Bakın şöyle diyelim mesela: ‘Aşkın İzdeşleri Derneği’ CEO’suyla röportaj ya da ‘Allah Yolcuları Birliği’ yöneticileriyle yol, yordam üzerine… ‘İnsanın Aslı ve Aynası Araştırmaları Cemiyeti’ genel müdürü… ‘Manevi Yaşam Teknolojileri Enstitüsü’ bölüm başkanı… ‘Hakikat Üniversitesi’ profesörü… Neyse, şekle takılmayın; “Dervişlik olsaydı takke ile hırka, alırdık pazardan otuz beşe kırka.” Saraybosna ziyaretinin içimdeki yankıları devam etmekte. Bu yazıda fakire etki eden iki şeyh efendi ile sohbetlerimizden satırlar paylaşmak istiyorum sizlerle. Uzatmadan tarikat ve dervişlik üzerine gönül eğitimi veren sufi ustalarına sözü bırakalım
Kadiri Şeyhi Sead Efendi’den
*Bu yolun piri Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri 11.yy’de yaşamış büyük İslam âlimi ve tasavvuf ustalarındandır.
*Osmanlı Sultanı 4.Murat bu zatın muhibi (sempatizan) idi. Bağdat’ta Geylani Hazretleri’nin türbesini ziyaret ettikten sonra aldığı manevi feyz üzere yanında bulunan Osmanlı donanması amirali ‘Silahtar Mustafa Paşa’ya Bosna’da sufi tekkeleri açılması için ferman verdi. Kadiri tekkesinin imarı, Mustafa Paşa’nın babası Hacı Sinan Ağa eliyle olmuştur.
*Bosna’da neredeyse tüm tekkeler 4.Murad’ın kurdurttuğu vakfa bağlıdır.
*1952’de kapatılan tekkelerin bir kısmı 1969’da faaliyetleri kısıtlanmış şekilde açılmaya başladı. ‘Assosiation of Dervish Orders’ SİDRA ilk toplantısını 1971’de yaptı. Bosna tekkelerinin özgürce faaliyetlerini yapabilmeleriyle ilgili yasal açılışın tarihi 30 Mart 1989’dur.
* Hakikati yasaklayamazsın.
Bir yere gittim mi ilk önce oranın ulularını ziyaret etmeyi severim. Ziyaret edeceğimiz zat ‘Üryan Baba’, Anadolu’dan Bosna’ya gelen ilk dervişlerden. 500 yıl kadar önce manevi görevle geldiği bu civarda öyle örnek bir hayat yaşamış ki, “bu ne haldir” diye merak etmiş ahali. “Müslümanım, Peygamberim Hz. Muhammed’in (sav) sünnetine uygun bir hayat yaşamaya gayret ediyorum” dermiş Baba. Halk da “Bu ne güzel ahlak, ne güzel bir din” diye düşünmüş olacak ki hızla İslam sempatisi yayılmış çevrede. Üryan Baba gibi başka dervişlerin de gelmesi ve aynı güzel ahlakı sergilemelerinden dolayı Fatih Sultan Mehmet ordularıyla Sarayova’ya yürüyünce halkın büyük bölümü Müslüman orduları geldi diye sevinmiş adeta. Mihmandarım derviş Ali kardeşime Üryan Baba’nın adının anlamını açıklıyorum ve Zat-ı Muhteremi çıplak ziyaret etmemiz gerektiğini söylüyorum. Bu dervişler biraz saf olur; inanıyor, ‘Eyv’Allah’ diyor mecburen. Kıyamıyorum; “Nefsimizden soyunuk olacağız inş’Allah Alicim, o manada” :)
Ali’nin arabasıyla Saraybosna’nın sırtlarına tırmanıyoruz. Geçtiğimiz sokaklar Sırp milislerine karşı kurulan en ön savunma hattında savaşın en şiddetli yaşandığı yerlerden. Pek çok binada görülen kurşun izleri öte âleme açılan delikler gibi adeta. İçimi kaplayan hüzün eski küçük bahçeli evlerin olduğu sokağa gelince dağılıyor. İşte yeşilliğin içinde mütevazı heybetiyle ‘Üryan Baba’ türbesi. Niyaz etmek, destur almak için türbeye yürüyoruz. Sabahın sisi dağılıyor ve şehrin perdesi aralanıyor sanki. Önümüzde açılan panoramik Saraybosna manzarasını zevk ediyoruz birlikte…
