Bilgelik uzaklarda bir bahçe gibi gelirdi küçükken. Uzakdoğu kelimesini çok sevmiştim. Hayalini kurmak için yeterince uzak ve zaten güneş doğudan doğar. O zamanlar David Carradine'nin oynadığı ‘Kung-Fu’ dizisi vardı, hani 'Kill Bill'deki kötü adam… Bir de tabii ‘Bruce Lee’ efsanesi bütün bizim kuşağı büyülemişti. Bu filmler hem kahramanlık, hem bilgelik destanları yazmıştı kafamda, mistik Uzakdoğu olgusunun ilk tohumları da böylece atılmıştır iç dünyama. Hep gizli bir Uzakdoğu dövüşleri hayranı kaldım.
Bugünkü misafirim Esat Ataç eski arkadaşım ve çevremdeki en ibretlik dönüşüm hikayelerinden birinin kahramanı. 90'ların başları, partileme günlerimiz… Sonra benim meditasyon-yogaya başlayışım ve Esat'ın da meditasyona başlamasına vesile olmam paylaşımlarımızın eksenini değiştirmişti. Yıllar içinde ikimiz de maneviyat yollarında farklı görünen yönlere doğru hareket ettik. Fakir, 'Musa Dede' olarak yeniden doğdum. Esat ise Çin'e, Wudang Dağı’na gitti ve en yaygın Uzakdoğu savunma sanatlarından 'Tai Chi Chüan'da (Gölge boksu) ustalaştı. Taoist yaşamı yerinde inceledi. Tao yol demek. Hepimiz yolcu değil miyiz? İşte yolumuz yine kesişti.
Esat, sanırım onca seneden sonra yeniden tanışmalıyız seninle; Kimsin, kendini bize tanıtır mısın?
- “Ben şu'yum” demek zor geliyor artık. Yoldayım. Hem öğrenci, hem öğretmenim bu yolda. Kendimi adadım. Yaptığım şeyi aşkla yapıyorum. Paylaşmayı seviyorum. Ruhumu doyuruyor. Sebep-sonuç ilişkisi üzerinden yaşamıyorum. An dediğin anda, an geride kalıyor. Bütün dogmalardan sıyrılmaya, hayatı daha akıcı, sevecen biçimde yaşamaya çalışıyorum. Kendimi ruhban sınıfa ait görmüyorum ama manevi disiplinle uğraştığım oranda ayaklarım yere sağlam basıyor…
Yaşadığın dönüşümden bahsetsene biraz?
- Liseden iş hayatına atlamıştım. Tekstil sektöründe önemli markalarda ürün yöneticisi olarak çalışıyordum. Yıpratıcı bir eğlence hayatının içindeydim. Sağlık problemlerim baş gösterdi. Vücudumun defans sistemi çökmeye başlamıştı. Kendimi iyileştirebileceğim bir çözüm yolu arıyordum. Meditasyona başladım. Ayrıca artık tekstil sektöründe vizyonumu tamamladığımı düşünüyordum. 1999'da işimden ayrılıp yoğun yoga/meditasyon ve Tai-Çi eğitimine yöneldim. Moskovada Ulong (çay seremonisi) ve Çi-Gong eğitimi aldım, sonra Salvador Diaz ile Wu stili Tai-Çi çalıştım. Eğitmen oldum. İki sene milletin alay konusu oldum, ailemin desteğiyle anca geçinebiliyordum. Eğitmen olunca çevrem ciddi olduğumu anlamaya ve saygı duymaya başladı. Sonra Ebmas'tan 'Wing Tzung Kung-Fu' ve Eskrima eğitimi aldım. 2009'da Avrupa'nın en önemli 'Tai-Çi' organizasyonu WDP'nin seminerlerine katıldım. Çevremin derslerime ilgisi de gitgide artıyordu. 2011 yılında Wudang Dağı’na çıkıp öğretmenlik eğitimimi tamamladım. Şimdi WDP İstanbul temsilcisiyim. WDP gerek Avrupa'da gerek Çin'de organizasyonlarda altın madalya çıkaran, kurucuları arasında Tai-Çi dünyasında önemli bir isim olan Alman asıllı Türk hoca İsmet Himmet'in de bulunduğu bir okul.
Tai-Çi nedir?
Yıllar önce bir dervişe misafir olmuştum. Yeni tanışıyorduk ama çok tanıdıktı. Zevkli bir sohbetin ardından, istersem yemeğe kalabileceğimi söyledi. Memnuniyetle kabul ettim. Sofrada yanına oturttu beni. Harika yemekler hazırlanmıştı, hanedeki herkes bana çok iyi davranıyordu, hizmet ediyorlardı. Şımartılmış hissediyordum, kendimi tutamayıp söz aldım: “Kendimi dostlar arasında hissediyorum, bu dostane ortam için teşekkür ederim.”
