanın gemileri hâlâ karşılarındaydı. Ama ortada bir donanma olmadığı için, değil on yıl önce kaybedilen Ege Adaları’nın geri alınması, İzmir Körfezi’ne hakimiyet dahi mümkün görünmüyordu. Dolayısıyla sonraki hedef, Çanakkale ve İstanbul’a karadan ulaşmaktı. Türklerin hızla Çanakkale’ye ilerleyişi, İngiltere’de bir hükümet krizine yol açtı (Chanak Affair). Churchill başta olmak üzere pek çok isim kamuoyunu ‘Boğazların Türklerden korunması’ için savaşmaya ikna etmeye çalışsa da Britanya halkları yeni bir savaş için isteksizdi. İngiliz Hükümeti, bu gibi nedenlerle barış antlaşmasına yönelmek zorunda kalmıştı.
YENİDEN SAVAŞ İHTİMALİ
İnsanlık tarihinin belki de en engin malzemesidir Ortadoğu. Bu kadim coğrafyada pek çok medeniyet yükselirken sayısız savaşlar yaşandı. Tarih kitapları güç ve iktidar mücadelesinde nice ittifakları ve taraf değiştirenleri kayıtlara geçirdi.
TARAF DEĞİŞTİRİRKEN TARİHİ DEĞİŞTİRENLER
Konu taraf değiştirme olunca Ortadoğu tarihinden akla öncelikle Hürr b. Yezid gelir. Hz.Hüseyin, ailesiyle birlikte Kûfe şehrine doğru giderken Yezid b. Muaviye’nin askerlerince kuşatıldı. Kuşatmanın nedeni Hz.Hüseyin’in, Yezid b. Muaviye’nin halifeliğine biat etmemesiydi. Hürr, başında olduğu askerlerle Hz.Hüseyin’i takip edip durdurmakla görevliydi. Ne var ki Kerbela’da onun ve ailesinin düşürüldüğü hazin duruma dayanamayarak son anda taraf değiştirdi. Kerbela’da (680) Hz.Hüseyin’le birlikte canını veren Hürr b. Yezid’in bu cesur kararı, nice şiirlere, nice taziye gösterilerine konu olmuştur.
Taraf değiştirirken tarihi değiştirenler de olmuştur. Örneğin Uhud Savaşı’nda (625) Müslümanların yenilgisine ve neredeyse Hz.Peygamber’in ölümüne yol açacak kritik saldırının komutanı Halid b. Velid’i duymayan yoktur. Bu olaydan dört yıl sonra kendi isteğiyle Müslüman olan Velid sadece müşriklerin karşı kampına geçmekle kalmamış, öncelikle Mekke’nin fethinde ordunun sağ koluna komutanlık yapmıştır. Ardından da İslam’ın tüm Ortadoğu’ya ve hatta Anadolu’ya kadar yayılmasında askeri liderliğiyle çok önemli bir rol oynamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, 1922 yılı sonlarından itibaren bir “halk fırkası”nın kurulup Meclis’teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun bu fırkaya (partiye) aktarılması gerektiğini dile getiriyordu. Nitekim dediği gibi oldu ve 9 Eylül 1923 günü Halk Fırkası kuruldu. Biri hariç tüm milletvekilleri Halk Fırkası üyeleriydi. Ne var ki fırkanın kuruluşu üzerinden bir yıl bile geçmeden, yani 1924 yazında, Ankara’da önemli bir söylenti kulaktan kulağa yayılıyordu: Bazı milletvekilleri ayrılıp yeni bir fırka (parti) kuracaklardı. Bunların en önemli eleştirisi, Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda fırka genel başkanı olmasıydı. Bunu yeni anayasanın özüne aykırı buluyor, rejimin “tek adam” idaresine sürüklemesinden çekiniyorlardı. Mustafa Kemal [Atatürk] ise çok netti, cumhurbaşkanlığı sırasında da fırkasının (partisinin) başında kalacaktı. Söylentiler bir süre sonra açık haberlere dönüştü. 10 Kasım’da gazeteler şöyle yazmıştı: “Halk Fırkası nihayet… ikiye ayrıldı.”
