Naci Cem Öncel

Her şey meydanda değil mi?

17 Ocak 2016
Sultanahmet Meydanı’ndaki patlama, dünyanın hemen her yerinden duyuldu.

Acaba bu saldırı, tarihi meydandaki acı hatıralardan biri olarak mı kalacak, yoksa yanlış giden şeyleri düzeltmek adına ders aldığımız acı bir tecrübe mi olacak?

 

GÜZELLİKLER MEYDANI

 

Sultanahmet Meydanı olarak bildiğimiz Hipodrom, İstanbul’a Roma’nın mirasıdır. Hipodrom imparatorluğun görkemini, zaferlerini yansıtırken şehrin eğlence ve buluşma merkeziydi. Zarif sütunlu duvarlar, değerli heykeller ve havuzlarla süslü bu yapının tribünleri 40.000 kişiyi alacak büyüklükteydi. At arabası yarışlarının yanı sıra, tören alayları ve eğlenceler eksik olmazdı. Hipodrom’daki gösterilerde dansözlük yapan Theodora, Justinianus’un kalbini fethederek imparatoriçe olmuş; sahneden saray locasına terfi etmişti.

Hristiyanlığı ‘kurtarmak’ için gelen Latinler, yani Avrupalılar, 1204’te mekanı yağmalayıp, pek çok heykeli erittiler. Yani Osmanlılar şehri fethettiğinde zaten büyük ölçüde harap haldeydi. O zamanlardan geriye yarışların yapıldığı meydanda, dikilitaş ve iki büyük sütun kaldı. 

Osmanlı döneminde “Atmeydanı” adını alan mekan, kaybettiği ihtişama rağmen bayram kutlamalarına, şenliklere; sultan kızlarının düğünlerine, şehzadelerin sünnet törenlerine ev sahipliği yapmıştır. At talimlerinin yanı sıra, cirit oyunları burada düzenlenirdi.  Evliya Çelebi’ye göre “İstanbul içre temaşagâh olan” bir meydandı. Osmanlı medeniyetinin en nadide örneklerinden olan Sultan Ahmed Camii ve külliyesinin yapılması ise, meydana apayrı bir ihtişam kattı.

Yazının Devamını Oku

Okulda zorbalığa kim dur diyecek?

9 Ocak 2016
“Sınıfta aşağılanmaya, alaya hayır / Öğretmenler, rahat bıraksanıza çocukları / Hey Hoca! Çocukları rahat bıraksana!”

Pink Floyd 1979 yılında, tüm dünyada ses getiren şarkısı “Another Brick in the Wall” ile öğretmenlere böyle sesleniyordu. Roger Waters, şarkıyı yazarken ne eğitime, ne de öğretmenlere karşı çıkmayı düşünmediğini; amacının “zihinleri karartan kötü öğretmenleri kınamak” olduğunu belirtmişti. Elbette onun bu sarsıcı şarkıyı yazması tesadüf değildi. O tarihte bile Britanya’da öğretmenler, öğrencileri sopa veya bir tür kırbaçla cezalandırabiliyordu. Üstelik bu gizli saklı, yasak bir davranış değildi ve eğitimin parçasıydı. Pink Floyd’un liste başı olduğu yıllarda başlatılan çabalar sonuç verdi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1982’de bu tür cezaları yasakladı. Karar, İngiltere’de devlet okullarında 1987’de uygulamaya geçerken özel okullarda ancak 1999’da kaldırıldı. Ve sonunda gerçekten de “öğretmenler rahat bıraktılar çocukları”. Bu fevkalade ‘çağdaş’ bir gelişmeydi ve her şey ‘kişilikli, özgür, yaratıcı’ bireyler yetiştirme yolunda iyiye gidiyordu. Ta ki öğretmenlerden boşalan baskı alanı, okuldaki ‘zorba’ çocuklara geçinceye kadar!

 

1885’TEN 21.YÜZYIL’A

 

