Dört yıl kadar önceydi. Yatağımda yatıyordum. Bir tıkırtı geldi içerden. İşkillendim. Kulak kesildim seslere. Tıkırtı tekrarlandı. Tekinsiz bir mahallede, tekinsiz bir evde yaşıyordum. Eve hırsız girmiş olmalıydı. İki seçeneğim vardı. İlki; yatağımda sinmek ve olacaklara göz yummak, yani korkuya teslim olmak, hırsızın tecavüzünü kabullenmekti… Canımı tehlikeden korumak mümkün olurdu belki böylece. Ancak ruhum el vermedi. Çok da düşünmedim. İçimden gelen bir cesaretle doğruldum, sessizce yatağımın yanı başında duran avcı bıçağına uzandım, sıkıca sağ elimle kavradım bıçağı ve tıkırtının geldiği odaya doğru yöneldim. Tereddüte mahal bırakmayacak şekilde hızlıca hareket ediyordum artık. Niyetim keskindi. Yükselen adrenalinle içimde alarm zilleri çalıyordu. Gerçeklik kaymaya başlamıştı. Acele etmeli, geç olmadan bu işi tamamlamalıydım. Son bir gayretle ana tutundum ve… Odanın kapısından uzanan hırsızın elinin hamlesini görmemle, bıçağı indirmem bir oldu. Hırsızın elini kesmiştim! Gerisini getiremeden, yüzünü dahi göremeden uyandım! Kalbim deli gibi çarpıyordu, rüyam gerçek gibiydi. Heyecanım yatışırken, içimde haklı bir savaştan galip dönenlerin sevincini duyumsuyor, şükür ediyordum. Sanki bir belayı def etmiştim. Bir şeylerden kurtulmuştum! Aslında ne bir bıçak bulundururum baş ucumda ne de birinin elini öylece kesmek gelir aklıma. Mânâ başkaydı…
GÜNDELİK HAYATTA YAPAMAYACAĞIMIZ ŞEYLER
‘Derviş Baba’ tebrik etti. Nefsimin hırsızlık sıfatını yenmiş olduğumu müjdeledi gülümseyerek. İçimdeki hırsıza galip gelmiş, onu alt etmeye güç yetirebilmiştim. Savaşım başladıktan beri, ruhumun, nefsimin bir şubesine üstünlük kazanmasını ilk tadışımdı. Ruhum güçlendikçe diğer düşmanları da alt edebileceğime dair şevkim arttı. Düşman içimdeydi ve o hırsızın yüzünü görebilseydim, kendimle karşılaşmış olacaktım, yaşam paradoksunun bir perdesi de böylece anlamlandı. Bu olay üzerine çok düşündüm. Belki de bunu yaşamış olmasaydım Kuran’daki ‘hırsızın elinin kesilmesi’ hükmünü bugünkü gibi kavrayabilmem mümkün olmayacaktı. Rüya alemini dünya hayatına bire bir misal teşkil etmek elbet olası değil, rüyalarda gündelik hayatta yapamayacağımız şeyleri yapabiliriz, bu hayattaki bedellerden muafızdır. Tabii rüya deneyimlerinden feyz alabiliriz. Bize halimizi gösterirler. Çoğu zaman semboliktirler. Ehil olmayınca yanlış yorumlamak da pek muhtemeldir. Ancak, bu alemdeki eylemlerimizden sorumluyuz. Esas önemlisi rüyada gösterilen olumlu hallerin bu alemde de varlığını devam ettirmesi.Rüya konusunu şimdilik kenara bırakıp, Kuran’daki hırsızlıkla ilgili ayete bir bakalım. Keza Kuran hükümlerinin de ehil olmayınca, bazı kişilerce yanlış yorumlanarak çarpıtılması olasıdır.
