Sivil toplum örgütleri demokrasiye sahip çıktı…
Medya demokrasiye sahip çıktı. Baskın yeme pahasına…
TBMM ve siyasi partiler demokrasiye sahip çıktı. Bombalanma pahasına…
Cumhurbaşkanlığı - hükümet, devlete ve demokrasiye sahip çıktı.
Polis ve ordu, ve dahi yargı, üniformalı-üniformasız darbecilere karşı, devlete, ülkeye, parlamenter rejime sahip çıktı. Canları pahasına…
Kısacası her yerde ‘ortak akıl’ devreye girdi ve
“hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün hakkı verildi.
Avrupa'nın ortasında 1995 yılında yaşanan tarihin en büyük soykırımlarından birinde yaşamını yitiren 8 bini aşkın Boşnak 21. yıldönümünde Buca'da düzenlenen törenle anıldı. Buca Adatepe Mahallesi'nde bulunan Srebrenitsa Anıtı'nda düzenlenen törene CHP İzmir Milletvekilleri Musa Çam, Tacettin Bayır, CHP Buca İlçe Başkanı Çağdaş Kaya, Bosna Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Abdullah Gül, İzmirli Boşnaklar Derneği Başkanı Hamza Yavuz ve çok sayıda davetli katıldı. Soykırıma tanık olup çocuklarını, eşlerini kaybetmiş 3 Srebrenitsa'lı anne de katliamın 21. yıldönümü anma töreninde Buca'daydı. 21 yıl önce yaşanan ve 8 bin 372 kişinin katledildiği soykırımın acı dolu sahnelerinin tüm gerçekliğiyle gözler önüne serildiği dekor anneleri gözyaşlarına boğdu.
Soykırımda iki oğlu, kocası ve ailesinden 38 kişiyi kaybeden Ramiza Gurdic, kendilerini yıllar öncesine götüren anlamlı sahneler karşısında, dinmeyen acısını boğazına düğümlenen şu cümlelerle aktarabildi:
"Bugün buradaki görüntüler beni 20 yıl öncesine götürdü. Orda iki oğlumu ve kocamı gömdüm. Ve şu an da 20 sene önceki gibi mezarları arıyormuş havasındayım. Biz anneler yarınlar için güçlü ve sabırlı olmak zorundayız. Sadece 6 yaşında kızım kaldı onunla hayata tutunmak zorunda kaldım. Ailemden 38 kişiyi kaybettim. Ve ben oğlum Mustafa'nın vücudunun bir kısmını bulabildim. Onu bir bütün olarak doğurdum ama bir bütün olarak gömemedim. Bugün burada çok duyguluyum. Zalimler, soykırımı gerçekleştirenler utansın. Bizler dim dik duralım. Soykırımda kaybolanlar 12 bin kişi. Ama kayıtlı olarak 8 binlerden bahsediyorlar. Bizlere sesimizi duyurmak için yardımcı olun"
Soykırıma şahit olan diğer bir acılı annesi ise Enisa Podzic'ti. O da yaşanan katliamda eşini ve kardeşini kurban vermiş gözünde yaş dinmeyen bir anne. Düzenlenen anlamlı törende yıllar öncesine dönen Enisa anne, "Kendi yakınlarımızın cenazesini bulduğumuzda biraz olsun sevinçli oluyoruz. Cenazelerimizi bir bütün olarak bulduğumuzda acılarımız biraz olsun hafifliyor. Güçlü olmak zorundayım. Aileni kaybetmek kolay değil. Her sene 11 Temmuz'da onların mezarına gidiyordum. Bu sene de Buca Belediyesi'nin davetiyle buraya geldimö sözleriyle acı yüklü duygularını paylaştı.
II.Viyana Kuşatması, daha doğrusu Viyana Bozgunu üzerinden beş yıl geçmişti. Günümüz Macaristan-Romanya sınır bölgesindeki Lipova’da yaşayan Osmanlılar, endişe içindeydi. Özellikle de kadınlar, çocuklar ve yaşlılar için… Çünkü şehir, Alman askerleriyle, Sırp ve Macar milisleriyle kuşatılmıştı ve düşmek üzereydi. Osman Ağa, şehri savunmaya çalışan genç süvarilerden birisiydi. Şöyle anlatıyordu Haziran 1688’de yaşanan o günü: “Şehrin yetkilileri kadınları, çocukları, diğer akraba ve yakınları gözetmek amacıyla, teslim bayrağı çekilerek ateşkes istenmesini oybirliğiyle kararlaştırdılar… Silahsız kadın ve erkeklerin kaleden dizi dizi çıkışlarını bulunduğum kuleden seyre koyuldum.”* İşte, Osman Ağa’nın tanık olduğu bu göç, aralıklarla 300 yıl boyunca sürecek; savaştan kaçanların sığınağı önce Balkanlar, sonra Anadolu olacaktır.