Elbette ‘zorba’ öğrencilerin diğer öğrencilere eziyeti 1980’lerde başlamadı. Şiddet ve taciz, okul ve eğitim tarihi kadar eski olsa gerek. Dalga geçme, alay etme, küçümseme-aşağılama, hakaret, dışlama, şiddet, sözlü veya fiziki taciz… Bu tür davranışlarla öğrencilerin birbiri üstünde baskı kurmasının çok vahim sonuçları olabiliyor. İngiltere’de 1885 yılında Cambridge King’s College’da üst sınıfların küçüklere uyguladığı zorbalık (bullying), 12 yaşındaki bir öğrencinin ölümüne yol açmıştı. Zaman makinesini ileri sardığımızda, akran zorbalığının 1990’lardan sonra hızla yükselişe geçtiğini görüyoruz. Son 10 yılda özellikle ABD’de ‘bullying’ sonucu, 13-17 yaşlarında intihar vak’aları (bullycide) görülüyor. Tabii hayattaki mağdurların duygusal ve fiziki acılarını unutmamak gerek. Türkiye’de buna cinayet ve yaralamayla sonuçlanan okul içi şiddet olaylarını da katabiliriz. Üstelik artık taciz sadece okul binalarıyla sınırlı değil: Bir de siber-zorbalık (cyber-bullying), yani sosyal medyadaki baskılar var!

 

ÖZEL OKULLARIN AÇMAZI

 

Yazının Devamını Oku

Mezhep çatışması mı, rejim savaşı mı?

8 Ocak 2016
Haberleri okuyunca Suudi Arabistan ve İran’ın mezhep ayrılığı nedeniyle çatışma noktasına geldiğini düşünebiliriz. Ki bu da tümüyle yanlış sayılmaz. Ama mesele bundan “bir parça” daha karmaşık!

MEZHEP FİKRİ VE KILICIN GÜCÜ

 

Suudi devletinin kurucu ‘kılıç gücü’, ideolojik olarak Vehhabiliğe dayanır. Vehhabilik, 18’inci yüzyılda, Arabistan’ın merkezindeki çöl bölgesinde ortaya çıkan, katı kuralcı bir din yorumu. Pek çok kişiye göre başlı başına bir mezhep.

 

O yıllarda Vehhabilerin belirlediği çerçeveye uymayanlar, yani geleneksel Sünnîler (dönemin Mekke-Medine yöneticileri ve halkı), Şiîler vd. birbiri ardına “kafir” ilan edildiler. Özellikle Şiîlerle olan husumet sözde kalmadı ve çok kanlı sonuçları oldu. Vehhabiliğin kılıçlı bayraktarı Suudi ailesi, 1926’da ülkede hakimiyeti tam anlamıyla ele geçirdi ve 1932’de krallık ilan edildi.

 

KRALLARIN REJİMİ

 

Yazının Devamını Oku

Hitler mi, Weimar mı?

3 Ocak 2016
Anayasa ve sistem tartışmalarıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın Hitler dönemi hakkındaki yorumları, yakın Avrupa tarihinin en kritik konularından birini yeniden gündeme getirdi.

İster parlamento hükümeti, ister başkanlık sistemi… Birinin diğerinden daha işlevsel veya daha üstün olduğunu kanıtlamak hayli güçtür, çünkü iddialar çoğunlukla geçmişteki ya da farklı coğrafyadaki uygulamalara dayandırılır. Halbuki başka bir ülke veya dönemde işleyen bir sistemin her durumda en iyi seçenek olduğunun garantisi yoktur. Örneğin Türkiye’de hemen herkes ‘özgürlükçü bir anayasa’ beklentisi içinde. Oysa yakın tarihin en özgürlükçü anayasalarından biri Almanya’nın 1919 Weimar Anayasası idi. (Weimar, meclisin o tarihte toplandığı ve yeni rejimin ilan edildiği yerin adıdır.)

 

 

 ÖZGÜRLÜĞÜN SINIRI NERESİ?

 

Weimar Anayasası’nı hazırlayanların temel felsefesi, toplumdaki tüm seslerin aldıkları oy oranında mecliste temsil edilmesiydi. Böylece geçmiş dönemin otoriter karar alma eğilimleri ve güçlü grupların genele tahakkümü önlenecekti. Diğer bir deyişle Weimar cumhuriyet rejimi, ‘küçükleri’ koruyan, demokratik, liberal bir anlayışa sahipti. Ne var ki ‘çoğulculuk ve çokluk’ arasındaki denge sağlanamayınca Almanya kısa ömürlü, zayıf koalisyon hükümetleri kapanına kısıldı. Siyasi istikrarsızlığa ekonomiyi çökerten 1929 Büyük Buhranı eklenince seçmenler, radikal Nazi’lere ve Komünist Parti’ye yöneldi. (Ayrıntılı bilgi için “Hitler ve Çipras’ın Ortak Noktası” başlıklı, 22.11.2015 tarihli yazıma bakabilirsiniz.) 1933’te iktidara gelen Hitler ve Naziler, kısa sürede liberal sisteme son vererek totaliter bir rejim kurdular.