MECAZİ BİR İFADE
Maide suresi 38’inci ayetin farklı meallerine ve tefsirlerine bakınca, şeriata göre hırsızlığın cezası üzerine haklı olarak kafanız karışabilir. ‘Fakta’û eydiyehüma’ sözleri büyük çoğunlukla “ellerini kesin” düz anlamıyla çevrilmiş. Mustafa Sağ’ın “toplumla ilişkisini kesin” tercümesi dikkat çekici. Muhammed Esed, tefsirinde toplumun bu cezayı uygulayacak yükümlülükleri yerine getiremediğini ve dolayısıyla bu sertlikte bir müeyyedenin uygulanamayacağı görüşünü dile getirirken, bir de Hz.Ömer’in halifeliği sırasındaki Arabistan’ı etkileyen kıtlık döneminde ‘el kesme cezasını’ askıya aldığını belirtiyor. Çoğunluk, ayetteki ‘ceza’ kelimesini olduğu gibi alırken, bir kaç kişi ‘caydırıcı’ çevirisini tercih etmiş. Mealler çevirenin hem akıl hem de gönül durumuna göre şekillenmiş. İçtihatler oluşmuş. Herhalde fakir çok yufka yürekliyim ki hem aklıma, hem de gönlüme yatan Derviş Baba’nın yorumu olmuştur: “Evladım, hırsızın elinin kesilmesi mecazi bir ifade, bir deyimdir. O kişiyi hırsızlıktan kurtarın, uzaklaştırın anlamında. Hırsızlık nefsin hastalıklarından biridir. Doktorun işi hastalığı sağaltmaktır. Hastalık bulaşıcı ise, düzelene kadar, tecrit edilir. Bu arada verdiği zararı tazmin etmesi de beklenir.” Doğru ya, “kesin şunun sesini” denildiğinde nasıl kimsenin gırtlağını kesmek gelmiyorsa aklımıza…
Günümüz toplumunda hırsızlığın cezası kaba anlamıyla el kesmek olsaydı kimsenin eli yerinde kalmazdı. Vakit hırsızları, gönül hırsızları, özgürlüğümüzü çalanlar, hakkımızı çalanlar, insanları Rabbinden soğutan din, iman hırsızları… Dini yorumlayanlar insanlıktan uzak olursa o din insana değil insanın mahvı için çalışan şeytana yarar. Bizim dinimiz sevgi dini, kol kafa kesmeye meraklılar varsa, karanlık rüyalarında bedenlenip karşılarına çıkan kendi kötü huylarının kafalarını kesmekle yetinsinler, o da becerebilirlerse. Hırsızlığa karşı en iyi önlemi ise Hazreti Peygamber sergilemiş; mala mülke bağlanmayarak. Çalınacak bir şeyi olmayan hırsızdan niye korksun!
Mısır’daki olaylardan üzüntü duyuyorum. Kaybolan canlar içimi acıtıyor. Dini ve insani değerlerin sömürülmesini, çıkar politikalarına alet edilmesini sindirmek için daha ne kadar fırın ekmek yemem gerek? Akıntıya kapılıp, öfke ve düşmanlık yılanına tutunmamak için çabalayan kaç can boğulmaktan kurtulabilecek? İsyan, isyana isyan ve isyana isyana isyan… Bu bir zincirleme reaksiyon, haklıyla haksızın birbirine karıştığı, kavramların hızla içinin boşaltıldığı, nefislerin şeytana uymakta yarıştığı kitlesel bir cinnet... Birarada bulunamayacak kavramlar; İslami baskı, militarist demokrasi, çıkarcı, bencil Hak arayışı, Rabiatül Adeviye (r.a.) ve ikilik, politika, cinayet…
Olayların odağındaki meydana ve yanıbaşındaki camiiye adını veren Hazret, ilk mutasavvıflardan (sufi), gelmiş geçmiş en büyüklerden, Hak erlerinden bir kadın, adını ağzıma almak için bile kendime çeki düzen verme ihtiyacı duyarım. Basralı Rabia Hatun (M.S. 717-801) Kudüs’te meftun, Allah aşkıyla yananlardan, dünya durdukça diri olanlardan. Bugün Hazret’in adı politik olaylarla anılıyor, o meydanda canlara kıyılıyor, o camiiye molotof kokteyli atılıyorsa vay Mısır’ın haline ki bir velinin nazik kalbi incinmiştir, Allah’ın cemali her daim sevgili kullarının aynasında, gazabı sevdiklerinin adını kirletenlerin üzerinedir… Biz Hazreti, Allah aşkına açılan kapının eşiği olarak anmaya devam edelim, bu satırların yettiği kadarıyla tanımayanlara tanıştırmaya çalışalım…
Feridüddin Attar Hazretleri ‘Evliya Tezkireleri’ eserinde Rabia Hatun’u tanıtırken İslam’da kadınların velilik mertebesine yükselmelerinin sırrını da vermiş oluyor. Aktaralım; “İmdi amel surete göre olmayıp iyi niyete göredir. Şayet dinimizin üçte birini Aişe-i Sıddıka’dan almak caizse, cariyelerinden (yani halefleri olan veli hanımlardan) dinimizi öğrenmek de (ve feyz almak) caizdir. Bir kadın Allahü Teala’nın yolunda er olursa artık ona kadın denemez… Öyle bir insanın mutlaka ‘erkekler’ safında anılması gerekir. Belki hakikat açısından bakılırsa görülür ki, bu zümrenin bulunduğu makamda herkes ‘tevhitte fena’ (Allah’ın birliğinde nefsini yok etme) olmuştur. Şu halde tevhitte ‘ben-sen’ ayrımı kalmadığından ‘erkek’ ve ‘kadın’ ayrımından söz edilemez… (Nübüvette olduğu gibi) Velilikte de aynen öyledir, hele Rabia için. Zira muamele ve marifet bakımından çağında bir eşi daha yoktu. Zamanının büyükleri nezdinde saygın olup sözü kesin bir delildi (burhandı).”