Şehir merkezine inmeden şehitliği ziyaret ediyoruz, ruhlarına el Fatiha… Ali’nin amcası da orada yatanlardan. Günü inşaatı bitmek üzere olan yeni Mevlevihane’yi ziyaretle kapıyoruz. Hâkim bir tepenin üzerindeki Mevlevihane’nin orijinali 400 yıllık, Saraybosna’da kurulan ilk sufi dergâhı. Yenilenme projesi ‘Selçuk Belediyesi’nin katkılarıyla gerçekleşiyor. Umarım binasının imarının yanında burada Mevlevi kültürünü de aslına uygun bir şekilde yaşatmak nasip olsun…
KADİRİ DERGÂHI
SARAYBOSNA TEKKELERİNDE ZİKRİN AHENGİ / WEB TV
SAVAŞIN VE HÜZNÜN SİMGESİ SARAYBOSNA / WEB TV
Her perşembe akşamı Kadiri dergâhında, cumaları Nakşibendi dergâhında, cumartesileri de Rifai dergâhında toplantı ve zikir oluyor. İlk ziyaretimiz Kadiri dergâhına. Burası da 350 yıllık bir dergâh, avlusu, camii, mezarlığı, haremlik ve selamlık toplantı odaları, misafirhanesi, mutfağı ile mükellef bir yapı. Sade, temiz ve güzel. Tabii dervişler için daha da önemli olan gönüllerinin güzelliği, hoşluğu. Bu güzelliği edinmenin yöntemi ise tarikat ehli için ‘Nefsi terbiye, kalbi tasfiye’. ‘Zikir’, yani Allah’ı anmak, hatırlamak kalp temizliği için yapılan başlıca ritüel. Bunun şekli ve usulü tarikatlar arasında farklılık gösterebiliyor. Dergâhı temsilen tahta giriş kapısının eşiğini öperek niyaz ediyor ve avludan geçip paşmağa varıyoruz. Paşmak, girişin yapıldığı, ayakkabıların, montların bırakıldığı karşılama odası. Şeyh Sead Efendi’nin dervişleri bizi kucaklayarak karşılıyorlar. Gelişimizden haberdarlar ve sevinçliler. Hemen akşam namazını eda etmeye hazırlanan dervişlere katılıyoruz ve akabinde dergâh camiinin orta yerine meydan kuruluyor. Şeyh Efendi mimberin önünde, karşısına yarım ay şeklinde dizilmiş postların üzerine diz çöküyoruz. Yapılan dualar ve getirilen salavatların ardından zikir başlıyor. Kelime-i tevhid, Allah, Hu ve Hay esmaları, şeyhin yönetiminde Kadiri usulünce zikrediliyor ve yerine göre hızlanarak bizi içine alıyor. Zikire çoğunlukla Türkçe ilahiler eşlik ediyor. Kadirilerin devran usulünce kol kola dönüyoruz. Bu ahengin içinde Yaradanla bir olmaya olan özlemimiz kardeşliğimizin ispatı… Ne kadar vakit geçti bilmiyorum ama zikir bittiğinde kalbimdeki insanlık emareleri fark edilir hale gelmiş, duyguluyum. Şükür ediyorum. Biz Allah’ı hatırlayınca, O da bizi hatırlamış oluyor.
Bir süredir evimden uzaktaydım, sanırım sizi de keyiflendirecek keşifler peşinde… Hemen bu hafta konuya girmek istiyordum, heyhat gribal enfeksiyon yakama öyle bir yapıştı ki kolum zor kalkıyor, yüksek ateşten kaynaklanan halüsinasyonlar cabası. Neyse yedekte bir yazım var. Nasipse haftaya insanlık tarihiyle ilgili tüm bildiklerimizi yeniden değerlendirmemizi gerektirecek bir konuya gireceğiz, Martin Mystere tadında. Bu seyahatler arasında Hıristiyan kardeşlerimizin ‘Paskalya yortusu’nu kutlama imkânı bulamadım; kutlu olsun!
