Gerçek aşk sahibinin “Seni seviyorum” demesine dayanamazsın; canı canana teslim edesin gelir
Yalan söylüyorum… Gölgelerin arkasına sığınmış, hakikati arıyorum… İnsan yalanlarına ne kadar da bağlanıyor… Arif kişinin dişinin kovuğunu bile dolduramayacak ufacık bilgi kırıntısını allayıp pullayıp, hayatının merkezine yerleştirip, onun için adam öldürecek hale gelebiliyoruz. Onur meselesi; “Sen bana yalancı mı diyorsun?” Evet, en başta kendime yalancı diyorum. Altı ayı aşkın süredir bu köşede yazıyorum. Zaman zaman sohbetler yapıyorum. Hepsi bir hakikat anı, bir hakiki söz yakalayabilmek için. Her seferinde o umutla, varlık iddiamdan sıyrılma çabasıyla, yalan söylüyorum. İnancım yalan, ibadetim yalan, tevazum yalan, yalanım bile yalan… Bazen kendimi, sözlerimi, yazılarımı ciddiye alıyorum. Sonra kendime kızıyorum. Kendimle savaşıyorum. Tuttuğum yolda mesafe aldıkça, bilgisizliğim daha da gözüme batıyor. Acziyetime sarıldıkça ise ilham lütfediliyor. Esas baskı yapanın nefsimin “bilme” iddiası olduğunu anlasam da bunu terbiye etmek pek zahmetli bir iş. Allah’ın bildirdiği kadarını, o da emaneten bilebiliyor, paylaşabiliyorum. Henüz ve halen hakikat yolunda ham bir öğrenciyim…
Belki ‘yalan/hakikat’ deyince neyi kastettiğimi biraz daha açmalıyım, şöyle ki; doğru söz karşısında eriyip bitersin… Doğru söz irfan sahibinin ağzından bir ok gibi çıkar, gönlünü dağlar. Mesela gerçek aşk sahibinin “Seni seviyorum” demesine dayanamazsın; canını canana teslim edesin gelir. Mecnun gibi yollara düşersin. Uykudan uyanırsın. Varı yoğu bırakırsın. Hakikat çok güçlüdür. Hakk’ın bir “Kün” (Ol) demesiyle evren varolur. Hal sahibinin dilinden tek kelime hakikat yeter…
Ancak hakikat ehli gerekmedikçe açmaz kapıyı; hem herkes talip değildir hakikate, hem de kaldıramazsın hazırlıksız. Keza nefs yalanı sever, uyku âlemini gerçek bilir, kendini “Ben” olan sanır, zevkin ucuzuna düşkün olur. Bazen, bazı büyük ustalar kapıldıkları cezbe hallerinin etkisiyle hakikatı açık eder, sırları ortalığa saçıverirler. Bu kişiler büyük tepkilere maruz kalırlar, çünkü ehli-nefs hakikati sevmez ve istemez. Hallac-ı Mansur’un “En el Hakk” (Ben Hakk’ım) söylemi, bu hallerin en meşhur tezahürlerinden biridir. Hazretin sonu malumunuzdur; canlı canlı derisi yüzülmüş, asılmış, parçalara ayrılmış, katledilmiştir.
M.S. 800’lü yıllarda yaşamış büyük sufi ustalardan ‘Beyazıd-i Bistami Hazretleri’nin bir menkıbesini nakletmek istiyorum bu hafta, yalanın ve hakikatin çıtasının ne kadar yüksek olduğunu anlatması bakımından kafamı ve gönlümü açtığı için...
"Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.
Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek sana..
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah yardımcın olsun. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin...
Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de diri tutan da bu irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...
Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Çocukluğum Büyükada’da geçti. Daha 4-5 yaşında ormana kaçardım. Maceraların en büyüğü buydu. Ve ben bir kâşiftim balta girmemiş ormanlarda… Ormana zarar verebilecek tek şeyin yangın olduğunu düşünüyordum.
Kışları Şişli’de geçirirdik. Zaten Şişli Camii’nden ötesi, hele Maslak falan, kurtlar inermiş. Oralara pikniğe gidilirdi, annemlerin yanından çayırlıklara doğru sıvışır, bir kurtla tanışmayı özlerdim. Civardaki ufak göletleri mesken edinmiş kurbağalarla yetinmek zorunda kalırdım tabii.
