Paylaş
Hangi gözle bakılırsa bakılsın, ne Çanakkale ve Kûtü’l-Amare zaferleri; ne de Kurtuluş Savaşı azımsanamaz. Ne var ki son dönemde, 100 yıl öncesiyle ilgili kafa karıştırıcı tartışmalara tanık oluyoruz. Elbette tartışma doğrudan tarihçilikle ilgili değil. Güncel siyaset, vizyonunu tarih üzerinden ortaya koyuyor. Basitleştirerek özetleyelim… İktidara hakim ideoloji, Osmanlı’nın Cumhuriyet kuşaklarına –bilinçli olarak- yanlış ve kötü anlatıldığına inanıyor. Bu doğrultuda Kûtü’l-Amare gibi zaferlerin unutturulduğu söyleniyor. Bu zafer, bir bakıma Osmanlı’nın liderliğinde birleşmiş Müslümanların (Türk-Kürt-Arap) Batılı güçleri Ortadoğu’da yenmesinin sembolü olarak sunuluyor.
Ne var ki Kûtü’l-Amare hatırlanırken bazı unsurlar çok daha az hatırlanıyor. Mesela I.Dünya Savaşı’ndaki zaferlerde, o sırada “Osmanlı” yönetiminin İttihat ve Terakki’de olduğu pek konuşulmuyor. Çünkü İttihat ve Terakki dendiğinde, II.Abdülhamid’i darbeyle tahttan indiren; Müslümanlığı geri plana atan; Balkanları kaybeden; Osmanlı’yı savaşa sürükleyen; Araplarla aramızı bozan bir parti imgesi var. Yani zafer varsa kazanan Osmanlı ve onun Türk-Müslüman askerleri (Mehmetçik); kaybedilenlerin sorumlusu ise İttihat ve Terakki!
KAHRAMAN ASKERLER, BECERİKSİZ DİPLOMATLAR!
Sakın bu tür çelişkilerin mevcut iktidara özgü olduğu sanılmasın. “Kemalist” tarih yorumunda da İttihat ve Terakki dönemine dair açmazlar vardır. Yine basitleştirerek anlatalım… Mesela Harekat Ordusu, Trablusgarp Savaşı gibi olaylar, İttihat ve Terakki’den ziyade, Mustafa Kemal [Atatürk] etrafında örülür. Bu bir ölçüde Çanakkale için de geçerlidir. Tabii yanına “kahraman Mehmetçiği” eklemek şartıyla. Öte yandan konu, I.Dünya Savaşı’ndaki başarısızlıklar olunca devreye İttihat ve Terakki ile Enver Paşa girer. Bunun yanında imparatorluğun parçalanması, Osmanlı’nın zaten bitik olmasının sonucudur. Hal böyledir böyle olmasına amma… İstiklal Harbimizin muzaffer komutanları, aynı zamanda I.Dünya Savaşı’nın Osmanlı subayları değil midir? Elbette bunun da bir izahı vardır: Osmanlı ve Mehmetçik cephede yenilmemesine karşın, müttefikimiz Almanya yenilince “biz de” masa başında yenik sayılmışızdır! İşin ilginci aynı izaha, söz konusu “tarih anlayışını reddeden” sayın Cumhurbaşkanı’nın son konuşmasında da rastlıyoruz: “Bizim klasik sorunumuz, cephede kazanıp masada kaybetme işidir.”
NEDEN SADECE ZAFERLER?
Şurası açık ki tarihçilik açısından esas mesele, hakim ideolojilerin geçmişi, zafer odaklı bir seçmecilikle ele almasıdır. Ki bu yaklaşım pek çok çelişkiyi beraberinde getirir. Örneğin 1916’da Kûtü’l-Amare’de çok ağır bir yenilgi alan Britanya kuvvetlerinin bundan bir yıl sonra Bağdat’ı ele geçirdiğini görmezden gelebiliyoruz. Bu tür bilgilerden mahrum olmak bizi, Osmanlı’nın bir yıl içinde cephede neden gerilediğini sorgulamaktan alıkoyacaktır.
Zafer odaklı tarihçiliğin bir de manevi sorumluluğu var tabii… Hatırlanmak için mutlaka zaferlerin parçası mı olmak gerekir? Sadece zaferleri öne çıkararak, I.Dünya Savaşı’nın diğer cephelerinde çarpışanlara ve şehit düşenlere haksızlık etmiyor muyuz? Sina-Kanal Cephesi’ni, Filistin, Hicaz, Yemen, Suriye, Doğu Anadolu, Kafkasya; ayrıca İran, Galiçya ve Balkan cephelerini yok mu sayıyoruz? Hem savaşlara parça parça bakmakta bir gariplik yok mu?
11 YIL SAVAŞLARI
1911-12 Trablusgarp ve On İki Adalar, 1912-13 Balkanlar, 1914-18 Cihan Harbi, 1919-1922 Kurtuluş Savaşı. Türkler başta olmak üzere Osmanlı halkları, 1911-1922 yılları arasında, neredeyse kesintisiz bir savaş süreci yaşadılar. Bingazi, Kumanova, Çanakkale, Kûtü’l-Amare, Sakarya… Artık bu süreci Osmanlı-Türkiye tarihi açısından ayrı ayrı başlıklarda değil, bir bütün olarak görmeliyiz. “11 Yıl Savaşları” olarak adlandırabileceğimiz bu dönemi, ‘mutlak çöküş’ veya ‘büyük zafer’ paradigmasına düşmeden ele almalıyız. Ayrıca bu döneme bir bütün olarak bakmak, günümüzdeki pek çok tartışmaya yeni bir perspektif katabilir. (Örneğin bu dönemlendirme, Balkan Müslümanlarının tehciriyle Anadolu Ermenilerinin tehcirini ayrı süreçler olarak değil, aynı başlık altında değerlendirmek demektir.)
YENİLGİLERDEN ÖĞRENMEK
Zaferler bir toplumun ortak mirasıdır. Bu savaşlarda 11 yıl boyunca mücadele edenleri, ortak bir günde birlikte anmalıyız. Senin deden-benim dedem demeden; asker-sivil farkı gözetmeden.
Peki ama yenilgilerin mirasına kim sahip çıkacak? Yenilgileri unutmaya çalışmak yerine bunların siyasi, toplumsal, ekonomik, diplomatik ve askeri nedenlerine daha fazla eğilmek zorundayız. Hangi alanda olursa olsun, yeni galibiyetler için sadece eski zaferleri hatırla(t)mak yetmiyor. Onun kadar, hatta belki daha önemlisi, eski yenilgilerin nedenlerini anlayıp, aynı yanlışları tekrar etmemek.
Paylaş