Bir varmış, bir yokmuş…
“Tanrı’nın akıllı ve deli kulları çokmuş ama bizlerden delisi hiç yokmuş. O zamanlar bir şey için çok demesi iyi değilmiş. Azdan çoktan, kavga çıkarmış yoktan, bir giysi yaptırırlarmış çerden çöpten, ilikleri karpuz çekirdeğinden, düğmeleri yemişten. Deve tellalken, sinek berberken, at ekmekçi, pire dülgerken, anam eşikte babam beşikteyken, ben, anam ağlar anamı sallar, babam ağlar babamı sallarken, babam düşüvermesin mi beşikten. Ben atladım eşikten. Kaçtım tutulamadım, beni aldı bir yıldız, sakladı yücelere, indim aşağı bir sepetle. Baktım bir yabancı kapımızı çalıyor, vardım yanına, sordum, dedi bana: “Neredesin be adam?” “Ben adam mıyım, a dayı?” derken, adam çıkardı ağzındaki baklayı, atlattı bana taklayı. Dedim masal masal maniki, yıldız saydım on iki, on ikinin yarısı, komşunun on kovan arısı. Arılar vızladı gitti, yüreğim sızladı gitti, bu tekerleme de burada bitti.”
Evvel zaman içinde,
Günlerden bir gün ‘Masal’ yolda yürürken ‘Hakikat’e rast gelmiş.
‘Masal’ın üzerinde kat kat, renk renk süslü giysiler varmış. Binbir koku sürünmüş. Her tarafına türlü parlak mücevherler, tüyler, takılar takmış, takıştırmış, bu da yetmezmiş gibi giysilerinin uçlarından ziller, çıngıraklar sallanmaktaymış ki hali görülmeye değermiş. Her bir adım atışta şıngırtılı, cezbeli bir müzik eşlik ediyormuş yürüyüşüne adeta.
Buna karşın ‘Hakikat’in hali pek acıklı görünmekteymiş. Üstünde başında eskilikten rengi solmuş, yamalı giysiler, ipince ve bakımsız, yalnız başına yürüyormuş ‘Hakikat’.
Bundan 2500 yıl kadar önce, Himalayalar’ın eteklerindeki küçük ‘Kapilavastu’ krallığında bir prens olarak doğan Gotama Siddhartha, saray hayatını, ailesini, herşeyini, hakikati bulmak uğruna terk etmişti. Zorlu geçen yılların ardından Siddhartha bir gün, bir ağacın altında meditasyon yaparken muradına erdi. Artık Buddha (aydınlanmış kişi) idi. Buddha kalan yaşamını hizmete, insanların hakikati bulmalarına yardım etmeye adadı.
Henüz yeni yeni öğrenci kabul etmeye başladığı günlerdi ve yolu onu ateşe tapan bir tarikatın tapınağına çıkarmıştı. Tarikatın lideri öğrencilerinin Buddha’dan etkilendiğini görünce, onu bir konuşma yapması için ritüellerini yaptıkları ‘Fil Kafası Dağı’na davet etti. O gün Buddha’nın huzurunda 1000 kadar öğrenci toplanmıştı. Gelenek olduğu üzere tören ateşini yakmışlardı. Buddha, fil kafasına benzeyen kayanın üzerine oturmuş, anlatacaklarına odaklanmaktaydı.
İlk kez bu kadar büyük bir kalabalığa hitap edecekti ve başarısız olmasını isteyen tarikat lideri rahip ona, kendileri ateşe tapanlar oldukları için, yalnızca ateşle ilgili konuşma şartı getirmişti. Buddha gözlerini açtı, yanan ateşi gösterdi ve şöyle dedi: “Şu ateşe bakın. Yanıyor. Her şey yanıyor… İnsan kalbi de arzuladığı şeyler için yanıyor. Tükenmek bilmeyen arzularımızdır bize bunca gözyaşı, öfke, mutsuzluk getiren…” Bu girişiyle kalabalığı etkileyen Buddha konuşmasına bir hikâyeyle devam eder...
BIKTIM ARTIK BU FAKİRLİKTEN!
Bir zamanlar, uzak bir ülkede büyük, gösterişli bir şehir varmış. Bu şehir hep hareketli ve gece-gündüz ışıltılı imiş. Uzaktan bakıldığında bile görülen kırmızı, mavi ışıkların cazibesi şehrin civarından geçen yolcuları mıknatıs gibi kendine çekermiş. Her yerde ilanlar, reklam panoları, çığırtkanlar sürekli dikkatinizi ayartmaktaymış. Buranın insanları hep bir telaş, servet peşinde, üç beş kuruş fazladan kazanmak için üç kâğıtçılık yapmaktan kaçınmayan tiplermiş.