O ALEMDEN GELİYORUM O ALEME GİDİYORUM
Hazreti Rabia ailesinin dördüncü evladı olduğu için ona dördüncü manasına gelen ‘Rabia’ ismini vermişlerdi. Evliyanın büyüklerinden olacağı babasına, rüyada bizzat Hazreti Peygamber (S.A.V.) tarafından müjdelenmiştir. Sayısız kerameti vardır. Anne babası ölünce, köle olarak satılmış, eziyet çekmiş, Allah’ın lütfuyla azad edildikten sonra yaşamını, varlığını Rabbine adamıştır. “Naklederler ki, bir defasında yine Mekke’ye gidiyordu. Çölün ortasındayken Kabe’nin kendisini karşılamaya geldiğini görünce şöyle dedi: ‘Bana evin sahibi gerek, Kabe’yi ben ne yapayım? Kabe’nin cemaliyle nasıl sevinilir? Beni, ‘kim Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım’ diyenin karşılaması gerek!”…
Ona sordular: “Nereden geliyorsun?” “O alemden” “Nereye gidiyorsun?” “O aleme” “Bu alemde ne yapıyorsun?” “Haksızlık yapıyorum” “Nasıl yani” “Nasıl olacak, bu alemin ekmeğini yiyor ama o alemin işini görüyorum” dedi. Meşhur münacatlarından biri şöyledir; “Rabbim! Eğer cehennemden korktuğum için sana tapıyorsam, beni cehenneme at ve orada yak! Eğer cennette girme emeliyle ibadet ediyorsam cennete girmeyi bana haram kıl! Yok eğer yalnızca senin (zatın ve rızan) için sana tapıyorsam o zaman da baki olan cemalini benden esirgeme!”
Sözlü gelenekte naklederler ki Rabia Hatun bir gün cezbe halinde ve yarı çıplak, meydanda dolaşıyordu. Hazretin halleri bilinirdi ancak ham bir sofu yanına gitti ve “Ey münasebetsiz kadın, böyle meydan yerinde erkeklerin arasında yarı çıplak halde ne gezersin?” diyecek oldu. Rabia etrafına bakıp cevap verdi; “Ben burada erkek göremiyorum!” Bugün yaşasaydı kendi adını taşıyan meydana o halde adım atabilir miydi, atsa dahi o çatışan kalabalıkların arasında bir gerçek Hak Eri olsun görebilecek miydi? Yoksa o her yerde Allah’ı gördüğünü mü ima ediyordu? Bilmiyorum! Fakir, ikiyüzlülük görüyorum, hüzünleniyorum, erkek olsaydım, gösterirdim zalimlere…
Putperestlik tüm hak dinlerde Allah’ın en sevmediği günahların başında gelir. Kaba anlamıyla ‘putperestlik’, yapma tanrılara tapınmak, kurbanlar vermek, onları yüceltip medet ummak, Allah’a eş koşmak şeklinde anlaşılırken, bu kavramı derinleştirdiğimizde, iş putlaştırdığımız nefsimizi Yaradan’a eş koşmaya ve tüm ikilik hallerine kadar varır. İnanç iddiasındaki pek çoğumuz, ufak heykelciklere tapınmadığımız sürece putperestlikten uzak olduğumuz zannındayızdır. Halbuki birçoğumuz çağımızın putu paraya tapınmış, para dinine girmişizdir çoktan. Bu hafta, Tevrat’ın 4. kitabını okurken daha önce pek üstünde durmadığım bir bölüm, fakirde ‘tapınma’, ‘bağlanma’ konularında yeni bir farkındalık yarattı. Sizlerle paylaşmak istiyorum;
TEVRAT’TAKİ AYETLER
“Bamidbar” (çölde) 107. sure - Yisrael Moav’la günah işliyor…
Hz.Musa henüz hayattadır. İsrailoğulları Moav halkıyla komşu bir konuma yerleşmiş, vaat edilmiş topraklara girmenin eşiğindedir. İlk üç ayet şöyle:
