Paylaş
SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞI VE TEZAHÜRAT
625 yılının Mart ayında, Mekkelilerin ve Müslümanların orduları Uhud’da, savaş meydanındaki yerlerini almışlardı. Hind bint Utbe’nin liderlik ettiği kadınlarsa, davullar eşliğinde şarkılar söyleyerek savaş meydanındaki Mekkeli erkekleri cesaretlendirmeye çalışıyorlardı. Eski çağlar, bu tür ‘moral motivasyon’ örnekleriyle doludur. Uhud’dan yaklaşık 1315 yıl sonra, genç erkekler II.Dünya Savaşı için cepheye gittiğinde, “tezahürat liderliği” (cheerleader) ABD’de yeniden kadınlara geçmişti. Ama bu defa savaş meydanında değil, spor sahalarındadır çığırtkanlık. Aynı yıllarda George Orwell, futbolu ve benzer oyunları “ölümden arındırılmış savaş” olarak niteliyordu. Nitekim tribünlerde söylenen “marş” kelimesinin kökeni, Fransızca’daki “marche militaire” yani ‘askeri yürüyüş’ ile bağlantılıdır. Osmanlı ordusundaki mehter takımının görevini, maçlarda okul bandoları üstlenir. Takım sporları ve savaş arasındaki benzerlikler, bu kadar değil tabii ki.
HÜCUM FUTBOLU
Futbolu tasarlayanların isim koyarken nereden ilham aldıkları açık… Örneğin “kaleye top atmak” ifadesi hem futbol için geçerlidir, hem de savaş. Her ikisinde de amaç (yani ‘goal’), top atışlarıyla kaleyi vurmaktır. Topun kaleye isabet etmesi, galibiyet getirir çoğu zaman. Tüm oyuncuların / askerlerin görevi kaleyi savunmaktır. Savunma hattı dağılanın hali haraptır. Eğer “sath-ı müdafaanız”, yani alan savunmanız güçlüyse, I.Dünya Savaşı’nda olduğu gibi “Çanakkale geçilmez” demektir. Bu sayede, hiç değilse o maçta yenilmemiş olursunuz.
“Vurmak” çift anlamlıdır: Birini silahla vurmak veya topa vurmak. Futboldaki “şut” zaten İngilizcedeki “shooting” (vurmak) kelimesinden geliyor. Ki o da ‘ateş etmek, silahla vurmak’ anlamı taşır. Keza futboldaki “atak”, İngilizcedeki “attack”, yani saldırıdır, hücumdur. Takımdaki ‘kaptan’ ise İngilizcede aynı zamanda ‘yüzbaşı’ demektir. Omuzlardaki veya göğüsteki yıldızlar, “rütbe” göstergesidir.
Top atışları, savaş alanına barut kokusu ve duman yayar. Yakılan meşalelerle, maç gününde de dumanlı bir hava oluşur. Sisli, puslu ortamda taraflar birbirine karışmasın diye ordular “üniforma” giyerler. Malum, taraftarın en kıymetli giysisi formasıdır. Orduların da, takımların da bayrakları, flamaları ve armaları vardır. Nihai amaç, karşı tarafın kalesine bayrağı dikmektir.
ARENA’YA ÇIKMAK
Son yıllarda tüm dünyada stadyumlara özel isim olarak verilen ‘arena’ kelimesi, muhtemelen Etrüskçe kökenli “harena”dan geliyor. ‘Harena’, kumlu toprak demekti. Peki ama, çağının en görkemli binalarından olan arena, neden ‘kumlu toprak’ kelimesinden türemişti? Binlerce seyirci karşısında çarpışan gladyatörlerin kanları, kumlu zeminde kolayca emiliyordu da ondan! Yani, antik arenadaki ölümüne mücadele, kumlu sahadaydı. Hal böyleyken yeşil sahalı modern arenalarda “hayatla ölümü ayıran çizgi…”, “seninle ölmeye geldik…” diyen marşlar duymak şaşırtıcı olmasa gerek.
SİMÜLASYON MU, TATBİKAT MI?
Antropologlar, sosyologlar bu konuda farklı teoriler öne sürüyorlar. Bir hipoteze göre, futbol (ve benzer sporlar) insanların saldırganlık güdüsünü tatmin eden, savaşın ehlileştirilmiş halidir. Diğer hipoteze göreyse futbol, topluma savaşı öğretir ve hatırlatır; bu nedenle savaşa meyilli toplumlar, futbola daha fazla ilgi duyarlar. Benim ağırlıklı oyum ilk teoriden yana. Neden diyecek olursanız, size derbi günü tanık olduğum manzarayı aktarayım: Türkiye’nin en seçkin AVM’lerinden birine araçlarını park etmiş; hali vakti yerinde, üniversite mezunu beyefendiler, üzerlerinde formalarıyla metroya doğru ilerliyorlardı. Bu küçük ekipler buluşup, biraz kalabalıklaşınca söyledikleri marşların neye ‘odaklı’ olduğunu yazmama gerek yok. Hepimiz o ‘cesur ifadeleri’ gayet iyi biliyoruz. İmdi… Eğer futbol, gerçek savaşçı duyguları körüklüyor olsaydı, o cesur beyefendilerin derbi çıkışında hızlarını alamayıp, doğruca Güneydoğu’ya koşmaları gerekmez miydi? Elbette böyle bir ihtimal söz konusu değil. Dolayısıyla futbol, belirli bir alanda ve sürede gerçekleşen, güvenlik güçlerinin denetimindeki ‘temsili bir savaştır’ sadece.
SAHADA SAVAŞANLAR
Öte yandan çağımızda temsili olan şeyler, bazen gerçek olanın yerini alabiliyor. Mesela ‘temsili savaş’ futbol için özel gazeteler, TV kanalları varken, gerçek savaş için bu söz konusu değildir. ‘Temsili savaşçıların’ her adımı, arabası, kıyafeti, karısı-sevgilisi, çocukları yakından takip edilirken, ‘gerçek savaşçıların’ sadece cenaze törenlerini izleriz. Çocukları da, babalarına verdikleri o son selamla görüntüye girebilirler ancak. Bu nedenle sınırdaki top atışları, penaltı atışları kadar ses getirmiyor. Arena’da mücadele kaybeden topçuların, en azından ‘önümüzdeki maçlara bakma’ şansı var. Peki ya ‘ay-yıldızlı formaya’ sarılıp, sahayı sessiz sedasız omuzlarda terk eden topçular? Onların ‘kumlu topraklarda’ verdikleri mücadelenin hakkını nasıl ödeyeceğiz?
Paylaş