Hem tarih, ölmüş insanların hikayelerinden başka nedir? Geçmişle uğraşmak bize ne fayda getirebilir?
Genç bir satış görevlisi, işi gereği kasaba kasaba dolaşıyormuş. Sık sık uğradığı bir sahil beldesinde, yaşlı bir adamı hep iskelede otururken görüyormuş. Adam gözlerini denize dikmiş bir şekilde, neredeyse hareketsiz dururmuş. Tanıdıklarına bu adamın ne yaptığını sorduğunda “O buraların gariplerindendir, yıllardır orada oturur. Her gün dalgaları sayar” cevabını almış. Merakı iyice artan satış görevlisi, bir gün iskeleye gidip adamın yanına ilişmiş. Adam bakışlarını denizden ayırmadan “ve aleyküm selam” diyerek almış gencin selamını. “Bey amca, kaç dalga saydın bunca yıldır” diye sormuş genç satıcı. Adam gayet kendinden emin bir tavırla “bir” diye yanıtlamış. “Nasıl yani, bunca yıldır oturuyorsun da sadece bir tane mi sayabildin?”. “Bak evlat” demiş adam, “şimdiye kadar saydığım tüm dalgalar kıyıya vurdular, yok olup gittiler. Uzaktakilerse henüz iskeleye gelmedi. Onun için benim elimde sadece bir tane var. O da ancak bir sonraki dalgaya kadar.”
ANI YAKALAYALIM DA…
Geçmişe ve geleceğe yolculuk yapamadığımıza göre, elimizde bu andan başka yaşanacak an yoktur. Osmanlı kültüründe “dem bu demdir” ifadesiyle anlatılır söz konusu durum. Filibeli Şehbenderzade Ahmed Hilmi (1865-1914), Amâk-ı Hayal (Hayalin Derinlikleri) adlı eserinde “Yâd-ı mazi bahşeder / Hayf-ü âlâm-ü keder…”, “Geçmişi anmak ıstırap ve keder verir. Kendini gelecek derdiyle meşgul etme. Yaşanacak an bu andır” der. Tasavvuf kültüründe geçmişin hesabını yapmamak; gelecek kaygısı duymadan her anı değerlendirmek gereği vurgulanır. Batı kültüründe ise aynı düşünce “carpe diem” (anı yakala) kavramıyla karşılık bulur. Romalı şair Horatius (M.Ö. 65 – M.Ö. 8), ölümün farkında olarak “anı yakala, geleceğe olabildiğince az güven” der. Ne var ki bu ifade zamanla, hayattan maksimum haz alma fikrinin, yani hedonizmin dayanağı haline gelmiştir. Yani özünü arayanlarla, dünya zevklerinin peşinde koşanların ortak noktası, -ne ilginçtir ki- geçmişle, yani tarihle uğraşmaktan kaçınmalarıdır. Oysa bu an ve gelecekle ilgili tüm ölçülerimiz bize geçmişin mirası değil mi? Konuştuğumuz dil, genetik şablonumuz, yüzümüzdeki bir yara izi, hatta adımız... Sonuçta biz ne kadar ilgilenmesek istemesek de geçmiş, daima yaşadığımız anın içinde. Bu doğrultuda Konfüçyüs’ün (M.Ö. 551 – M.Ö. 479) sözünü hatırlamakta yarar var: “Geleceğe şekil vermek istiyorsan geçmişi öğren.”
DAEŞ’le savaşan PYD, Kuzey Suriye’de ‘federal sistem’ ilan ederken, talepleri kabul edilmezse bağımsızlıklarını ilan edeceklerini duyurdu. Tüm bunlar olurken, Türkiye, Kızılay Meydanı’ndan ve İstiklal Caddesi’nden gelen acı haberlerle sarsıldı.
YAN YANA YAŞAMAK
Bosna’dan Basra’ya, Mostar’dan Musul’a uzanan dev coğrafyada, karmaşık bir insan malzemesini idare ediyordu Osmanlı. Farklı etnik kökenler, farklı dinler, farklı mezhepler, hatta yabancılar… Hepsi 400 yıla yakın bir süre imparatorluk çatısı altında, bir şekilde “yan yana” yaşadı. Osmanlı’daki bu çok-renkliliğin en görünür hali ise 19.Yüzyıl’dan itibaren Cadde-i Kebir veya diğer adıyla Pera idi. Bu görünüm, Cumhuriyet’in İstiklal Caddesi’nde 1960’lardan itibaren değişti. Ama 90’larla birlikte yeniden İstanbul’un en kozmopolit merkezi ve şehrin farklılıklara en açık bölgesi oldu. Ayrıca turistlerin de uğrak noktası haline geldi. İşte dünkü bombalı saldırıyı, bu anlamda yan yana yaşamaya, çok renkliliğe, hatta çok sesliliğe yapılmış bir saldırı olarak okumak mümkündür.