“CUMHURİYET” KİMİN OLACAK?
Hiç şüphesiz bu tatsız bir ayrılıktı. Çünkü ayrılanların başında Atatürk’ün kurtuluş mücadelesini birlikte verdiği, biri daha önce başbakanlık yapmış olan dört önemli isim vardı: Rauf [Orbay], Kazım [Karabekir], Ali Fuat [Cebesoy] ve Refet [Bele]… Hiçbiri cumhuriyet rejimine karşı değildi. Ayrıca harekete katılan 25 milletvekilinin yanı sıra İstanbul basınının bir bölümü de onları destekliyordu. Gazetelerde çıkan haberlerde bu muhalif hareket hakkında ilginç bir ayrıntı daha vardı: “[Halk] Fırka[sın]dan ayrılanlar Cumhuriyet Fırkası teşkil edecekler.”
Bu gelişmeler karşısında, Halk Fırkası, 10 Kasım 1924’teki toplantısında adına “Cumhuriyet” eklenmesi kararını aldı. Elbette apar topar alınan bu kararın ardında uğruna bunca mücadele verilen “cumhuriyet” ismini muhalefete kaptırmak endişesi vardı. Nitekim çıkan haberler doğruydu 17 Kasım’da kurulan yeni partinin adı, Terakkiperver (İlerici) Cumhuriyet Fırkası idi!
Malum, su hayattır. Anadolu’nun Doğusu’ndan başlayarak Basra Körfezi’ne kadar, yani 2800 km. boyunca su, Fırat’tır. Hayat olduğu gibi da ölüm getirmiştir bu ulu ırmak. Özellikle de beldeleri söküp götüren o amansız sel baskınlarıyla. Arkeolojik araştırmalar, Fırat’ın yatağından taşarak 16 metre yukarıya (neredeyse 5 katlı bir apartman yüksekliği!) kadar ulaşabildiğini gösteriyor. Hatta kazı çalışmalarında, günümüz seviyesinden 30 metre yukarıda dahi, ‘çıldırıp kabaran’ Fırat’ın izlerine rastlamak mümkün.
KUTSAL KİTAPLARDAN HADİSLERE
Fırat’ın önemi sadece coğrafyada değil, dinler tarihinde de karşımıza çıkar. Antik çağlarda Fırat havzasında pek çok inancın su gibi yayıldığı anlaşılıyor. Kimi arkeologlar Fırat’taki dev ölçekli taşkınların ‘tufan’ anlatılarına ilham verdiğini varsayıyor. Kitab-ı Mukaddes’e göreyse (Tekvin 15:18), Arz-ı Mevud’un, yani “Vaat Edilmiş Topraklar”ın Doğu sınırıdır Fırat.
Müslümanlar henüz Fırat kıyılarından uzaktayken bile Hz. Peygamber’den onunla ilgili manevi haberler almıştı: “[Resulullah] Miraç yolculuğunda dünya semasında akmakta olan iki nehirle karşılaştı da: Bu iki nehir nedir ya Cebrail? dedi. Cebrail yanıtladı: Bu ikisi Nil ile Fırat’ın asıllarıdır."
Dünyada, iki asır içinde ordusunu 3-4 kez sil baştan yapılandırıp buna rağmen ayakta kalan kaç ülke vardır acaba? Osmanlı ve Türkiye tarihi, ordu üzerinden devlete hakim olmak isteyenlerin yıkıcı mücadelesine defalarca tanık oldu. Bu rekabetin merkezindeyse 400 yıl boyunca hep Yeniçeriler vardı.
SEÇİLMİŞLER ORDUSU VE ‘SAPLAMALAR’
Yeniçeri Ordusu için yetiştirilecekler, kırsal kesimdeki Hristiyan tebaa içinden seçilirdi. Bunlar 14-21 yaş arasındaki zeki, sağlıklı çocuklar-gençlerdi. Seçilenler arasına -nitelikleri uygun olmadığı halde- hileyle girenlere ‘saplama’ denirdi. Bunların bulunup ayıklanmasına dikkat edilirdi. Örneğin Kanuni devrinde Pertev Mehmet Paşa, ‘saplama’ dolu olduğundan şüphelendiği bir gruptan hiç kimsenin Acemi Ocağı’na girişine izin vermemişti. Ne var ki bu özen sonraki devirlerde kaybolacak, seçim kriterleri değişecektir.