1. Yisrael Şitim’de yerleşmişti. Halk (avam) Moav kızlarıyla (cinsel) ahlaksızlığa başladı.
2. (Kızlar), halkı kendi ilahlarına (edilen) kurbana davet ettiler. Halk yedi ve (ardından, kızlarla birlikte, onların) ilahlarına eğildiler.
3. Yisrael ‘Baal Peor’a bağlandı ve Tanrı’nın öfkesi Yisrael’e karşı alevlendi.
Nasıl süslediysek o şekilde. Kimi misafir ettiysek, bıraktığımız gibi, o günkü haliyle, bizi beklemekte. Duygu hatıralarımızın canlı kitaplığı her an hizmetimizde. Orada biz istemedikçe hiç bir şey eskimez, kaybolmaz, değişmez, değerinden kaybetmez. Yalnızca üstü ilgisizlik tozuyla kaplanır bazen. Bir silmeye bakar yeniden canlanması, tüm renkleriyle, güzelliğiyle… Zamanın gölgesi düşse de gönüle, aşk ışığını tuttuğumuzda kaybolur o gölge de. Bakmasını bilene yaşam kayıpsızdır…
O gönül ki ne bayramlar görmüştür! Bir kere dahi 'Bayram' ettiyse gönül, canlanmıştır, yaşamıştır. Ah akıl, buna inanmıyorsan kayıptasın. Bırak gönüldekiler sana yansısın ve sen de yansıt onları gerçeklik denilen filme. Derken seyret alemi, seyretsin alem seni… Bayram et ilelebet! Öyle ki, sebeplerle işin kalmasın…
Hoş, sebep ararsan, o da gani. Karnın doyduğunda, tertemiz havayı ciğerlerine doldurduğunda, kırlarda koştuğunda, sahile uzandığında, yağmurda sığınacak bir yer bulduğunda, o işi başardığında, yarinle el eleyken, şarkı söylerken bayram değil miydi? Sevdiğin kulağına fısıldadığında, bir çocuğun minnet dolu bakışlarında, dostunun yanında, hediyeleşmede, baharda, çiçeklerin arasında, kahvenin kokusunda, ya da karda yürürken, yıldızları seyrederken, hırkanı giydiğinde, kuşlar yeni günü müjdelediğinde… Bayram!
Bayramların, senin ganimetlerin. İhtiyaç duyduğunda canlandır ateşi, ısınacak gönlün. Sevdiğini, sevildiğini hatırla. Orada bir yerde ne sırlı güzellikler açığa çıkmak için bekleşiyorlar, seni bekliyorlar, bir adım atman yeter. Şükretmeyi unutmazsan, az ise artacaktır. Minnet duyan gönül her daim canlı kalır. Vefasızın gönlü çoraklaşır. Tek kerecik 'Bayram'ı yaşadıysan hakikaten, yaşam sana bayramdır! Yok öyle değilse yaşamın, sen hiç bayramı idrak etmemişsin belki de. O zaman ramazan ayına bak da ibret al! Gör ne zaman geliyor 'Ramazan bayramı'. Belirlenen zamanda nefsinle kavgaya tutuşmuşsan, Hakikate ermek için perdeleri yırtmayı göze almışsan, Hak rızası için fedakarlık etmişsen, zahmetlere katlanmışsan, gayretinle, sabrınla sınırlarını yoklamışsan, kah düşüp kah kalkmışsan, cefasını çekmişsen yokluğun, sefasını süreceksin varlığın. Bayramdır ayın sonu, zaferdir yolun sonu!