“Şunu aklımızdan çıkarmayalım. Henüz var olmayan milyonları kapsayacak bir hükümet [biçimi] oluşturuyoruz… Kim bilir dört yüz, beş yüz yıl sonra bir Katolik veya Müslüman [başkanlık] koltuğuna oturabilir.” 30 Temmuz 1788 tarihinde, Kuzey Carolina eyaleti temsilcisi W.Lancaster endişesini bu sözlerle dile getirmişti. Bu, onun için önlenmesi gereken bir tehlikeydi. Peki ama henüz ortalarda görünmeyen Müslümanlar, neden Protestanların ezici çoğunluğu oluşturduğu Amerika’nın gündemindeydi? Denise Spellberg’ten öğrendiğimize göre tartışmanın asıl kaynağı, tüm eyaletlerin onayına sunulan ABD anayasasındaki altıncı maddeydi: “Birleşik Devletler’de herhangi bir görev veya kamu hizmetine liyakat unsuru olarak hiçbir zaman din şartı aranmaz.” İşte çekişme, tam da bu noktada başlıyordu. Muhaliflere göre bu maddeyle herkes devlet görevlisi olabilir; kapı bir kez açıldı mı, “bir Katolik, Yahudi, pagan, deist, evrenselci, hatta bir Türk” bile yönetici koltuğuna yerleşebilirdi! Yani Müslümanlar, anayasa tartışmasında ‘en vahim ihtimali’ simgeleyen uç bir malzemeydi.
KİMİN İNANCI, KİMİN ÖZGÜRLÜĞÜ?
Mezhep ayrılıkları nedeniyle, “inanç özgürlüğü” ABD’nin kuruluşunda kritik bir değerdi. Ayrıca sadece Katolik-Protestan karşıtlığı değil, Protestan kiliseler arasındaki rekabet de sorundu. Dolayısıyla ‘kurucu babalar’ için çatışmayı önlemenin kestirme yolu, tüm bu ayrımları yok saymaktan geçiyordu! Nitekim ABD’nin ilk başkanı George Washington, çiftliğine işçi alınacağı zaman şöyle demişti: “Önemli olan işinden iyi anlaması. Müslüman, Yahudi, şu veya bu mezhepten bir Hristiyan, hatta ateist olması fark etmez.” Bu pragmatik bakış açısı, üçüncü başkan Thomas Jefferson’da çok daha entelektüel ve idealist bir karşılığa sahipti. Henüz 22 yaşındayken Kur’an’ın İngilizce mealine sahip olan, hatta Arapça öğrenmeyi deneyen Jefferson, 1776’da şöyle yazmıştı: “bir Pagan, bir Müslüman veya bir Yahudi, dini nedeniyle medeni haklardan mahrum bırakılmamalı.” İşte, Kuzey Carolina’lı Lancaster, tam da Jefferson’ın bu düşüncesine karşıydı. Ona göre, bu kafayla 400-500 yıl içinde bir Katolik veya Müslüman, Protestanların kurduğu ABD’ye başkan bile olabilirdi!
“İki eşli Nasreddin Hoca krizi”.
Geçtiğimiz günlerde bir CHP milletvekili, çocuklara yönelik “Nasreddin Hoca ile Düşünmeyi Öğrenmek” başlıklı kitapta yer alan “iki eşli Nasreddin Hoca” hikayesiyle ilgili olarak Meclis Başkanlığı’na önerge verdi ve Milli Eğitim Bakanı’nın yanıtlaması istemiyle “kitabın herhangi bir inceleme ve denetime tabi tutulup tutulmadığını” sordu. Söz konusu kitap, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanmış bir yayın değil ve standart müfredat içinde yer almıyor. İşin ilginç yanı, ‘yerli’ veya ‘muhafazakar’ bir çalışma da değil: Fransız filozof Oscar Brenifier ve Isabelle Millon imzasını taşıyor. Yani, aynı anda iki kuzenle evli olarak anlatılan Nasreddin Hoca, bir bakıma Avrupa’dan ithal edilmiş!