BÜYÜK SIĞINAK
13.Yüzyıl’da Moğol istilasından kaçanlar… 15.Yüzyıl’da İspanya’dan gönderilen Müslümanlar ve Yahudiler… 18.Yüzyıl’da Rus işgali nedeniyle Kırım’ı terk etmek zorunda kalanlar… Tarih boyunca sığınacak yurt arayanlar, pek çok defa coğrafyamıza vardılar. Müslüman halkların, Doğu Avrupa, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’dan kitlesel göçleri, 19.Yüzyıl’ın ikinci yarısında doruğa çıktı. Bu dönemde Osmanlı toprakları, 2 milyon civarında sığınmacının yeni vatanı oldu. (Bu çok yüksek bir rakamdır. Örneğin 1850-60 arasında ABD’ye göçenlerin toplamı 1,7 milyondu.) 20.Yüzyıl’da Balkan Harbi ve Dünya Savaşı ile kaybedilen topraklardan milyonlarca kişi göç etmek durumunda kaldı. Tahminlere göre, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, -kabaca- her 3 vatandaştan birisinin kökleri, ülke sınırı dışında kalan topraklara dayanıyordu.
GÖÇMENLİKTEN YERLEŞİKLİĞE
İngiltere, Avrupa Birliği’nden ayrılmaya karar verdi. ‘İngiltere’ demişken… Bu isimde bir devlet yok tabii. İngiltere, İskoçya ve Galler ile birlikte ‘Britanya’ adasının üç bölgesinden biri. Britanya’ya Kuzey İrlanda’yı eklediğinizde devletin resmi adına ulaşıyorsunuz: Birleşik Krallık. Yani doğru ifadeyle, geçtiğimiz hafta Birleşik Krallık’ta yapılan oylamada… İngiltere ve Galler’de çoğunluk AB’den ayrılmayı tercih ederken, İskoçya ve Kuzey İrlanda, AB’den yana oy kullandı. Bu sonuçlar şaşırtıcı görünse de tarihe bakınca gayet doğal sayılmalı.
AVRUPA’NIN HEP AYRI PARÇASI
Modern zamanları ve Avrupa Birliği’ni bir kenara koyarsak… Aslında Britanya ve kıta Avrupa’sı, sadece Roma İmparatorluğu devrinde (43 - 410) idari bir bütün oluşturmuştur. Ama o dönemde bile İskoçya ve İrlanda, İngiltere ve Galler’den (Britannia) ayrıydı. Hatta Romalılar İskoçya sınırına kilometrelerce uzunluktaki Hadrian ve Antonin Duvarları’nı inşa etmişlerdi.
Roma’nın çöküşü sonrasında kıta Avrupa’sından gelen Anglo-Saksonlar, Vikingler ve Normanlar, İngiltere’ye yerleştiler. Tüm bu istilalara karşın Britanya hem doğal sınırlarıyla, hem de tarihi olarak Avrupa’nın ayrık parçasıydı. Örneğin İngiltere kilisesinin Papalıkla bağlarını koparması bu güvenle mümkün olmuştu (1530). İspanyollar, 50 yıl kadar sonra İngilizlere esaslı bir ders vermek için denize açıldılarsa da hiçbir şey elde edemediler. Sonraki 400 yıl boyunca ne Fransızların, ne de Almanların gücü Britanya’yı fethetmeye yetmeyecektir.
ÇOK YAŞA!
Hesaplamalara göre taş devirlerinden ihtişamlı Roma’ya, hatta yakın çağlara kadar atalarımızın “beklenen yaşam süresi”, 30 yaş civarındaydı. 20.Yüzyıl başında, en gelişmiş ülkelerde dahi bu ortalama 40 yaşın biraz üzerindeydi. Geçmişte bebek-çocuk ölüm oranı o denli yüksekti ki, bir çocuk 10 yaşını geçerse 40’lı yaşlarını görmesi olasılığı birden artıyordu. (Türklerde çocuklara geç isim verme geleneği nedensiz değildi yani).
O zamandan günümüze, insanlık olarak bebek-çocuk ölümlerinin azaltılmasında büyük yol kat ettik. Beklenen yaşam süresi 80’li yaşlara ulaştı. Yani yaşam beklentimiz neredeyse üçe katlandı. Ne var ki, çağımızın hastalıkları etrafında yoğunlaşan korkularımız, atalarımıza göre kat kat uzun ve çok daha iyi koşullarda yaşadığımız gerçeğini bize unutturuyor. Kime sorsanız sağlığından yana şikayetçi…
“BİR NEFES SIHHAT GİBİ”
‘Ramazan ayı, tüm İslam dünyasında sevinçle karşılandı’… İçinde ‘İslam dünyası’ veya ‘alemi’ geçen bu gibi klasik cümleleri her Ramazan’da ve dini bayramlarda duyarız. Bu tür haberlerde bize gayet doğal görünen ‘İslam alemi’ tanımı, aslında hayli sorunludur. Peki ama tam olarak nasıl bir şeydir bu İslam dünyası? Nereden başlar, hangi diyarda biter? Gelin bu sorunun cevabını, öncelikle Kur’an’da arayalım.