Şehrin kıyısında gözlerden ırak küçük evde fakir bir su satıcısı yaşarmış ailesiyle. Bu ailenin bir de oğulları varmış. O gece, sofrada Tanrı’ya verdiği nimetler için dua ettikleri sırada bizim oğlan söylenmeye başlamış yine: “Bıktım artık bu fakirlikten, şehirde her şey var, biz niye orada oturmuyoruz? Ben de şehirli çocuklar gibi yaşamak istiyorum!” Çocuğa nasihat dinletemeyen baba şöyle bir teklifte bulunmuş; “Evladım kuraklık yaklaşıyor, eğer yarın evimizin bahçesine yeni bir kuyu kazmama yardım edersen seni söz şehre götüreceğim.” Nitekim kuyuyu kazmışlar, çıkan sudan tulumlarına doldurup şehre yollanmışlar.
Şehre geldiklerinde baba taşıdıkları suyu satabilmek için çığırtkanlık yapmasını istemiş oğlundan. Bizim oğlan pek gücenmiş bu duruma: “Meğer bunun için gelmişiz!” “Bu, ahmakların yapacağı iş; su satarak asla zengin olamayız” diye düşünmekteymiş, kaçmış babasının yanından. Fırsatlarla dolu şehirde, bol para kazanacağı bir iş tutmak, istediklerine sahip olmak, hem de hiçbir hırsı olmayan aptal babasına iyi bir ders vermek istiyormuş. Aç gözlerle dolaşmaya başlamış sokaklarda.
DİLENCİLERE AYIRACAK VAKTİM YOK!
O'nu davet eden arkadaşlarımın bilgilendirmesiyle fakir de kendisine 'hoş geldin' demek için ziyaretine gittim. Kike henüz yol yorgunu olmasına rağmen bizi çok sıcak karşıladı. Müzisyen olduğumu öğrenince beraberindeki enstrümanların bir bölümünü çantasından çıkarttı ve müzikli sohbetimiz kendiliğinden başlamış oldu…
Kike, 1956 doğumlu ama daha genç gösteriyor, Hispanik kökenli ailenin 15.yy'da Güney Amerika'ya göç etmesinden sonra, soyları Amerikan yerlileriyle karışıp melezleşmiş. Peru etnik çeşitlilik bakımından zengin bir ülke, kültürel çeşitliliğin izleri 'İnka' öncesi uygarlıklara kadar gidiyor. En kalabalık yerel unsurlar Kike'nin soyunun bir ucunun dayandığı, And dağlarında yaygın 'Keçua'lar ve platolarda yaygın 'Aymara'lar. Kike, yağmur ormanlarında ise en az 50 farklı dil konuşulduğunu söylüyor. Katolisizm ve Şamanizm Peru'nun inanç ikliminin iki ucu. Bu uçların birbirinin içine geçtiği inanç sistemleri de var…
Kendisine şamanizme nasıl inisiye olduğunu soruyorum ;
- "Genç bir müzisyen olarak ülkemin yerel enstrümanlarını çalmayı öğreniyor ama yaşadığım şehir Lima'da turistik aletler dışında birşeyler bulmakta zorlanıyordum. Geleneksel tarzda yapılmış enstrümanlar edinmek için yerli toplulukları ziyaret etmeye, dolayısıyla da şaman ritüellerine katılmaya başladım. Müzik toplamayı seviyordum, ilk başlarda inanç yönünde bir arayışım yoktu. Bu törenlerde, müziğin ruhani alemlerle bağ kurmak ve şifa için kullanıldığını keşfettim. Derken 30 yıl önce bir gün And dağlarında 'Kero' toplumundan bir şaman bende doğa vergisi bir özellik olduğunu söyledi. Bu özelliğin her şamanda bulunmadığını, bunun bir işaret olduğunu, karşılaşmamızın tesadüf olmadığını ve kendilerine katılmak istersem beni inisiye edebileceğini söyledi. Kabul ettim. Yolculuğum böyle başladı. Bir süre önce de bitkilerle çalışan Amazon şamanlığı yoluna 'Kasta' toplumu şamanlarınca inisiye edilip bu yönde öğrenciliğime başladım."
Bize 'Şamanlık' hakkında bilgi verebilir misin biraz?
