Paylaş
Hayır. 2002-2016 arasındaki 14 yıldan değil, 1923-37 arasındaki 14 yıldan söz ediyorum. Yani Erdoğan-Davutoğlu ikilisinden değil, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, 1937’de Başbakan İnönü’den istifasını istemesinden... “Tek Adam”ın, “İkinci Adam”la arasının açılmasına yol açan nedenlere bakmadan önce gelin o günlerin Reis-i Cumhur’u ile uyumlu bir gazetenin ana sayfasına bakalım.
21 Eylül 1937 tarihli Akşam gazetesinin ana sayfasındaki küçük bir haberde şöyle yazıyordu: Başvekilimize 1,5 ay mezuniyet verildi.
İstanbul 20 (A.A.) — «Resmîdir» Başvekil Malatya mebusu İsmet İnönüne, talep ve ricası üzerine, Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet Vekâletine İktisad Vekili Celâl Bayar tayin edilmiştir.
Ertesi gün, yani 21 Eylül’de, yeni hükümetin göreve başlaması da tali bir konuydu. Dersim Ayaklanması’nın lideri Seyid Rıza’nın teslim olmasını bir kenara koyalım… Hiç şüphesiz Reisicumhur’un katıldığı Tarih Kongresi; veya Tunus’ta Fransızlarla İtalyanlar arasındaki meseleler de, Başbakan’ın değişmesinden çok daha önemliydi! Ertesi gün de durum hiç farklı değildi. Bir başka küçük haberde Başvekalet görevinin Celal Bayar’a geçtiği bildiriliyordu:
B. Celal Bayar Başvekâlet vekilliğine dünden itibaren başladı
Başvekilimiz İsmet İnönü’nün bir buçuk ay mezuniyet alması münasebet ile Başvekâlet vekilliğine tayin edilen İktisad Vekili B. Celâl Bayar dün Dolmabahçe sarayına giderek Atatürk tarafından kabul buyurulmuştur. B. Celâl Bayar dünden itibaren Başvekâlet işlerini tedvire başlamıştır.
Elbette basında bu kadar az yer bulması konunun önemini ortadan kaldırmıyordu. Bu ayrılıktan birkaç yıl önce TBMM’de milletvekilleri arasında farklı “sollar ve sağlar” olduğunu söyleyen Sovyet temsilcisine Falih Rıfkı Atay şöyle cevap vermişti: “Bizim partide yalnız Mustafa Kemal vardır ve onunla beraber olanlar.” Gazeteler, işte bu durumun yansıması gibiydi. Manşet haberlerine bakacak olursanız, Lozan’dan bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nde en fazla rol oynayan liderin görevden uzaklaştırılması “küçük” bir olaydı. Ne var ki tüm bu basın denetimine karşın yönetime yakın Cumhuriyet’te 28 Eylül’de şu haberin yayınlamak durumunda kalmıştı: “Muzır elemanların aleyhimize yapabilmeleri muhtemel spekülasyonlara meydan vermemek için son vaziyetin izahında matbuat teenni ile hareketi bir vazife bilmiş, hatta İstanbul vilayetinin bir tebliğile Başvekâletteki tebeddüle dair birden bire curcuna şeklini alıveren neşriyata devamın caiz olmadığı bildirilmişti.” Bu haberden bir ay kadar sonra Bayar, artık resmen başbakan olacak ve Atatürk’ün son bir yılında bu görevi İnönü değil Bayar yürütecekti. İnönü ise bu süreçte Gazi hazretlerinden ayrı düşmüş, ‘evine çekilmiş’ idi.
AYRILIĞIN NEDENLERİ
Tarihe özel bir merakı olmayan geniş kitlelerin zihninde, Atatürk ve İnönü dönemleri kesintisiz bir süreç gibidir. Oysa iki lider arasında görüş ayrılıkları hep oluyordu. Özellikle de İnönü’nün ifadesiyle “olayların gittikçe birikerek yorgunluk ve gerginliğin artmış” olduğu “36 senesi ve 37 başı”nda. İnönü, hatıralarında bu süreçte aralarını açan en önemli olay olarak “Hatay Meselesi”ni gösterir. İkilinin arasını açan konulardan bir diğeri, Akdeniz’in güvenliğiyle ilgili Fransız ve İngilizlerle yapılacak antlaşmalardı. Ama en kişisel konu, günümüzde “Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliye”sine ev sahipliği yapan Atatürk Orman Çiftliği idi.