KUR’AN’A GÖRE
Kur’an’ın ‘açılış’ sûresi Fatiha’da, “alemlerin rabbi olan Allah” ifadesi yer alır. Buna göre Allah, yalnızca Müslümanların rabbi değildir. Yani, sadece tek bir yaratıcıya inananların; sadece insanların; dünyadakilerin; hatta sadece bu evrendekilerin değil, tüm alemlerin rabbidir. Kelime olarak ‘barış’ ve ‘teslimiyet’ kökünden gelen İslam, Kur’an’a göre Allah katında ‘din’ demektir (Al-i İmran, 19). Hz.Adem’den Hz.Peygamber’e uzanan süreçte tekamül etmiş (olgunlaşmış, gelişmiş) ve tamamlanmıştır: “Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim” (Maide, 3). Dolayısıyla aslında “İslam alemi” diye ayrı bir alem yoktur: Tüm alemler birdir, bütündür ve hepsi bir Allah’ın iradesine tabidir.
MÜMİN’DEN MÜSLÜMAN’A
NEDEN ŞİMDİ?
Neden bir parlamento, kendi toprakları olmayan bir ülkede yaşananları 101 yıl sonra oylama konusu yapar? Elbette her şeyden önce, güncel iç ve dış siyaset nedeniyle. Geçtiğimiz hafta Alman parlamentosunun Ermeni soykırım iddialarına verdiği destek öyle “iç barış, uyum, yüzleşme” veya “acıların paylaşılması” gibi ifadelerle açıklanamaz. Hele de tarihin her dönemi, insanlığa acı veren olaylarla doluyken… Dolayısıyla meselenin bu yönünü kaçırıp 1915’te olup bitenleri tartışmaya dalmanın lüzumu yok.
Tüm gelişmişliğine ve refahına rağmen Avrupa’nın bir sürü sorunu var: Küresel ekonominin daralması, para birliğinin tehlikeye girmesi, bilgi-teknoloji yoğun sektörlerin yükselişi, eğitimli işsizliğinin tavan yapması, vs. Buna Ukrayna ve Ortadoğu’daki başarısızlıkları, terörün şehirlere ulaşmasını ve tabii Arap-Kürt sığınmacılar meselesini de katın. Adım adım yükselen aşırı milliyetçi (ve İslam karşıtı) partiler için tüm sorunların nedeni zaten yabancılar! Dolayısıyla son dönemde merkez siyasete yakın Avrupalıların zihni, göçmenler ve yabancılarla hayli meşgul. Peki Avrupalı için “yabancı” denince akla ilk kim gelir?
TÜRK SİMİDİ
SINIRDAKİ ŞEHİR
Kimi rivayetlere göre Nemrud tarafından kurulan Nusaybin, çok eski zamanlardan beri egemenlik bölgeleri arasında sınır oluşturan bir beldeydi. Bu nedenle sık sık çatışmalara sahne oldu (örneğin Asur-Babil) ve pek çok kez el değiştirdi. Nusaybin, İpek Yolu üzerindeki konumuyla, Mezopotamya’dan Anadolu’ya giden ticaret yolları doğal engelle karşılaşmadan buraya ulaştığı için her zaman önemini korudu. Farklı etnik ve dini topluluklara ev sahipliği yaptı. Bir dönem önemli bir Yahudi yerleşimiydi. 4.Yüzyıl’da ise Nusaybinli Aziz Yakub’un manevi önderliğinde, Hristiyanlar öne çıkıyordu. İki topluluk arasındaki mücadele din okullarının açılmasını beraberinde getirdi. Şehir ayrıca Süryaniliğin ve Nasturi Hristiyanlığının bölgedeki merkezlerindendi. Müslümanlık tarihinde önemli bir kişilik olan Selman-ı Farısi’nin, Hz.Peygamber’in gelişine dair haberleri Nusaybinli bir Hristiyan bilginden alarak Arabistan’a doğru yola koyulduğu rivayet edilir.
OKULLAR VE TERCÜMELER
Sasaniler (İran) ve Bizans arasındaki yıkıcı mücadele bölgeyi alt üst etmişken Nusaybin, 639 (veya 640) yılında Müslümanlarca fethedildi. Aynı yüzyılda kendini Müslümanların mezhep mücadeleleri arasında, yani Haricî-Emevî-Şiî (Haşebiyye) mücadelesinin ortasında buldu. Kısa süreli Bizans saldırıları ve Moğol istilası dışında daima Müslüman emirlikler ve devletlerce yönetildi.