Gayrettepe’ye taşındığımızda liseye yeni başlamıştım. Odamın penceresini açınca otlayan inekler vardı manzaramda. Sonraki sene oraya lüks konutlar yapmaya başladılar, kutu kutu birbirinin aynısı binaların bir araya gelmesine site deniyormuş, öğrendim. İnşaat gürültüsü seneler sürdü. Artık karşı komşunun penceresi vardı karşımda. Perdeyi kapalı tutmak zorundaydık. Evimizin olduğu bölge değerlenmişti. Dutu manavdan almaya başlamıştık. Ama ekonomimiz iyiye gidiyordu. Levent’e taşındık!
Levent’teki evimizin karşısında koca yeşil bir vadi uzanıyordu, taa Ulus’a kadar. Oraya iner bazen, İstanbul’un el değmemiş doğasını zevk ederdim. En çok da gelincik zamanını severdim. Vadinin sırtlarında kurulu gecekondu mahallesini yıktılar önce. Tek katlı, bahçeli, ağaçlıklı evlerin oluşturduğu adeta köy manzarası bana huzur verirdi. Sıcak gelirdi. Topraktan gelişigüzel fışkıran otlar, çiçekler gibi, renkliydi. Nezih binalar yaptılar oraya, nezih insanların, nezih arabalarıyla gelip gittikleri. Vadiye daldılar çok geçmeden, bülbül sesleri inşaat makinelerinin sesinden duyulmaz olmuştu artık. E yol gerekti tabii bu kadar yeni yapının, yeni sakinlerinin ulaşımını karşılamak için. Zincirlikuyu-Ulus arasını bağladılar. Bizim evlerin önüne de demir teller çektiler. Artık çok düzenli olmuştu ortalık. Medeni… Fidanlar da diktiler, tek tip ve her birinin arasındaki mesafenin aynı olduğu. Şimdi gökdelenler yükseliyor orada,
daha çok insanın daha nezih yaşayabilmesi için.
Raftinge gittiğim Melen Çayı… Unutamayacağım Fırtına Vadisi yolculuğu… Büyülü Kazdağları… Ve medeniyetimiz için, refahımız için, ekonomimizin iyileşmesi için ranta açılan birçok yer… Daha çok yerleşim, daha çok enerji, daha fazla verim… Ülkemiz hızla çağa ayak uyduruyordu. Hep bizim içindi bunlar. Ama bir gün bunaldım artık. Her sabah kendimi gazete okuyup olan bitene şikâyet ederken buluyordum. Bir şeyler yapmak istedim ve akabinde ‘Ekümenopolis’ şehir belgeseli prodüksiyonunun bir parçası oldum. Şikâyet edeceğime, sanatımı, becerimi daha fazla doğa, nefes alan bir şehir, insanların barınma hakkı gibi konularda kullanmaya karar verdim. Daha az kazanmayı göze aldım. Bir süre sonra, şahit olduğum onca dram, yaşam tarzımı, oturduğum evi, tüketim alışkanlıklarımı sorgulamaya itti beni. İzole, seçkinci yaşam tarzımın ikiyüzlülüğüne katlanamıyordum. Bir gecekondu mahallesinde, bir gecekonduda oturmaya karar
verdim ve taşındım. Tasavvufa yönelişim de bu yıllardadır.
EVİ BOŞALTMAM İÇİN TAHLİYE EMRİ GELDİ
İğneyi kendimize batırınca, acıyor.Mesele globaldir. Medeniyetimizin ulaştığı noktadan, insanlığın durumundan, aslında kendimizden hoşnut değiliz.
Günah keçisi…
Eski Yahudi geleneğiydi. Her sene kefaret gününde, tüm toplumun günahları bir keçiye yüklenip, keçi bir uçurumdan taşların üzerine atılırdı.
Masum değiliz hiçbirimiz…
“İlk taşı hiç günahsız olanınız atsın” dedi Hazreti İsa. Ve kimse kıpırdayamadı.
Kimin yüzünden?