Bir de 'bayram hediyesi' Hacı Bayram Veli Hazretlerinden ki "Bayram" ismini, mürşidini böylesi bir bayramda bulmuş olmaklığından almıştır; "N'oldu bu gönlüm" şiirinin bir bölümünü paylaşabiliyorum burada, tamamını 'net'ten bulabilirsiniz! Hayatınız bayram olsun, hiç bitmesin…
N'oldu bu gönlüm n'oldu bu gönlüm?Derd-u gam ile doldu bu gönlüm??Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm?Yanmada derman buldu bu gönlüm??Yan ey gönül yan yan ey gönül yan ?Yanmadan oldu derdine derman??Pervane gibi pervane gibi?Şem''ine aşkın yandı bu gönlüm??Gerçi ki kandı gerçeğe yandı ?Rengine aşkın cümle boyandı??Kendi de buldu kendi de buldu?Matlabını hoş buldu gönlüm??Sevad-ı a'zam sevad-ı a'zam ?Belki oluptur Arş-ı muazzam??Matlab-ı canan matlab-ı canan?Olsa acep mi şimdi bu gönlüm??Seyr-i billahtır seyr-i billahtır?Li maallahtır fena fillahtır??Ayinesinde ayinesinde?Gird-i sivayı buldu bu gönlüm??El fakru fahrı el fakru fahri ?Demedi mi ol alemler fahri??Fahrini zikrin fahrini zikrin?Mahv-u fenada buldu bu gönlüm??Bayramı imdi Bayramı imdi ?Bayram edersin yar ile şimdi??Hamd-ü senalar hamd-ü senalar?Yar ile bayram kıldı bu gönlüm
Sayın Ömer Tuğrul İnançer Efendi’nin hamilelik üzerine TRT1 televizyonunda yaptığı açıklamalar geçen haftanın gündemiydi. Sözleri çok tepki aldı. Keza üst düzey bir tasavvuf temsilcisi kimliğiyle sarf ettiği sözler kanımca tasavvuf ehlinin olaylara bakışına örnek teşkil etmekten uzaktı. Bu yolun sempatizanlarının pek çoğunda şüphe ve hayal kırıklığı yarattı. Dini yobazlıkla bağdaştıranlara koz oldu. Kaş yapalım derken göz çıkarıldı. Hamile hanımlar başta olmak üzere pek çok kimsenin gönlü kırıldı.
“Fetvacılar sana fetva verse de sen bir de gönlüne danış.” (kudsi hadis)
Ne demiş Sayın İnançer; “Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karınla sokakta gezilmez. Her şeyden önce estetik değildir. 7-8 aydan sonra anne adayı biraz hava almak için beyinin otomobiline biner, biraz dolaşır. Sonra akşam üstü çıkarlar... Şimdi ise maşallah, kanatlısı kanatsızı televizyonlarda uçuşuyor. Ayıptır ayıp. Bunun adı realizm değildir. Bunun adı terbiyesizliktir...”
KUSUR GÖREN O’NDA GÖRÜR
Hamile kadınların nurlu bir güzelliği olur, mutluluk verir insana, Allah’ın lütfunu hatırlatır bana bu manzara. Hadi diyelim ki biz terbiyesiziz; nerede tasavvufla özdeşleşen hoşgörü ve hüsnü zan, kırmamak ve kırılmamak düsturu, kılı kırk yarmak, onu da kırka bölmek inceliği, eline, diline, beline hâkimiyet? Sufiler olaylara bu şekilde yaklaşıyorsa, ya fakir bu sufizmden bunca yıldır bir şey anlamamışım ya da fena halde kandırılmışım! Örnek aldığım kimseler fakiri hep yanıltmışlar. Hz. Peygamber değil miydi çölde karşılaştıkları hayvan leşine bakıp da “Ne güzel inci gibi dişleri var” diyen! Elbet her yerde güzeli görmek kolay değil, olsaydı fakirin de mübarek bir şeyh efendi olması işten bile değildi. Mertebe yükseldikçe sorumluluk artıyor...