Yazının Devamını Oku

Star Wars ve Karanlık Taraf

19 Aralık 2015
Gelin, koltuklarımıza kurulalım ve günümüzden 4000 yıl sonrasına gittiğimizi hayal edelim. 

HEYECAN VERİCİ BİR BULUŞ

 

Günümüzden 4000 yıl sonra… Anlı şanlı medeniyetimiz bildiğimiz haliyle çoktan yeryüzünden silinmiş. “Unutulmaması icap eden şeyler yitip gitmiş. Tarih efsaneleşmiş, efsaneler masal olmuş”… Bir arkeoloji ekibi kazılarında antik bir depo buluyor. İçi kitaplar ve tabletlerle dolu. Duvarlarda resimler, etrafta heykeller, kıyafetler, süs eşyaları, gündelik eşyalar... Ayrıca raflarda küçük boyda figürler var. Hepsinin altında isimleri yazıyor. Ekipteki dil bilimci heyecanla bağırıyor: “Durun! Yazıtlardaki isimleri çözdüm: Star Wars, yani yıldız savaşları! Lu-uk Sıkayvoll-kırrr… O-bi van ke-noo-bii… Prenses Leiiiya…” 

 


BİLİMSEL TARTIŞMALAR


Yazının Devamını Oku

Irak’ta nereden nereye?

12 Aralık 2015
Arabistan’dan yola çıkan Vehhabîler 1801’de Irak’ta, Kerbela’ya düzenledikleri baskında binlerce kişiyi öldürmüş; türbeleri tahrip etmiş; hatta Hz.Hüseyin’in kabrindeki sandukayı yakmışlardı.

Bu olay Şiî halkla, Sünnî yöneticiler arasındaki geleneksel ilişkilerin hızla bozulmasına yol açacaktı. Osmanlı hem Vehhabîlerle boğuşmak, hem de bölgede güveni yeniden tesis etmek zorundaydı. Üstelik Irak, komşu ülke İran’ın da rekabet sahasıydı. 18.Yüzyıl’da İran’dan bölgeye göçler yaşanmıştı.

Bu rekabetin yanı sıra Güney Irak’ın Şiî liderleri de, Kerbela başta olmak üzere egemenlik sahası kurma peşindeydiler. Şiî ulema, Osmanlı idarecilerinden bağımsız hareket edebilmek uğruna 1824-1843 yılları arasında ‘mafya’ çetelerinin faaliyetlerine katlanmak durumunda kalmıştır. Bu isyancı güçler ancak
Osmanlı kuvvetlerinin bölgeye sevk edilmesiyle bastırılabilecekti. O yıllarda Bâb-ı Âli, Musul’dan Basra’ya kadar tüm Irak’ı Osmanlı merkezi yönetimine katmaya çalışıyordu. (Aynı çaba Suriye için de geçerlidir.)

 

ŞİÎLEŞME VE İRAN ETKİSİ

 

Günümüzdekine benzer bir şekilde 19.Yüzyıl’da da Güney’de Şiî, Batı’da Sünnî, Kuzey’de ise Kürt nüfus yoğunluktaydı. Çoğunluk göçebe ve yarı-göçebe bir yaşam sürüyordu. II.Abdülhamid döneminde Irak’ta modernleşme yolunda önemli adımlar atılmıştır. Bir yandan yerleşik düzene geçiş ve şehirleşme artarken bir yandan da Şiîleşme yaşanıyordu. Kayıtlar Şiî nüfusun 19.Yüzyıl’da (özellikle son çeyreğinde) hızlı bir artışa geçtiğini gösteriyor. Bunda Güney’den gelen Vehhabî baskısının da etkisi vardı. Bu değişim uzun vadede, çoğunluğun Şiîler’de olmasına yol açacaktır. Elbette bu şartlar altında İran, Şiîlik propagandasıyla Irak’ta etkisini arttırmaya çalışırken, Osmanlılar karşı propagandayla Şiî tebaasının bağlığını korumaya çabalıyordu. İran’dan duyulan endişe nedeniyle, Osmanlı topraklarına yabancı ülkelerde basılmış Kur’an sokulması bile yasaklanmalıydı. Çünkü Rusya, Mısır ve İran’da basılan Kur’an’ların tahrif edilerek Osmanlı aleyhtarı bir malzemeye dönüştürülmesinden çekiniliyordu.

Yazının Devamını Oku

Arap gözünden Türkler ve Ruslar

5 Aralık 2015
Türklerle müttefik olmak için para gönderen Araplar…

Son derece misafirperver olup, zina edenleri parçalara ayıran Türkler… Bir arkadaşları öldüğünde içindekilerle birlikte gemileri yakan Ruslar… İbn Fadlan, 922 yılından bildiriyor.