- "Doğa ana 'Paçamama' ile bağ kurmak tüm şaman yollarının özü. 'Paçamama' dünyanın ve evrenin tanrıçası. Dünyadaki her şey birbirini tamamlar şekilde var, her şeyin bir de gölgesi var. Bu ikilik haline 'yanantin' denir. Karşıtlıkların optimal ilişkisi 'ayni'yi gözetmek aynı zamanda şifacılığın da temelindeki prensiptir, mesela vermek/almak, eril/dişil gibi. Evrendeki tüm unsurlar canlıdır. İnsan 'ayni'nin koruyucusudur, bu özelliği insanı daha önemli yapmaz ancak ona sorumluluk yükler. Bunun farkında olmak insanı insan yapar. Şamanizm bir din değil, tüm varlıklar arasındaki ilişkiyi geliştiren ve dostlukla bağlayan bir bilim, bilgeliktir. Şaman 'Gizemli Olan'ın arzusuna hizmet etmek, yaşam vermek ve yaşamı korumakla görevli kişidir. Şifacı şamanların varlığı tanrıların dileğidir. Öğreti sözel olarak ustadan çırağa aktarılır. Evrendeki enerji döngülerini anlamak, onlarla bağ kurmak ve bunu hayra kullanmak şamanın yoludur. Bu bilgeliğin karanlık tarafı ise büyücülüktür."
Kendi uygulamalarından bahseder misin? Burada neler yapacaksın?
Yarından itibaren yedi gün boyunca Musevilerin Pesah Bayramı. Pesah’ın kelime anlamını ‘atladı’ veya ‘geçti’ olarak tercüme edebiliriz. Bu bayram, Hz. Musa önderliğindeki Beni-İsrael’in Mısır esaretinden kurtuluşunu, Kızıldeniz’i geçişini ve Sina Çölü’nde 40 yıl boyunca dolaştıktan sonra Kutsal Topraklar’a varışını anmak ve bu hikâyeyi gelecek nesillere aktarmak için kutlanır. Pesah aynı zamanda ilkbahar bayramıdır, buğday ve arpa olgunlaşmaya başladığında Musevi takviminde ‘nissan’ ayı olur, bu ayın 15. günü de bayram başlar. Pesah’ı kutlamak ve bu bayrama özgü diyetleri uygulamak Tanrı’nın Tevrat’taki emirlerindendir, uygulamalar yaklaşık 3 bin 300 yıldır süregelmektedir ve bir çocuk için Musevi inancının temelinin anlaşılmasına inisiyasyon niteliğindedir…
BU GECE NİYE FARKLI?
Mutfakta bir telaş başlamıştı. Annem ve anneannem hep kullandığımız kap kacağı ortadan kaldırmaktaydılar ve dolaplardan yenileri indiriliyordu. Bir yandan köşe bucak süpürülüyordu. Hiç yerinden kalkmayan dolaplar dahi temizlik için çekildiğinde o yıl kaybettiğim oyuncakların bir kısmı da ortaya çıkardı. Harıl harıl yemekler pişiriliyordu ama hiçbirini yiyemezdim. Henüz değil, bunlar pesahlık yiyecekler… Pesah bana ne öğretti diye sorsanız bugün, aklıma gelen ilk cevap; ‘nefs terbiyesi’… Dünya kadar garip uygulama ve yasaklar, fakir de sınavdayım. Ama ne için? Bu soruyu sormanın doğru zamanı bayramın ilk gecesi sofra başında tüm aile, akrabalar, misafirler toplandığımızdaydı. Bayram seremonisini çocukların sorması gereken soru başlatır: “Bu gece niye farklı?”
İsraeloğulları Hz. Yusuf’un ardısıra, Hz. Yakub önderliğinde Mısır’a geldiklerinde 70 kişi kadardılar. Hz. Musa’ya kadar geçen 400 yıl süresince nüfusları epey artmış ancak inançlarını büyük ölçüde kaybetmiş ve köleleşmişlerdi. Allah onların yakarışlarını duydu ve Hz. Musa ile Hz. Harun’u, halkının Mısır’dan çıkabilmesi ve Allah dinini hatırlaması adına görevlendirdi. Bu fikir firavunun hiç hoşuna gitmemişti fakat Allah’ın Mısır üzerine gönderdiği 10 musibet belini öyle bükmüştü ki, sonunda Musa’yı, inananları alıp da gitmesi için serbest bırakmak zorunda kaldı. İsraeloğulları bir gecede hazırlıklarını yapıp alelacele yola koyuldular, o aceleyle ekmeklerini mayalamaya fırsat bulamamışlardı. Bu yüzden Pesah boyunca Museviler, evlerini mayalı ekmekten tamamen arındırıp, bayram süresince mayasız ekmek yerler. Hanemizi kabaran şeylerden temizlemenin manevi olarak, ‘kibir’, ‘gurur’ gibi nefsimizin kabarmasından kalbimizi arındırmak olduğunu çok sonra idrak etmiştim. Hikâyenin devamı, Hz. Musa önderliğinde firavundan kaçanların Kızıldeniz’in yarılmasıyla karşıya geçmelerini, arkalarından gelen uslanmaz firavun ve askerlerinin Kızıldeniz’in üzerlerine kapanmasıyla telef olmalarını ve sonraki 40 yıllık çöl sürecini anlatır. Süreç çok zorludur, sınavlarla doludur ve tüm insanlık için ibretliktir. Tevrat’ın da Hz. Musa’ya bu süreçte, Tur-u Sina Dağı’nda verildiğini zikr edelim.