Bu yolda aldığım derslerin başında “Kusur gören gözünü kör etmek” geliyor. Sembolik konuşuyorum; ne kendimizin ne de bir başkasının gözünü çıkaracak değiliz. Kastedilen, görülen kusurla değil, onu gören kendi gözümüzü terbiye etmekle uğraşmamızdır. Ancak, örnek teşkil etmesi bakımından, ‘her şeyi yerli yerinde, kusursuz’ görsem de (ki yalan) üzerime düşen, temsil ettiğim okulun felsefesinin halk nezdinde doğru anlaşılmasına katkı sunmaktır. Bu konuyu ele almamın sebebi budur. Bizim yolumuz Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, Mevlana’nın, Hak Erenlerin aşk yoludur. Bu topraklar aynı zamanda sayısız kadın evliyanın yurdudur.
Ben gelmedim dava için
“Nefsini bilen Allah’ı bilir”. ‘Nefs’ten, daha önce ‘sanal/sahte ego’ diye bahsetmiştim, ‘Hakikatin gölgesi’dir diyebiliriz. Evrim geçirmemiş ham nefs şeytanın içimizdeki şubesiNefsin belli mertebeleri geçilince kemalat dereceleri yaşanmaya başlar ve bu derecelerdeki nefs, yaradılanların en yücesidir. ‘Kamil İnsan’ Yaratıcı’nın aynası nispetindedir ve Allah’ın ‘Bilinmekliğimi istedim’ dileğine hizmet eder. Nefs, kemalat (olgunluk) yönünde evrildikçe sanallıktan ve sahtelikten sıyrılma yolunda ilerlenilmiştir. Ayna parlamaya başlamış, hakikat gölgenin önüne geçmiştir. Kişi artık cennet basamaklarını tırmanmakta, yaradılış amacını gerçekleştirmekte, ‘Birlik bilinci’ne tabi olmaktadır. İşte Sufilere göre nefsin 7 mertebesi:
Nefsi Emmare
“Şüphesiz nefs kötülüğü şiddetle emredicidir” (Yusuf, 53). Nefsin en ham, en bayağı şekli olup her şeyde ben ve benlik düşüncesi hâkimdir. Bencillik, kibir, şehvetperestlik, cimrilik, alaycılık, kıskançlık, öfke, kindarlık, zulüm, şirk, küfür, zina, içki, kumar, dedikodu, iftira, hırsızlık, ikiyüzlülük özelliklerinin bazılarıdır. Nefsi emmarenin hâkimiyetindeki kişinin imanı olmaz, bilgisizlik içindedir, hayır ve hakikate karşı çıkar, kötülüğe ve fenalığa eğilimlidir. Bu mertebedeki kişiler dünyevi arzuları, bedeninin isteklerini tanrı edinmiştir. Yasak, gayri meşru olduğunu bildiği halde harama, günaha düşkünlük gösterirler.
Nefsi Levvame
“Yine hayır, o sürekli kendini kınayan nefse yemin ederim” (Kıyamet, 2). Ruhun tekamülünde önemli bir aşamadır. Uyanış başlamış, özeleştiri, pişmanlık, tövbe, kendini kınama görülmektedir. Emmaredeki sıfatlar varlığını devam ettirse de kişi halinin farkındadır. Bazen hallenip ibadet eder ya da ibadeti karşılık beklentisiyledir. İman ve isyan arasında gel-gitler olur. Şeytan kuruntu vermeye devam etse de emmaredeki gibi tam hâkimiyet kuramamaktadır.
Nefsi Mülheme
Adını Şems Suresi 8’inci ayetten alır. Azap ve kurtuluşun sınırındadır. İlham ve keşifler başlamıştır, yavaş yavaş nefs aşırı istek ve arzulara karşı direnme gücüne kavuşmaktadır. İlim kapıları açılmıştır ancak tereddütler vardır. Amellerde, ibadetlerde ihlas, yani içten gelen bir sevgi ve bağlılık tam oluşmamıştır. Ayakların kolay kaydığı yerlerdendir.