Nasreddin Hoca bir gün yolda yürüyormuş, karşıdan tozu dumana katarak atlıların gelmekte olduğunu görünce; “Bunlar eşkıyadır, canımı kurtarayım, hemen bir yere saklanayım” diye can havliyle kendini yol kenarındaki mezarlığa atmış ve boş bulduğu bir mezarın içine gizlenivermiş. Gelen atlılar da uzaktan bir adamın telaşla kendini mezarlığa atıp kaybolduğunu görünce meraklanmışlar. Durup atlarından inip, etrafı aramaya başlamışlar ki çok geçmeden boş mezarın içinde yatan Hoca ile karşılaşmışlar: “Bre adam, neden buradasın, ne oluyor?” Hoca cevap vermiş: “İnanmayacaksınız ama siz benim yüzümden buradasınız, ben de sizin yüzünüzden…”
Denizi seyrediyorum. Poyraz… Deniz çalkantılı… Sahile vuran dalgalar köpük köpük ayaklarımın dibinde patlıyor. Koca bir gemi geçiyor uzaktan, heybetli mi heybetli. Geminin kaptanına sesleniyorum: “Denizi dalgalandıran sen değilsin ey koca gemi! Seni de bir yüzdüren var!” Sesim rüzgârda dağılıyor… Bu manzara gerçek mi? Köpükler, dalgalar, rüzgâr ve gemi… Yüzeydeki görüntüler… Ve deniz, derininde bir yerde sessiz, çalkantısız, umarsız, rüyasını seyrediyor. Bir damla olduğum kadar denizim de! Biliyorum çünkü benim zihnim de böyle… Kâh kendini köpük zannetmede kâh dalgalarla çalkalanmakta, kâh derinlerde sükûn içinde… Gemiyi gezdiren de benim, ben olmasam da gemi gezmede… Lodos olsa daha iyiydi ama poyraz da pek sarhoş edici; ayık sarhoşluğumu kim verdiyse, O’ndan başkası alamaz benden. Hür olanlar böyledir! Aşk şarabı içerler, evreni seyreder, mest olurlar! Ah bir de nefsim araya girmese; nefs içkisi kafayı bozar, işte hakikati örten ‘Hmer’ budur, hasta eder! Hasta olan doktor arar, şifa sorar, hastanın edebi budur, bir de hastalığını bulaştırmama gayreti… Aman doktor, canım doktor, derdime bir çare!
AYNI GEMİDEYİZ
Onlar da çare arıyor. Kara kara düşünüyorlar. Korkuyorlar. Hepsinin derdi ayrı. Kimi kurban can derdinde kimi kasap et derdinde. Oturmuş her şeyin nasıl daha iyi olacağını konuşuyoruz. Akıllı adamlarız, hepimizin bir fikri var: “Ben olsam şunu şöyle yapardım…” Gel gör ki, bir de fikri veren var… Sana senden yakın olan var! Yar ve yardımcı; Dost! Ondan gafil olan özgür müdür? Ey özgürlükten dem vuranlar, nefsin kölesi olmayı özgürlük mü sayarsınız? Anlatamıyorum, “Hayır, failler dışarıda. Özgürlüğümüze kast edenler var. Huzurumuzu bozanlar var.” Öte taraftan bakınca edepsizler var, bozguncular… Herkes birbirinden mustarip. İşe kendinden başlamaya gönüllü çıkmıyor, enteresan. Aman… Ne büyük sorumluluktur Yaradan’ın işine soyunmak! O’nun görevlendirdikleri müstesna! Bakmayın konuşuyorum, sorumluluğum nerede başlar, nerede biter, emin olamıyorum bu günlerde. Yoksa bu da mı yalan? Kendisi himmete muhtaç dede, başkasına nasıl himmet ede? Aynı gemideyiz. Derviş Baba gözümün önüne geliyor: “Evladım, sorumluluğun kendinde başlar, kendinde biter! Merkez Efendi’yi hatırla, merkezini bul, cevaplar orada!”
- Korkma, her şey yerli yerinde!