Büyük laf etmişim. Masadakiler gülümsedi, Derviş Baba kulağıma eğilip şöyle dedi: “Evladım, dostluk maddi-manevi paylaşım ister.” Bu basit cümle nasıl olduysa beni derinden etkiledi. Güceneyim mi, bir gerçeği böyle hoşlukla söylediği için sevineyim mi; içim karıştı, nedense kendimi mahcup hissediyordum. (Arsızlık perdesini yırtarsan, hicap tülü çıkar arkasından.)
CİMRİLİĞİN İLACI CÖMERTLİK
O gece eve döndüğümde ve sonraki haftalarda bu cümleyi evirdim çevirdim ve nasıl bir dost olabildiğime, dostum dediğim insanlarla kurduğum ilişkilere yakından bakmaya çalıştım, acımasızca. Gerçekten maddi ve manevi paylaşım içinde olduğum pek az insan vardı. Onları da karşılıksızlık eleğinden geçirince, eyvah, kimse kalmıyordu! Perişan olmuştum. Eleştiri oklarını kendime yönlendirince, insanın dostla arasında duvar olan nefsani sıfatlar zihnimde geçit töreni yapmaya başladı: Samimiyetsizlik, hesapçılık, cimrilik, ben odaklılık, bağlanma, kaybetme korkuları, kibir, katılaşmış bir kalp...
Kararlıydım, dostsuzluğun utancıyla yaşanmazdı. Kolları sıvadım ve içimdeki tüm bu sıfatların olumlu karşıtını bulup, o nitelikleri beslemeye çalışacağım süreci başlattım. Sevdiğim insanlardan başlamaya karar verdim. Bu süreç halen devam ediyor. Cimrilik ve ilacı olan cömertliğin anahtar olabileceğini düşündüğümden işe buradan başladım. Ver, karşılıksız ver... Bu nasıl bir haz böyle! Sonraları neden bu kadar haz verdiğini şöyle çözümledim: Cömertlik, Yüce Yaradan’ın sıfatlarından (O’nu tüm noksan sıfatlardan tenzih ederim), insan cömertlik eyleminde bulununca tanrısal bir edimin tadına varıyor. O’nun güzel bir sıfatıyla sıfatlanıyor ve eylemin Tanrı’nın desteğine sahip oluyor. Bu da nefis bir şey. Sıkışık durumda olan arkadaşlarıma maddi, paylaşıma ihtiyacı olanlara zaman ve şefkat, ihtiyacı olmasa da tüm çevreme hizmet ve türlü hediyeler dağıtıyordum hesapsızca. Beni zorlayan sınavlar da çıkıyordu ama karınca kararınca, olduğu kadar...
Dervişi yeniden ziyaret etmeye karar verdim, dostluğunu kazanmaya niyet etmiştim; ‘maddi-manevi paylaşım’sa; denemeye hazırdım. O gün Derviş Baba’yla görüşmek için beklerken duvardaki bir yazı dikkatimi çekti: “Kişi dostunun dininde ve inancındadır.” Haydaa, yepyeni bir boyut açılmıştı şimdi. Ne yani şimdi dost olacağız diye onun dinini mi kabul edecektim? Çıta bir anda umduğumdan yükseğe çıkmıştı. Yahu bunlar canımı da ister bu gidişle. Şaka değilmiş. O günkü sohbette dost dost denilenin dervişler için meğer Allah olduğunu anlamış oldum. Paylaşım dediklerinin de koyduğumuz sınırların ötesinde olduğunu... Daha çok işim vardı.
HALKA GENİŞLEMEYE BAŞLADI
Sevdiklerimden başlamıştım ama asıl meselenin o huyları edinmek olduğunu görmeye başladıkça halka genişlemeye başladı. Bir gün tüm insanlığı ve yaradılışı kapsayacağını umuyorum. Dostluğun ucu esas Dost’a varıyor çünkü... Hakikatte on dost olmaz, üç de olmaz, iki de. O Dost Bir’dir. Talipsen hazırlanmalısın, her şeyini vermeye, varlığından soyunmaya. Şikâyet de etme fazla, kimse kolay olacağını söylemiyor, sınavlar da var bu yolda. Dost kanıt ister. Buçuk dostluk hiç olmaz. O’na giden hem sonsuz sayıda, hem tek yol var aslında. Mantık arama. Dostluk gönül işi...