‘ÖNCE DEVLET’ Mİ, YOKSA OCAK MI?
Suikastçılığa adını veren topluluk
HAŞHAŞİLER
Bu topluluk esasında gizli bir örgüt değil, Şiiliğin bir alt kolu. Hasan Sabbah ve onun takipçileri, 1090’dan itibaren, İran’daki Alamut Kalesi ve çevresinde egemenlik kurdular. Civardaki güçlü devletlere karşı siyasi cinayetlerle etkili olmaya çalıştılar. Bunlardan en sarsıcı olanı, Selçuklu Devleti’nin meşhur veziri Nizam-ül Mülk’ün öldürülmesi oldu. Sahte kimlikler edinip uzun süreli ilişkilerle önemli kişilerin yakın çevresine sızıyorlardı. Topladıkları istihbaratı kentlerdeki aracılarla merkeze aktarıyor, imamlarından gelen emirlere göre hareket ediyorlardı. Fedailer, öyle söylendiği gibi haşhaş çeken, kafası dumanlı katiller asla değildi, hiyerarşik bir örgütün soğukkanlı ve uzman üyeleriydiler. Hareket 13. yüzyılda din dışı niteliklerinden uzaklaştı; günümüze 15 milyon kişilik bir Şii mezhebi olarak ulaştı. ‘Haşhaşiler’in ünü daha ziyade Batı üzerinden yayıldı. Hatta Batı dillerindeki ‘assasin’ (katil) kelimesi, ‘haşhaşin’ kelimesinden türetildi.
Kralı ürküten dindarlar
SAINT-SACREMENT CEMİYETİ
Dindar Hıristiyanlardan oluşan bu cemaat 1627’de Fransa’da kuruldu. Üyelerini aristokratlar ve üst düzey din adamlarından seçip birbirlerine ‘birader’ diyorlardı. Kendini dine adamak için karısından boşanan Dük Henri de Levis’in yolunu takip edenler, kısa zamanda toplumda etkili olmaya başladı. XIV. Louis cemaatin faaliyetlerini sınırladı. Bu cemiyetin en güçlü muhaliflerinden biri de Molière idi. Saint-Sacrement Cemiyeti tüm bu baskılara karşı, takipçileri için iç tüzüğünde “Kutsal Kâse’de gizlenen İsa’yı örnek alarak olabildiğince kendini gizli tutacaktır” diyordu. Ama bu gizlilik çabaları, cemiyetin kralın emriyle 1666’da dağıtılmasını önleyemedi.
DİRENEN KOMUTANLAR
13 Kasım 1918’de İstanbul’a giren İşgal Kuvvetleri, ülke genelinde silahlı kuvvetlerin pasifize edilmesi emrini vermişti. Ama bu karara karşı çıkan ve direnen çok sayıda üst düzey komutan vardı: 9.Ordu Komutanı Yakup Şevki (Subaşı) Paşa, 6.Ordu Komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa ve 2.Ordu Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa bunlardan bazılarıydı. Ne var ki işgalcilerin baskısıyla ordular dağıtılacak; komutanları İstanbul’a çağrılacak ve direnenler tutuklanacaktır.
İşgalciler bir yandan da Türkleri İstanbul’dan çıkarmayı planlıyordu. Bu plana karşı ilk protestolardan biri İstanbul Belediyesi Genel Meclisi’nden geldi. Meclis-i Mebusan ise 28 Ocak 1920’de Misak-ı Milli’yi kabul etti. Bunun üzerine İstanbul, fiilen işgale uğradı (16 Mart). Meclis, makineli tüfeklerle basıldı ve dağıtıldı; resmi kurumlara girildi; sıkıyönetim ilan edildi. Basılan karakollarda şehitler verilirken Üsküdar’dan Tuzla’ya kadar pek çok yerde halka yönelik baskılar ve tutuklamalar başladı.
MECLİSE KARŞI FETVA