Bu hikaye ve Pesah Bayramı (dar anlamıyla) Musevilere ait görünse de fakire göre işin bir de tüm insanlığı ilgilendiren boyutu var, yerim yettiği kadar açmaya çalışayım. Önce İsrael isminin derin anlamıyla ilgili bir saptama yapmak istiyorum; belki de siz manevi anlamında İsrael-oğlu’sunuzdur! Yud, Şin, Reş, Alef, Lamed… İbranice yazılışıyla kelimeyi ortadan ayırdığımızda YSR/EL olarak incelersek YSR’den (s harfi ş olarak da okunur) ‘yaşar’ kelimesini türetiriz. Bu kelime İbranicede ‘doğrudan-dosdoğru’ manasındadır. EL…(AL olarak da okunabilir) ise ‘Eloh(im)’ yani ‘Allah’ isminin kısaltılmış kullanımıdır. Buna göre YSREL isminin anlamı; ‘Doğrudan Allah’a yönelenler’ olur ki bu da sufizmde ‘Allah’a teslimiyet yolculuğu’nun ilk adımına işaret eder. Hikâyemizdeki bir başka imge ‘firavun’, kötülüğü emreden ‘nefs’i, yani tasavvuf dilindeki ‘nefsi emmare’yi temsil etmekte. Mısır ise ‘nefs’e kölelik’ makamıdır. Vaat edilmiş topraklar Allah’a ulaşma ve teslimiyet makamıdır. Şimdi İsraeloğulları’nın Mısır’dan kurtuluş hikayesini, ‘Allah’a yönelenlerin bir rehber önderliğinde nefsin saltanatından kurtulma mücadelesi’ olarak okuyup kendi nefsimizle olan savaşımızla bağını kurabiliriz. Bu hepimizin hikâyesi ve Kur’an’da çokça bahsedilmesi de kanımca bununla ilişkili. Allah hepimizin yardımcısı olsun!
SOFRANIN EN KÜÇÜĞÜ
Pesah sofrasında en küçük çocuk bendim. Hamursuz pesah ekmeği ‘matsa’yı bir beze sarmış, bohçalamış, dua boyunca taşımam için sırtıma vermişlerdi. Çölde Musa’nın peşinde yürüdüğümü hayal ederdim bohçamla… Masadaki büyük tepsinin üzerinde, hamursuz matsa ekmeği, atalarımızın çektiği acıların anısına acı otlar, gözyaşlarını temsilen tuzlu su veya sirke, Hz. Allah’ın Mısır üzerine yağdırdığı belaların bize zarar vermeden üzerimizden atlaması için kesip kanıyla kapılarımızı işaretlediğimiz kurbanı temsilen bir parça kurban eti ve köleliğimizde yapı işlerinde kullandığımız harç ve tuğlaları temsilen de ‘haroset’ denilen bulamaç vardı. Hep birlikte küçük parmaklarımızla bir ucundan tutup tepsiyi havaya kaldırdık ve rahmetli büyükbabam yüksek sesle şöyle dedi: “İşte Mısır ülkesinde atalarımızın yediği sefalet ekmeği. Her aç olan gelip yiyebilir! Fakirler gelsinler bizimle beraber Pesah’ı kutlasınlar! Mübareksin sen Tanrım, dünyanın kralı Rabbim! Yeni ilahilerle kurtuluşumuzu, ruhumuzun hürriyetini seslendirerek seni methedelim! Mübareksin sen Tanrım, İsraeloğulları’nı kurtardın! Amin…