Paylaş
Bundan 2500 yıl kadar önce, Himalayalar’ın eteklerindeki küçük ‘Kapilavastu’ krallığında bir prens olarak doğan Gotama Siddhartha, saray hayatını, ailesini, herşeyini, hakikati bulmak uğruna terk etmişti. Zorlu geçen yılların ardından Siddhartha bir gün, bir ağacın altında meditasyon yaparken muradına erdi. Artık Buddha (aydınlanmış kişi) idi. Buddha kalan yaşamını hizmete, insanların hakikati bulmalarına yardım etmeye adadı.
Henüz yeni yeni öğrenci kabul etmeye başladığı günlerdi ve yolu onu ateşe tapan bir tarikatın tapınağına çıkarmıştı. Tarikatın lideri öğrencilerinin Buddha’dan etkilendiğini görünce, onu bir konuşma yapması için ritüellerini yaptıkları ‘Fil Kafası Dağı’na davet etti. O gün Buddha’nın huzurunda 1000 kadar öğrenci toplanmıştı. Gelenek olduğu üzere tören ateşini yakmışlardı. Buddha, fil kafasına benzeyen kayanın üzerine oturmuş, anlatacaklarına odaklanmaktaydı.
İlk kez bu kadar büyük bir kalabalığa hitap edecekti ve başarısız olmasını isteyen tarikat lideri rahip ona, kendileri ateşe tapanlar oldukları için, yalnızca ateşle ilgili konuşma şartı getirmişti. Buddha gözlerini açtı, yanan ateşi gösterdi ve şöyle dedi: “Şu ateşe bakın. Yanıyor. Her şey yanıyor… İnsan kalbi de arzuladığı şeyler için yanıyor. Tükenmek bilmeyen arzularımızdır bize bunca gözyaşı, öfke, mutsuzluk getiren…” Bu girişiyle kalabalığı etkileyen Buddha konuşmasına bir hikâyeyle devam eder...
BIKTIM ARTIK BU FAKİRLİKTEN!
Bir zamanlar, uzak bir ülkede büyük, gösterişli bir şehir varmış. Bu şehir hep hareketli ve gece-gündüz ışıltılı imiş. Uzaktan bakıldığında bile görülen kırmızı, mavi ışıkların cazibesi şehrin civarından geçen yolcuları mıknatıs gibi kendine çekermiş. Her yerde ilanlar, reklam panoları, çığırtkanlar sürekli dikkatinizi ayartmaktaymış. Buranın insanları hep bir telaş, servet peşinde, üç beş kuruş fazladan kazanmak için üç kâğıtçılık yapmaktan kaçınmayan tiplermiş.
Şehrin kıyısında gözlerden ırak küçük evde fakir bir su satıcısı yaşarmış ailesiyle. Bu ailenin bir de oğulları varmış. O gece, sofrada Tanrı’ya verdiği nimetler için dua ettikleri sırada bizim oğlan söylenmeye başlamış yine: “Bıktım artık bu fakirlikten, şehirde her şey var, biz niye orada oturmuyoruz? Ben de şehirli çocuklar gibi yaşamak istiyorum!” Çocuğa nasihat dinletemeyen baba şöyle bir teklifte bulunmuş; “Evladım kuraklık yaklaşıyor, eğer yarın evimizin bahçesine yeni bir kuyu kazmama yardım edersen seni söz şehre götüreceğim.” Nitekim kuyuyu kazmışlar, çıkan sudan tulumlarına doldurup şehre yollanmışlar.
Şehre geldiklerinde baba taşıdıkları suyu satabilmek için çığırtkanlık yapmasını istemiş oğlundan. Bizim oğlan pek gücenmiş bu duruma: “Meğer bunun için gelmişiz!” “Bu, ahmakların yapacağı iş; su satarak asla zengin olamayız” diye düşünmekteymiş, kaçmış babasının yanından. Fırsatlarla dolu şehirde, bol para kazanacağı bir iş tutmak, istediklerine sahip olmak, hem de hiçbir hırsı olmayan aptal babasına iyi bir ders vermek istiyormuş. Aç gözlerle dolaşmaya başlamış sokaklarda.
DİLENCİLERE AYIRACAK VAKTİM YOK!
