Paylaş
AZASI KESİK BİR ZENCİ
“Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman; ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermesi için ona rehberlik etmen; derman arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen; konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen… Bütün bunlar sadakadır.” Yaklaşık 1400 yıl önce engellilere davranış biçimi hakkında bir çerçeve çizen İslam Peygamberi, Medine’den ayrıldığı zaman, şehrin yönetimine kendi vekili olarak, görme engelli İbn Ümmü Mektum’u tayin ederdi. (İbn Ümmü Mektum aynı zamanda ilk müezzinlerdendi.) Hz.Peygamber, Veda Hutbesi’nde bir yöneticide aranacak temel vasfın iman ve güzel ahlak olduğunu belirtirken, eğer bu niteliklere “azası kesik bir siyah” sahipse ona tabi olmak gerektiğini söylemişti. ABD’de Franklin D. Roosevelt’in 1930’lardaki seçim sürecinde tekerlekli sandalyesini gizlemeye ve engelli görünmemeye çalıştığını; zenci başkanın da sadece birkaç yıl önce seçilebildiğini düşünecek olursak, 7.Yüzyıl’daki “azası kesik siyah” tanımının nasıl uç bir örnek olduğu daha iyi anlaşılır.
İDEAL VE GERÇEK ARASINDA
Elbette bu idealin tarih boyunca layıkıyla hayata geçirildiğini söylemek mümkün değil. Hele de savaşçılıktan tarıma kadar pek çok alanda beden gücünün esas olduğu, sanayileşme öncesi toplumlarda. Nitekim “patlak gözlü” (muhtemelen bir tür “ekzoftalmi” idi) olarak çağrılan Arap düşünürü Câhiz, 9.Yüzyıl’da engellilerin Müslümanlar arasında dışlanmaması ve önemli görevlerden uzak tutulmaması gerektiğini yazıyordu. Kuşkusuz onun bu çıkışı, İslam hukukuna değil, toplumda kök salan önyargılara karşıydı.
Bugün olduğu gibi geçmişte de pek çok engellilik türü vardı. Bunlarda savaşların rolü büyüktü. Örneğin Vakıdi’nin Fütuhu’ş-Şam adlı eserinden öğrendiğimize göre İslam ordusunda yüzlerce kişi, Yermük Savaşı’nda (636 yılı) Bizans okları nedeniyle gözünü kaybetmiştir. Türk tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Timur’un “aksak” lakabı, savaşta sağ kolu ve sağ bacağından yaralanmasından geliyordu. Çarpışmalarda ağır kan kaybeden bir bedeni kurtarmanın en hızlı yolu, kolu veya bacağı kesmek, bazen de dağlamaktı. Sağlık olanakları kısıtlıydı ama kaza, yangın, salgın hastalık boldu ve haliyle uzuv kaybı sık görülüyordu. Ayrıca doğumdaki sorunlar nedeniyle bebeklerin sakat kalması günümüze göre hayli yüksek bir olasılıktı.
FARKLIYSAN İŞİN ‘SAKAT’
Bugün zihinsel engelli dediğimiz, ‘delileri’ ve ‘mecnunları’ bir kenara koyalım… (Eski tabirle) Cüce, ‘sırık gibi uzun’, kambur, çolak, topal, kekeme, şaşı, tek gözlü, iri çıbanlı veya köse olmak… Eski devirlerde bunlar toplumun pek çok katmanında ‘ötekileştirilmek’ için yeterliydi (ki aslında bugün bile öyledir). Örneğin, Arabistan’da “mavi gözlü” olmak bile ‘garabet’ sayılıyordu. Hem şiirde de belirtildiği üzere, Hz.Ömer’i öldüren suikastçı, “adi bir gök gözlü” değil miydi? Ayrıca kimilerine göre sarı saçlılara dikkat etmek gerekirdi! (Tam tersi Batı’da zenciler için geçerliydi.) Başka bölgelerde albinolar “uğursuz” addediliyordu. Yani ten rengi farklılıkları bile adeta ‘sakatlık’ alametiydi. Bunlara hukukçuları zorda bırakan çift cinsiyetlileri (hünsa, hermafrodit) eklemek gerekir. Tabii ihtiyarlığın kendisi de başlı başına bir engellilik hali idi. Üstelik doğuştan engellilik, yerel kültürlerde anlaşılması ve açıklanması zor bir ‘kozmoloji’ meselesi haline gelebiliyordu. Kısacası, üretime tam katılamayan veya bedeni farklı olanlar, toplum için bir ahlaki çelişki nedeniydi.
ENGELLERE KARŞI HAYIRSEVERLİK
Ne var ki yukarıdaki olumsuz tabloya karşın, Müslüman dervişlerden Katolik - Aziz Benedikt keşişlerine kadar, pek çok kültürde “insan ayırmadan hizmet eden” tarikatların ve dini hayır kurumlarının olumlu işlevini anmak gerekir. Benzer bir doğrultuda, coğrafyamızda engellilere hizmet için atılmış adımlar olduğunu görebiliyoruz. Örneğin Selçuklu atabeyliği döneminde (13.Yüzyıl) Musul’da inşa edilen darülaceze, görme engellilere de özel olarak hizmet veriyordu. Manisa’da Saruhanoğulları zamanında aynı amaçla (14.Yüzyıl) bir “körhane” yaptırılmıştı. Osmanlı’da hafızlık, musikişinaslık ve mevlithanlık, eğitilen körlerin en temel geçim kaynaklarındandı. (Bu gelenek, Kani Karaca ve Mustafa Başkan gibi usta seslerle çağımıza dek ulaşmıştır.)