MÜKEMMEL AHENK
Kardeşi Cem Sultan’a rağmen, babası Fatih Sultan Mehmet’ten tahtı devralan II.Beyazıt Han zamanı… İmparatorluk büyüme sancısı içinde, saraydaki gerginliğe dış tehditlerden kaynaklı rahatsızlıklar tuz biber ekmekte. Devlet güçlü olmak zorunda. Böylesi zor zamanlarda halkın huzursuzluk çıkarmasına müsamaha edilemez. Düşman zaten pusuda…
Koca Mustafa Paşa’daki Halveti dergâhının postnişi Şeyh Sümbül Sinan Efendi’nin dervişleri, şeyhlerinin sohbetinden feyz almak üzere çevresinde halka olmuşlar, Efendi’nin ağzından çıkacaklara kulak kesilmişlerdi. Şeyh Efendi sordu: “Söyleyin bakalım, Yaradan’ın kudretine sahip olsaydınız, neler yapar ya da neleri değiştirirdiniz?” Dervişler birer birer söz almaya başladılar: “İçki belasını tamamen ortadan kaldırırdım efendim”, “Tüm hastalıkları iyi edecek bir ilaç var ederdim”, “Herkesi Müslüman yapardım”, “Barış”, “Refah, huzur”, “İstibdada son, özgürlük”, “Mutluluk”… Fikirlerin her biri elbet birbirinden iyi niyetli ve hoştu. Fikrini beyan etme sırası Derviş Musa’ya gelmişti: “Efendim, fakir her şeyi yerli yerinde, merkezinde bırakırdım. Kuşku yok ki Yaradan isteseydi evreni daha farklı yaratmaya gücü yeterdi. Ancak en hayırlısı böylesidir. Hayat mükemmel bir ahenk içindedir. Haşa, Yaradan olsam, giden bir hırsızın yerine bir hırsız, bir delinin yerine bir deli, velinin yerine de yine bir veli getirirdim. Orantıyı korur, durumu kıyamete kadar bu minvalde devam ettirirdim.” O günden sonra Derviş Musa, ‘Merkez Efendi’ ismini aldı, Sümbül Efendi’nin halifesi oldu ve ustasının Hakk’a yürüyüşünden sonra posta oturdu. Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni’nin hayranlığını kazanmış, döneminin en büyük âlim ve velilerindendir. Manisa’daki görev yıllarında türlü derde deva 40 çeşit baharattan muhteva ‘mesir macunu’nu icat etmiştir.
DÜZEN EMİN ELLERDE!
Öyle savrulmuş hissettim ki kendimi, bir şeyler yapmazsam nefsine zulüm edenlerden olacağımdan korkmaya başlamıştım. Bu fakir de sevgi ve ilgiyi hak ediyor, Allah’ın kulu değil miyim?
Gemiyi kızağa çekip ufak bir bakım yapmanın zamanı gelmişti. Rabbim şifasız dert vermesin! Tanıdığım, güvenebileceğim bir Ayurveda doktoruna görünür, dengemi yeniden sağlamak üzere tavsiyelerini dinler, üstüne bir de masaj terapisi alırsam, böylece kendime çeki- düzen verebilecek zemini yeniden bulurum inşallah!
İstanbul’un ilk ayurveda kliniği ‘Doğa Arınma Merkezi’nin yolunu tuttum. Öyle şehir dışına 3-5 günlük ‘spa’lara falan gidecek halim yoktu. Bazı akut, acil hastalıkların tedavisinde, önleme dayalı yaklaşımların kifayetsiz kaldığı ileri rahatsızlık durumlarında Batı tıbbına ne kadar güveniyorsam, holistik (bütüncül), önleme dayalı tedaviler konusunda ayurvedaya o kadar güvenirim. 15 yıl önce ‘Maharişi B.A.T. Derneği’nde Hint kökenli bu tıp ekolünün kursunu almıştım, kendime biraz bakabilecek kadar bilgi sahibiyimdir ayıptır söylemesi. Yine de ara sıra işin uzmanına görünmek lazım geliyor. Doktor Kemal Çetinbahadır Türkiye’deki birkaç iyi uzmandan biri. Ayurvedanın temel teşhis yöntemlerinden ‘Nadi Vigyan (Nabız Bilimi) üzerine hassasiyet sahibi. Merkezde temel Ayurveda uygulamalarının çoğu mevcut, teknisyenler deneyimli… Kısa süre önce yurtdışında ‘Dr. David Frawley’nin Ayurveda kursunu bitiren sevgili dost Özlem de orada çözüm ortağı olmuşken, şımartılmak için doğru yerdeyim…
İçinde yattığım şeyin adı svedana. Altında bir ısıtma sistemi var. Aromatik yağlarla birlikte buhar üretiyor. Gözenekler açılıyor, ayuvedik terapiyle bir tür detoks yapıyor.