 

İslam’ı seçen ilk Türk dilli halklardan biri İdil Bulgarları’dır. Günümüz Rusya Federasyonu’nda Tataristan Özerk Devleti’ne denk düşen bölgede yaşamış bu halkın hükümdarı İlteber Almış Han, Bağdat’taki halifeye bir mektup göndermişti. Kendilerini sıkıştıran Yahudi Hazarlar’a (ki bir başka Türki kavimdir) karşı halifeden destek talep etmişlerdi. Bir kale ve cami yapımı için maddi yardımın yanı sıra, halka İslam’ı öğretecek kişilerin gönderilmesini istiyorlardı. Halifenin gönderdiği heyette 4000 altınla birlikte İbn Fadlan adlı bir alim de bulunuyordu. (İbn Fadlan etnik olarak Arap değildi ama Arap-İslam kültürüyle yetişmişti.) Abbasi halifesini temsilen 921 yılında Türklerin diyarına doğru uzun bir yolculuğa çıkmış; gördüklerini seyahatnamesinde anlatmıştır. Gelin, önemli bölümü henüz Müslüman olmamış Türkleri ve Hristiyanlaşmamış Rusları İbn Fadlan’dan (Ramazan Şeşen’in çevirisiyle*) dinleyelim.   

 

ŞU DA TÜRK’ÜN BİR GELENEĞİDİR…


“Türkün yurdundan bilmediği bir insan geçse, ona ‘Ben senin misafirinim. Develerinden, hayvanlarından, malından şu kadar ihtiyacım var’ dese Türk ona istediğini verir. Tüccar bu yolculuğu sırasında ölür, kafile dönerse Türk kafileye gelir. ‘Misafirim nerede’ diye sorar. ‘Öldü’ derlerse kafileyi indirir. Kafilenin reisi olan tüccara gelir, mallarını gözünün önünde açar, ölen tüccara verdiği mal kadarını alır, bir habbe fazla almaz. Aynı şekilde develerinden, hayvanlarından verdiği kadarını alır.”

 

Yazının Devamını Oku

Bizans tarihinden bize ne?

29 Kasım 2015
Türkiye’de, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi dışında kalan konular pek ilgi çekmez.

Hatta bırakın başka ülkeleri, yaşadığımız toprağın parçası olan Bizans veya antik Anadolu medeniyetleri bile pek umursanmaz. Bu konulara ilgi alt seviyede kalırken arkeolojik çalışmalar bile büyük ölçüde yabancı ülkelerin desteğiyle yürütülmüştür. İşte bu nedenle Türkiye’de ilk kez bir devlet üniversitesi bünyesinde açılan, Boğaziçi Üniversitesi Bizans Çalışmaları Araştırma Merkezi’nin önemi çok büyük.

 

BİZANS, HANGİ TARİHİN PARÇASI?

Pek çok kişi için bizi ilgilendiren geçmiş, “Türklerin tarihi”dir. Oysa Göktürk, Avar, Peçenek, Kuman / Kıpçak… tarihini öğrenmek istiyorsanız Bizans kaynaklarından yararlanmanız gerekir. Veya o kadar geriye gitmeyelim. Selçuklu ve Osmanlı hakkında pek çok temel bilgiye ve değerli ayrıntıya yine Bizans kaynaklarından ulaşıyoruz. Eğer ilgilendiğiniz İslam tarihi ise, Mute, Ecnadeyn veya Yermük’te neler olduğunu öğrenmek için bir de Bizans kaynaklarını incelemelisiniz. Ebu Eyyub el-Ensari’nin, veya bilinen adıyla Eyüp Sultan’ın neden İstanbul’a geldiğini anlamak için; Anadolu’nun hangi Arap-İslam akınlarıyla Müslümanlaşmaya başladığını bilmek için Bizans tarihini de okumalısınız. Osmanlı müziğini, mutfağını, mimarisini, süsleme sanatlarını tanımak istiyorsanız Bizans kültürünü de tanımalısınız. Ayasofya’yı bilmeden Süleymaniye’yi Selimiye’yi analiz edebilir misiniz? Hadi hepsini geçelim… Anadolu’nun pek çok yerinde yaşadığınız şehrin adının nereden geldiğini öğrenmek bile sizi Bizans kültürüne yaklaştıracaktır. Tabii, İstanbul tarihini de apayrı bir yere koyarak…

 

ZORLU BİR SÜREÇ SONUNDA

Yazının Devamını Oku