Yavuz Sultan Selim, Şam’ı fethettiğinde yapılan nüfus sayımında engelliler ayrı bir grup olarak sayılmış; ‘körler, topallar, akıl hastaları ve hareket özürlüler’ olarak dört sınıfa ayrılmışlardı. Elbette Osmanlı’daki bu sayımlar, dört asır sonrasının Nazi dönemindeki gibi onları toplumdan dışlama ve sınırlama amacı taşımıyordu. Tam tersine, kayıt altına alma, engellilere vergi muafiyeti getirdiği gibi vakıfların sunduğu hizmetlerden yararlanma imkanı sağlıyordu. Aynı kişiler, sadaka ve zekat listesine de dahil edilir; hatta zor durumdakilere maaş bağlanırdı. Ayrıca imarethaneler görme engellilerin evine yemek gönderirdi.
“SESSİZ” DEVLET
Modernleşme süreci, pek çok konu gibi engelliliği de doğrudan etkilenmiştir. Trahoma hastalığı nedeniyle körlüğün yaygın olduğu Mısır’da 1874’te, bir “Âmâlar Mektebi” kurulur. Bunu 1889’da İstanbul’daki işitme engelliler okulu izler*. Daha sonra görme engelliler için bir sınıf eklenir. Ama “Sağır, Dilsiz ve Körler Mektebi”, fedakâr öğretmenlerin çabalarına karşın yönetim zaaflarından, yolsuzluk suçlamalarından ve imkansızlıklardan kurtulamaz. Üstelik bir ara, “Dilsiz Mektebi’nin ne faidesi vardır?” denerek okul bütçesi 7000’den 1700 kuruşa indirilir! Kısacası okul, devletin içinde bulunduğu mali sorunlar nedeniyle müstakil bir binaya kavuşamaz. Her yıl binadan binaya sürüklenen öğrenciler buna rağmen, Ramazan ayındaki Hırka-i Şerif alayında kendi işaret dilleriyle “Padişahım çok yaşa!” demeyi ihmal etmiyor, böylece onun ihsanlarına nail oluyorlardı. Ayrıca, Şirket-i Hayriye vapurlarında indirimli seyahat hakları vardı!
Okuldan mezun olanların bir kısmı, yüzyıllardan beri olduğu gibi Osmanlı devletinin merkezinde ‘sessiz’ kavaslar olarak görev almıştır. Bu görevlendirmedeki amaç, sarayda ve toplantılarda konuşulanların sır olarak kalmasıydı. (Söz konusu uygulama, TBMM’de bugün bile sürüyor.) Önceki devirlerde bu görevlilerden bazıları Topkapı Sarayı’nda hayli güçlenmiş ve yönetime etki etmeye başlamış; bazıları ortalamanın üzerinde gelir sahibi olmuştu. İşin ilginci işaret dili, sadece dilsizler tarafından değil, zamanla saraydaki diğer görevliler tarafından da kullanılmıştır. Başlı başına bir grup oluşturan ‘dilsizler’e, hem harem hizmetlerinde, hem de sultanın eğlencelerinde cüceler eşlik etmiştir.
ENGELLİLER VE ENGELLER
Çağımızdaki önemli ilerlemelere karşın engellilik sorunlarının geçmişte kaldığını söyleyemeyiz. Günümüzde, bir toplumun gelişmişlik ve çoğulculuk düzeyini ölçmek için bakılan unsurlardan biri de engelli hakları. Engelli bireyler dünya nüfusunun yaklaşık %10’unu oluştururken onlarla doğrudan bağlantılı olanların oranı %30’u geçiyor. Geri kalan %60 içinse, engellilerin ve yakınlarının yaşadığı güçlükleri hayal etmek hiç kolay değil. Atılan bazı olumlu adımlara rağmen ülkemizde kamuya açık mekanlardan sosyal güvenliğe kadar engellilerin ve yakınlarının o kadar çok sorunu var ki… Mesela Türkiye’de sonradan engelliliğe yol açan nedenlerin başında trafik ve iş kazaları geliyor. Oysa bunların büyük bölümü önlenebilir kazalar. Sadece bu açıdan bakınca bile, ülkemizdeki asıl meselenin ‘eğitsel ve yönetsel engeller’ olduğunu söylemek mümkün. Tabii bir de önyargılar ve duygusal engeller var ki… Onun için kendimizden başka eleştireceğimiz kimse yok.
*Bu konuda Nuran Yıldırım’ın, “İstanbul’da Sağır, Dilsiz ve Âmâların Eğitimi” başlıklı, 1997 tarihli makalesine; ayrıca Sezai Balcı’nın ve Fatih Demirel’in 2013 tarihli kitaplarına bakılabilir.
Paylaş