İnönü açısından bu uzaklaşmanın en önemli nedenlerinden biri, cumhurbaşkanının hükümet işlerine doğrudan müdahalesi ve bunun yöntemiydi. İnönü ayrıca Atatürk’ün vekillere (bakanlara) tavrından da şikayetçiydi: “Hükümet olarak, başvekil olarak benim için çok üzüntü verici bir hadise oluyor.” Tabii tartışmaların üst perdeye çıktığı ve artık geri dönülemez bir noktaya geldiği “sofra hayatının teferruatının ehemmiyeti yok” idi.
Elbette tarihçiler, bu ayrılığın nedenleri arasına İnönü’nün devletçi ekonomide ısrarı, Dersim Ayaklanması sırasındaki kararları, Batı ile ilişkiler gibi başka konuları da eklerler. Atatürk’ün yakın çevresi ise “Ne oldu Paşam size?.. Eskiden böyle değildiniz? Artık emirlerinizi hep sofradan mı alacağız?” dediği söylenen İnönü’nün, Atatürk’ü eleştiride çizgiyi aştığını yazmışlardır. Hatta tek kişilik bir rivayete göre, kapalı kapılar ardında Atatürk, İnönü’ye şöyle demiştir: “Ya benim Devlet Reisi olarak görevim nedir? … Ya! Demek öyle! Siz bildiğiniz gibi işleri yürüteceksiniz, ben de sizin işlerinizin mühürcübaşısı olacağım! Öyle mi?”
TARİH TEKERRÜR EDER Mİ?
Söz konusu olayların günümüzde olup bitenlerle benzerliğini fark etmemek mümkün değil. Elbette bu tip durumlarda hemen akla “tarih tekerrürden (tekrardan) ibarettir” sözü gelir. Oysa tarih asla tekrar etmez. Sadece, -doğa bilimlerinden öğrendiğimiz üzere- “benzer koşullar, daima benzer sonuçlar getirir”. Bugün asıl üzerinde durmamız gereken de budur: 2016 Türkiye’sindeki koşulların, 1937 Türkiye’sinin koşullarına bu kadar benzemesi. Aradan neredeyse 80 yıl geçmiş ama konu başlıkları birbirinin tekrarı gibi: Doğu’da askeri tedbirlerle başarıyla bastırılan Kürt isyanı (Dersim); Hatay – Suriye meselesi, Akdeniz’in güvenliği konusunda Batı’yla ilişkiler; Başbakan’ın Cumhurbaşkanı’nın hükümete ve yönetime doğrudan müdahalesiyle ilgili şikayetleri; Cumhurbaşkanı’nın konumundan hoşnutsuzluğu; bu durumun anayasaya uygunluğunun sorgulanması; basının durumu ve tutumu…
“MUTLAK LİDER” MUTLAKA GEREKİR Mİ?
Atatürk’ü ve onun (Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle) “Tek Adam”lığını ülkedeki her türlü sorunun nedeni olarak gören toptancı anlayış, o dönemin bugünkü ilacı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı görüyor. Bugünün muhalifleri içinse ülkedeki her türlü sorunun nedeni Erdoğan’ın “Tek Adam” yönetimi. Peki ama bu karşıtlık daha ne kadar sürecek? Türkiye, yolunu tıkayan konuları çözebilmek için bir 80 yıl daha mı bekleyecek? ‘Güneş ufuktan şimdi doğacak’ gibi görünmese de… Atatürk-İnönü; İnönü-Bayar; İnönü-Menderes; Erdoğan-İnönü; Erdoğan-Atatürk ikililerinden birini ‘mutlak kurtarıcı’, diğerini ‘mutlak batırıcı’ ilan etme alışkanlığını artık aşmamız gerekiyor. Lider kültünü aşan bir siyaset kültürü ve ortak toplumsal idealler geliştirmek zorundayız. Acilen…
Paylaş