Şehrin en popüler lokantasının yanından geçmekteyken, patronun garsonlara bağıran sesini duymuş: “Daha hızlı servis yapın, 43 numaranın siparişi, çabuk, 12 numaranın hesabı…” İşler yetişmiyormuş. Bizimki kapmış tepsilerden birkaçını ve müşterilere servise başlamış, yardımı dükkândaki sıkışıklığı rahatlatmış ve patronun dikkatini çekmiş durum. Oğlanı yanına çağırmış ve lokantada iş teklif etmiş. Bizimki verilen fırsatı çok iyi değerlendirmiş. Çalışkanlığıyla kısa sürede müdürlüğe yükselmiş. Çok meşgul, hep meşgulmüş.
Bir akşam kazandığı paraları saymaktayken yaşlı bir adam belirivermiş karşısında. Elindeki su matarasını uzatmış ve “Oğlum biraz su lütfen!” demiş. Şehirde kuraklık artmaktaymış. Bizim oğlan terslemiş adamı: “Dilencilere ayıracak vaktim yok!” “Bak, bak…” demiş yaşlı adam:“O kadar çok paran varken hem de.” Oğlan: “Kendim kazandım, yabancılarla paylaşacak değilim.” Acı acı gülümsemiş ihtiyar ve bu sefer matarasını uzatarak; “Bir bak bakalım ne göreceksin?” demiş. Gayri ihtiyari bir merakla bakmış oğlan mataranın içine, ne görsün! Kendisini görmüş ama mavi alevler yalazlanmaktaymış üzerinde: “Bu da ne böyle ihtiyar?” “Bunlar arzularının alevleri evladım.” Oğlanın hoşuna gitmiş bu; “Bunu bana satsana!” İhtiyar: “Mataram satılık değil, al senin olsun, ancak ne zaman ki matarada alevlerin seni yuttuğunu görürsen, gerçekten yanacağın gündür, dikkat et!” Dinleyen kim? Bizimki matarasını pencereden başkalarına doğru tutunca onların da mavi alevler içinde göründüğünü fark etmiş. Herkesin alevinin gücü ve parlaklığı farklıymış. Bu sırada yaşlı dilenci ortadan kaybolmuş bile.
IŞILDAYAN BABA
Tam da o günlerde bizim lokantanın karşısına bir başka büyük lokanta açılmış. Görkemli bir açılış yapmış rakipleri ve de 5 bin mumluk bir aydınlatma… Bizimkilerin müşterileri azalmaya başlamış. Telaşa kapılan oğlan patronu ışıklandırma için 3 bin yerine 7 bin mum kullanmaları için ikna etmiş. Bunu gören rakip işletme 12 bin mumluk ışıklandırma, bizimkiler 20 bin mum, rakip 50 bin mum… “Bu kadarı fazla” diyormuş artık patron dahi ama “Rekabeti kaybedemeyiz” düşüncesindeymiş bizim oğlan. Matarasına bakınca alevlerin neredeyse kendisini yutmakta olduğunu görmesine rağmen aldırmıyormuş. 100 bin mumluk aydınlatma siparişi vermiş, bunun geçilmesine imkân yokmuş artık. Tüm çalışanlar seferber olmuş, mumları yakmışlar, fakat birden çıkan şiddetli rüzgâr mumları devirmesin mi? Yangın tüm lokantaya yayılmış, kısa sürede rakip lokantaya da sıçramış. Şehrin su stokları da neredeyse tükenmiş olduğu için söndürülemeyen yangın hızla şehre yayılmış, çıra gibi yanıyormuş her yer. Şehir yok olmaktaymış…
Bizim çocuk can havliyle şehirden kaçarken, az ötede alevlerin ele geçiremediği evi görmüş ve koşmaya başlamış ağlayarak. Ailesinin eviymiş bu. Babası karşılamış onu: “Ah oğlum geri geldin sonunda!” Babası kuyudan çektiği suyla bütün evi ve çevresini ıslattığından yangın oraya sıçramamış. Oğlan perişan bir halde kendini ailesinin kucağına bırakmış, o sırada yanındaki matarası gelmiş aklına. Mataradan babasına bakmış, babasının üzerinde bir tek alev dahi yokmuş; beyaz bir nur halesiyle ışıldamaktaymış adam. Anlamış çocuk: “İnsan gerçek mutluluğu istiyorsa, arzuların ateşini söndürmeli ve hakikatine uygun yaşamalıdır!” Buddha konuşmasını bitirdiğinde, büyük rahip yaktıkları tören ateşini söndürdü ve başta kendisi, tüm orada bulunanlar Buddha’nın izdeşleri oldular…
Masal bu! Kimini uyutur, kimini uyandırır…
Paylaş