Nasreddin Hoca’nın devrinde (tahminen 13.Yüzyıl) çok eşlilik yasal olsa da, günümüz öğrencilerine tavsiye edilen bir kitapta bu hikayenin yer alması pek çok velinin itirazına yol açtı. Gelin, biz bu tartışmayı şimdilik günümüzde bırakalım ve çok eşliliğin geçmişteki durumuna bakalım.
Tarih 22 Şubat 1991’di… George Bush, Kuveyt’teki işgale son vermesi için Saddam Hüseyin’e 23 Şubat, saat 20:00’a kadar süre tanıdıklarını açıkladı. Irak ordusu, bu tarihten itibaren bir hafta içinde Kuveyt’ten tümüyle çekilmek zorundaydı. Aksi taktirde, Körfez Savaşı devam edecekti. Peki ama Irak ordusu bir ay önce başlayan hava harekatıyla köşeye sıkıştırılmışken Başkan neden onlara böyle bir seçenek sunuyordu? Çünkü Sovyetler/Ruslar, araya girerek Irak’ı Kuveyt’ten çekilmeye razı ettiklerini söylüyorlardı. Sovyet ordusu bu hamleyle hem ABD’nin kara harekatını önlemeye, hem de ‘daha bitmediklerini’ ve Ortadoğu’da hâlâ etkili olduklarını göstermeye çalışıyordu.
İSTESEK ALIRIZ AMA…
Ne var ki çekilme için öngörülen koşullar gerçekleşmedi ve kara harekatı başladı. Sonuç, ABD üst komutasını bile şaşırtacak kadar başarılıydı. Üçüncü günde Kuveyt, Müttefiklerce Irak işgalinden kurtarıldı. “Çöl Fırtınası’ adı verilen harekatın komutanı General Norman Schwarzkopf, gazetecilere “Bağdat’tan yüz seksen kilometre mesafedeyiz ve Irak’ın başkenti ile aramızda hiçbir şey yok. Eğer niyetimiz Irak’ı almak ve ülkeyi yıkmak olsaydı, en küçük bir direnişle karşılaşmadan bunu yapabilirdik… Ama bizim niyetimiz yalnızca Iraklıları Kuveyt’ten çıkartmak ve buraya kadar gelmiş olan askeri gücü imha etmekti”* diyordu. ‘Ayı’ lakaplı komutan, medyaya bu gösterişli açıklamayı yaptıktan bir süre sonra savaş sona erdi. Oysa ABD’nin hedeflerinden dördüncüsü henüz elde edilmemişti: “Körfez bölgesinde güvenliğin ve istikrarın tesisi.” Peki ama gözü kara işgalci Saddam Hüseyin ve yıllarca İran’la savaşmış Baas rejimi yerinde dururken bu konuda ilerleme nasıl sağlanacaktı?
ZAFER Mİ, SAHAYI ERKEN TERK Mİ?
Günümüzde ise bir kadın mendilini düşürse duyacağı söz, gayet kuru bir “cebinizden bir şey düştü” olur muhtemelen. Martin Scorcese’nin 19.Yüzyıl sonları New York’unu yansıtan “Masumiyet Çağı” filmini izleyenler hatırlar. Daniel Day-Lewis’in canlandırdığı karakter, Kontes’e (Michelle Pfeiffer) duyduğu aşkla ne çok şeyi feda etmeye hazırdı. Günümüz New York’unda ise böyle bir tutkulu aşığın ‘takıntılı, kafayı yemiş’ damgası yiyerek, kadınları kendinden uzaklaştırması pek sürpriz sayılmaz.
AŞK BİTERKEN AŞKIN TARİHİ
Bu basit örnekler bile, aşkın tarifinin zamanla nasıl değiştiğini anlatmak için yeterli. Nitekim 1970’lerde ‘romantik aşk’ın yerini ‘aşk yapmak’ alırken Avrupa’da ‘aşkın tarihi’ sorgulanmaya başlandı. 1980’lerde George Duby, Jean-Louis Flandrin, Jacques Solé gibi Fransız tarihçiler aşkı, toplumsal yapının bir yansıması olarak ele alıp; sınıf ilişkilerinden cinsiyet araştırmalarına uzanan akademik bir kategorinin kapılarını açtılar. Onların belirlediği çerçeveden Doğu, daha doğrusu Arap-Fars-Türk tarihine bakanların ilk başvurduğu yer, genellikle şiir ve edebiyat olacaktır. Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin gibi aşk hikayelerini yaşatan bu kültür, Ortaçağ Avrupası’na, ‘Romeo ve Juliet’in ‘kara sevda’ temasına ilham vermiştir.