Geçen pazartesi, 24 Aralık’ı 25’ine bağlayan gece, tüm dünya Katolikleri ve Protestanları tarafından ‘Noel’ olarak kutlanan geceydi.
Kutlamaların yapılacağı Aziz Antuan Kilisesi’ne gitmeye karar verdim. Hz. İsa (a.s.) birçok insanın Yüce Yaradan’a yönelmesine vesile olmuş bir nebi ve Müslümanların da hak peygamberi. Hatta bazı Hindu mezheplerde dahi Avatar (Tanrı Vişnu’nun türlü bedenlenmeleri) kabul edildiğini biliyorum. Hele ‘new age’ (yeni çağ) akımların bir sürüsünde türlü kılıkta Hz. İsa varyasyonları çıkar karşımıza; kâh uzaylıların gönderdiği bir görevli, kâh Allah âşığı bir çileci…
Nefsimin tekamülü (olgunlaşması, evrimi) macerasının bir durağında Hz. İsa figürünü yerli yerine oturtmak epey zorlamıştı beni doğrusu. Yahudi soyundan gelen Yeşu’yu (Hz. İsa) kimi Museviler sahte peygamber olarak görürken kimileri de bir aziz olarak kabul eder ancak kurtarıcı mesih olduğuna inanmazlar. Herkesin inancı kendine…
KAPSAYICI OL NİYETİNİ TEMİZ TUT
İstiklal Caddesi’ndeki kilise avlusunun bir köşesi Hz. İsa’nın doğumunun canlandırmasına ayrılmıştı. Bundan 2012 yıl önce Filistin topraklarındaki Beytüllahim’de (Betlehem, Aramicede ‘ekmek evi’ demektir) bir ahırda gerçekleşen bu doğum, dünyanın kaderine yeni bir yön vermişti. Ziyaretçilerin bir bölümü, bu canlandırmanın önünde Hz. Meryem’in kucağındaki Bebek İsa’ya saygılarını sunuyordu.
İçimde eski bir tartışma alevlendi. Bu heykellerin önünde dua etmek putperestlik sayılır mıydı? Sufi Musa Dede hemen cevap verdi: “Şekle takılma, bu gördüklerimiz basit heykeller, korkarım ki bir şeye bu kadar tepkili olmak da o şeyi merkeze koyan, putlaştıran bir yaklaşım olmasın. Kapsayıcı ol, niyetini temiz tut, kast edileni gör. Sen asıl en büyük putun olan nefsine tapıyor olmamaya bak.”
Sahiden de ahır canlandırmasında bir eşek dikkatimi çekti. “İşte nefsim” diye düşünüp ayar verdim kendime.
1969 yılında İstanbul’da, anne tarafından Gürcü, baba tarafından Sefarad Yahudisi bir aileye doğdum. Musevi gelenekleriyle yetiştirildim. Mistik konulara eğilimim küçük yaşta başladı. Şişli Terakki İlkokulu, ardından da Saint Michel Fransız Lisesi… Mistik konulara merakım yerini
dünyevi zevklere bırakmıştı.
ACI OLAY!
18 yaşındaydım. Çok acı bir olay yaşadım. Bir trafik kazası oldu, otomobili ben kullanıyordum ve yanımda oturan kız arkadaşımı kaybettim, şoktaydım. Kaderi, inancı sorgulama, suçluluk, toplum baskısı, sevdiğimi kaybetmenin üzüntüsü, tüm bunlar yeni yetme bir genç için çok ağır yüklerdi. Bir yol ayrımına gelmiştim; isyan ya da teslimiyet… Kendimi sağaltmak için Türkiye’yi terk ettim. Bir dönem rençberlik, hayvancılık gibi ekmeğimi kazanacağım işlerde çalıştım. Seyahat ediyordum, üç, dört yıl dolandım durdum.
Körfez Savaşı’ydı. İsrail’de Saddam füze yağdırırken gaz maskemle en yakın sığınağa koşmak yerine, en yüksek binanın tepesine çıkar füzeleri seyrederdim. Bazen de ayakta duramayacak kadar sarhoş olup dik kayalıklardan dağ zirvelerine tırmanır ya da başka tehlikeli ve aptalca işler yapardım. Allah beni koruyordu ama şansımı zorluyordum.
Derken askerlik ve üniversiteyi bitirmek için yurda döndüm. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu ve ardından ailemin isteği üzerine ticarete atılışım…
ÖĞRETİLER VE SEVGİLİLER ARASINDA