Bazen bize verilen nimetlerin değerini yokluklarında anlarız. Bir başka deyişle ‘yokluk’ varlığın değerini açığa çıkarır. Beslenmeye muhtaç canlılarız. Hava, su, yemek bedenimizin en temel gereksinimleri. Onlara düzenli olarak ihtiyaç duyuyoruz. Yokluklarında, bir özlemin ötesinde fizyolojik tepkimeler verir bedenimiz; hava olmazsa boğuluruz, yemek ve suyun yokluğunda yaşam gücümüz tükenmeye başlar, belli bir sınırı aşınca ölüm çöker bedene. Buna karşın sürekli yer, içersek patlarız. Nefes almamız için nefes vermemiz de gereklidir. Varlık ve yokluk ahenkli bir dans halindedir sanki… Her şey yerli yerinde ne de güzeldir!
Beslenme, gıdalanma deyince yeme içme gelse de aklımıza aslında daha kapsamlı bir olgudur bu, yaşam bizi pek çok yönüyle besler ve biz sadece ağzımızla değil tüm duyu organlarımızla gıdalanırız. Duyduklarımız, gördüklerimiz, hissettiklerimiz, kokular… En kabasından en latif düzeylere kadar duyularımız aracılığıyla dikkatimize gelen şeyler içimizde sindirilip dönüştürülürler. Uç noktada bu bilgi, Hint felsefesinde “Neyle besleniyorsan o’sun” atasözüyle ifade bulur. Aşkla, güzellikle beslenen kişide aynı bu nitelikler artacaktır.
İbadet de bir yönüyle bizi besler. Onun için zikir ehlinde zamanla rahmani sıfatların tecellisinin artması doğaldır. Ancak, kendin fayda göresin diye yaptığın ibadetten yüksek verim alamazsın. Alman, vermene bağlıdır, Allah’la pazarlık kâr getirmez. Fakire göre aldığımız en yüce besin Yaradan’ın içimize üflediği nefestir, bir defaya mahsus bu emaneti nasıl zevk ettiğimiz yaşam maceramızı hikâye eder. Canımız verildiğinde pazarlık edecek halde değildik, ne olduysa sonra oldu…
NEFİSLERİMİZİN ISLAHI İÇİN...Uzun lafın kısası yaşadığımız her an, içimize çektiğimiz her nefes, yediğimiz her lokma lütuftur ve bunun şükrünü ne kadar yapsak azdır, işin enteresanı şükrümüz dahi Allah’ın lütfudur ve bizi besler, güzelleştirir, şifalandırır. Sufiler evrendeki her şeyin yüce Yaradan’ı tespih ettiğini bilir ve bundan eksik kalmamaya çalışırlar. Yaradan’la yakınlıkları nispetinde şükür hallerini arttıracak ritüelleri yaşamlarına nakşederler. Bunlardan biri de ‘sofra duası’dır. Sofradan dua etmeden kalkılmaz, nimeti bahşedene vefasızlık olur.
Bu oruç ayında, açın haliyle hallenmedeyiz, nefsimizi açlıkla terbiye etme gayretimizle tokluğun değerini bir kez daha anlamadayız, sınırlarımızla yüzleşmedeyiz. Tüm bunlar fazlasıyla şükre değer tecrübeler... En azından karnını doyurmaya güç yetirebilenler ve bunun şükrünü yapmak isteyenler için bu yazıda sizlerle ‘Tarikatı Aliyye’nin sofra dualarından birini paylaşmak istiyorum. Duanın en güzeli gönlünüze göre dile gelenidir, Allah duaları kabul eden, her şeyin en hayırlısını bahşedendir…
“Euzubillahimineşşeytaniracim. Bismillahirrahmanirrahim. Salli vesellim ve barik ala esadi ve eşrefi nuri cemiel Enbiyayi vel Mürselin velhamdülillahi rabbelalemin.”
Ramazanın 3’üncü günü; perşembe… Şimdilik nefsime karşı 2-1 önde gibiyim. Bugün kendi kaleme ilk golü attım. Arz edeyim:
Kaç gecedir uykusuzum. Taşınmadan dolayı evin işleri çok, kolilerin arasında yavaş yavaş ortalığı düzene koymaya uğraşıyorum. Ev eski, her köşeden iş çıkıyor. Mal sahibi banyoyu yaptırmayı kabul etmişti. Halloldu. Doğalgazı da bağlattık. Evvelsi gün açıldı. Ve evde ilk iftarımı yaptım. Hamd’olsun! Yeni evim Roman mahallesinin ortasında. Hayat sokakta. Curcuna… Gürültüye alışmam lazım. Kesik kesik bir uyku ve yine yoğun bir gün derken ertesi gece ‘karınca istilası’ hasıl oldu. O sırada dışarıdaydım. Evde misafir ettiğim arkadaşım basmış ilacı, fakire süpürmesi kaldı. Köşe bucak ölü karınca. Başka türlü olabilirdi… Heyhat artık yorgunum, iyi bir uykuya ihtiyacım var. Sahurdan sonra önümüzdeki günü de oruçlu geçirmeye niyet edip sabaha karşı yattım.