BİR AŞK NESNESİ OLARAK: KAİNAT
Milyonlarca kişi kendi ekmek kavgasını unutmak için, yine para karşılığında aç kalanların mücadelesini izleyecek. Gerçek ‘survivor’, yani atalarımızın hayatta kalma savaşı ise ekrandakinden çok daha çetindi.
Hani derler ya, “açlık insanı insanlıktan çıkarır”, “açlık insana her şeyi yaptırır” diye… Elbette bu sözler boşuna söylenmedi. Tarım Devrimi öncesinde yaşayan atalarımız hayatta kalmak için nüfusun sınırlandırılması gerektiğinin farkındaydılar. Ne de olsa kendi yaşam alanları (Survivor’daki ada) kalabalıklaştığında gıda kaynakları yetersiz kalabiliyordu. Bu durumda ‘gidecek ismin belirlenmesi’ kaçınılmazdı. Neyse ki hastalıklar ve zorlu doğa koşulları ‘gidecek’ isimleri kolayca belirliyordu. Zaten ortalama yaşam süresi, tahminlere göre kadınlar için 29, erkekler için 33’tü. Ayrıca hayatta kalanlar, gidenlerin yerine, yenilerinin gelmemesi için önlemler geliştirdiler.
KIZ ÇOCUKLARIN ÖDEDİĞİ BEDEL
Nüfus bilimciler, Yontma Taş Devri denilen dönemde avcı-toplayıcı gruplarda yeni doğan bebeklerden en az %23-%35’inin ölüme terk edildiğini tahmin ediyorlar. Bu “vahşi” uygulama, onlar için hayatta kalma önlemiydi. Elbette nüfusun denetlenmesi için ölüme terk edilecekler kız çocukları olmalıydı: Çünkü nüfus sadece kadınlar aracılığıyla artıyordu! Pek çok araştırmacı, günümüze dek uzanan kız çocuklarını ikinci sınıf görme / istenmeyen ilan etme eğilimin kökeninde bu çevresel etkenin olduğunu düşünüyor. Bugün bizim için vahşet olan bu tercihin sadece ‘taş devri’ne özgü olduğunu sanmayalım. İslam öncesinde bazı bedevi kabilelerinde görülen kız bebeklerin çöle bırakılmasını da aynı doğrultuda değerlendirmek gerekir. Bu tür korkunç, “bireysel nüfus kontrolü” yöntemleri Çin başta olmak üzere Asya’nın pek çok bölgesinde, 19.Yüzyıl’da bile görülüyordu.
Tabii, dağdan yavru ayı kurtarıp onu sevgiyle besleyen Erzurumlu’yu da unutmayalım. Ne güzel haberler değil mi? Öte yandan, doğal sayılması gereken davranışların bu kadar ilgi çekmesi, bir açıdan da düşündürücü. Hele de tarih boyunca hayvan sevgisiyle tanınan bir kültürde…
ORTA ASYA’DAN DERSAADET’E
Tarihe bakarak şunu en kestirmeden söyleyebiliriz: Türkler hayvanları severler. Takvimin bile ’12 hayvanlı’ olduğu Türk kültüründe hayvanlar, gündelik yaşamın ayrılmaz parçasıdır. Özellikle de sürülerin ve obanın koruyucusu olan köpekler. Sayısal olarak doğrulamak pek mümkün olmasa da İstanbul’un 1453’teki fethinden sonra şehirdeki köpek sayısının arttığı söylenir. Kedi sevgisi ise Türklerin hayatına daha çok yerleştikleri şehirlerde girmiştir. Osmanlı’da kediler ve köpekler için özel vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflar, kasaplar ve fırınlar aracılığıyla sokak hayvanlarının beslenmesini sağlardı. Bazıları ise ‘vasiyet gereğince’ güvercinlere yem verilmesini üstlenirdi. 18.Yüzyılda, Şam’da hasta, yaralı kedileri ve köpekleri tedavi eden bir hastanenin varlığı kayıtlara geçmiştir.