Perşembe sabah erken… Yatalı birkaç saat olmuş. Kapı çalıyor. Kapıyı açıyorum kimse yok! Bir, iki derken yakaladım bacaksızı; 3-4 yaşında bir yaramaz. “Evladım, yapma!” Annesi de diyor; “Taam aabi ben veririm terbiyesini!” Ne yapayım? Zamanla oturacak ilişkiler rayına, böyle böyle tanışacağız. İyi örnek olmam lazım, mahalleye “Musa Dede” gelmiş… Bari banyoya gireyim; sonunda banyomda ılık bir duş alabileceğimi zannediyorum ama gün o gün değilmiş. Suyun ısınmasıyla elektrik çarpmaya başlıyor. Kendimi zor atıyorum dışarı. Hemen mal sahibinin ev işlerini yaptırdığı elektrikçiyi bulmaca, o da bunun nasıl olduğunu anlamamaca. Fakir ufak ufak celallenmeye meyil etmece… Bu arada duşu açıp elektrik çarpıyor mu diye denerken banyo giderinin meğer tıkanık olduğunun anlaşılması, banyoyu su basmaca. Hoop. İşleme ara verile! Banyonun tesisatını yapan sözde usta aranır. Tabii ki meşguldur ve “Allah, Allah, öyle olmaması gerekirdi” der. Galiba banyonun tekrar kırılıp dökülmesi gerekecek. “Hay Allah!” Bu sabah da Evliya’dan bir ‘veli’ olarak uyanamamışım.
Sakinleşmeme fırsat kalmadan mahallenin çocuk çetesi eylemlerine başladı. Uzun süredir böyle galiz küfürler duymamışım. Bağır-çağır… Yorgun, oruçlu ve sinirliyim. Yazıma başlayamamışım, halim de yok. Allah rızası için orucumu tutup bir sevap kazanmaya gayret ederken kendimi kaldırmakta zorlandığım bir yükün altında beli bükük, öfkelenip isyan etmeye ramak kalmış buldum. Sevap bir yana, günaha girmek üzereyim. Ramazanın haleti ruhiyesinden uzağım. Güç bela Allah’a sığınmayı akıl edebildim; “Ey Yüce Rabbim, sen halden anlayansın, affetmeyi seversin, bugün beni orucumdan affet, korkarım ki sevap kazanayım derken nefsim fakiri daha büyük bir günaha sokmasın, isyan edenlerden olmayayım, nefsime yenilip kendime yakışmayacak davranışlar içinde bulunmayayım, kalp kırmayayım, kimseyi incitmeyeyim, kendime de zulum etmeyeyim. Kitabında oruç tutamayanın bir başka gün kaza edebileceğini bildirmiş, bizim için kolaylıklar lütfetmişsin. Bu fakir karşında aciz ve zelildir. Senin yolunda ‘Eyvallah’ diyenlerden olmaya çalışıyorum ama bugün “İllallah”… Halim budur. “Destur” dedim ve orucumu açtım saat 5 gibi, çocuk orucu tutmuş oldum. Telafisini yapabilirim inş’Allah, O’nun keremi boldur, kul hakkıyla gelmeyeyim de karşısına.Rabbim bizi “Es Samim” sıfatıyla sıfatlandırsın, kalplerimizi açsın, kapısından ayırmasın, hamdımızı arttırsın! Her gün haddimizi bilme yolunda yeni keşifler etmedeyiz. İçimizdeki ikiyüzlüye (münafık) fırsat vermemeli, küfür ehli olmamaya gayret etmeliyiz. Gücümüz yettiğince… Allah’ta zorluk yoktur. Kolay gelsin! Afiyet olsun!