BEDENİNİZİN SESİNİ DUYUN
Ayurveda neredeyse 5000 yıllık, dünyanın bilinen en eski şifa verme sistemidir. Ayus; yaşam, veda; bilgi demek. Hint kadim bilgeliğinin temelini teşkil eden ‘veda’ların 40 dalından biridir. Mesela yoga da bu 40 daldan bir diğeridir. Bu sistemde sağlığınıza kendinizdeki denge ve uyumu yakalayarak kavuşacağınıza inanılır. Sağlık yaklaşımında 10 farklı metabolik sistem dikkate alınır ve dolayısıyla -mesela- dizi ağrıyan farklı metabolik özellikleri olan ayrı kişilerin hepsine farklı uygulamalar önerilebilir. Tüm insanlara, iklimlere uyarlanabilecek evrensel bir sistemdir. Ünlü doktor, guru ve yazar ‘Deepak Chopra’ bu akıma dünya çapında tanınırlık kazandırmıştı, ‘Mükemmel Sağlık’ kitabını öneririm. Ülkemizden de eski arkadaşım Dr.Ender Saraç’ın Ayurveda üzerine ilk kitabı, faydalanabileceğiz temel bir giriş kitabıdır… Güçlü bir bağışıklığa sahipseniz kolay rahatsızlanmazsınız. Eski vedik dilde ‘bağışıklık’ hastalıkların affedilmesi anlamına gelmektedir. Bedenimiz bazen hastalıklar yoluyla konuşur, bizi uyarır; duyabilene aşk olsun! Ayurveda, kadim zaman ‘Rişi’lerine (görücü-bilen) inen ilahi keşiflerle vücut bulmuş ve binlerce yılda geliştirilmiştir. Zaman içinde diğer tüm temel tıp yöntemleriyle de etkileşmiştir. Evet, bu sistemde de insan evrenin bir özeti mahiyetinde. Evreni oluşturan 5 element, bedenimizde farklı kombinasyonlara girip üç temel beden tipini (doşa) oluştururlar.
Onunla müzik camiasından tanışırım, henüz ‘Musa Dede’ doğmamıştı. Arkın Allen ise kendi ismiyle müzisyen olarak ortaya çıkmaktan haya ettiği için ‘Oktay İhsan Anar’ın ‘Puslu Kıtalar Atlası’ romanından kendine ‘Havai Mercan Dede’ ismini ödünç almıştı. İlk albümü ‘Sufi Dreams’i yurtdışında edinmiştim. Klasik Türk tasavvuf müziğini de seven ancak çağdaş, evrensel seslere yüzü dönük arkadaş çevremle paylaşabileceğim bir keşif olması bakımından bu albümün bayraktarlığını dahi yapmışımdır. O zamanlar Batı’da yükselişte olan ‘dünya müziği’ akımına memleketimizden katkı sunanların sayısı pek azdı ve fakir de gerek radyo programcısı gerek müzisyen ve prodüktör olarak bu meseleyi önemsiyordum. Mercan Dede zamanla ‘dünya müziği’ akımı için de zirvelere tırmandı ve haklı bir yer edindi. Bilirim, böylesi bir yoğunluğu taşımak için aralarda balans ayarı yapmak gerekir. İşte, Mercan Dede, o içsel süreci yaşamış, tazelenmiş, son albümünden 6 yıl sonra, merak edilen yeni ‘duble’ albümü ‘Dünya’yı bize sunuyor. Albümü kadar beslendiği manevi kökleri de merak ediyor, kendisine soruyorum…
Sevgili Mercan Dede, Tasavvuf’la bağın nasıl oluştu?
- Sanırım sene 1989’du. Bağlarbaşı’ndaki o evde Nezihe Araz’ın bir sohbetine katılmıştım. Orada, feyz aldığım ustalardan tasavvuf müziği üstadı Nezih Uzel de vardı. Birlikte geçen zamanlarda yemek, temizlik gibi işler paylaşılırdı. İkinci ziyaretimde Nezih abi tereyağında tahta bir kaşıkla soğan kavurma işini bana vermişti. Bir ara yanıma geldi ve kalbime dokunan ilk öğüdünü verdi: “Ateş fazla olursa soğan yanar!” Tasavvufun hayatın içinde olduğunu anlamaya başlamıştım. Güzel sanatlar eğitimi almak için Kanada’ya gitmeye karar verdiğimde Nezih Uzel Toronto’da dervişler olduğunu söyledi ve Kenan Rifai Hazretleri’ nin torunu Cemil Baba’nın adresini verdi. Gittiğim küçük kasabadan Cemil Baba’ya kartpostal attım. Kısa süre sonra geri mektup geldi. Fırsat buldukça ziyaretine giderdim. ‘Sufi Dreams’ albümündeki konuşma sesi Cemil Baba’ya aittir. Kader nasıl da dönüyor. Oradaki dervişlerden Rafi’nin o zaman 4 yaşındaki oğlu Adem yeni albümümün ilk konserinde, Kanada’da semazen olarak ilk sahnesini aldı. Yani, şimdi Adem de dönüyor…
Ney ile ilişkinin kilometre taşlarından birkaçını aktarır mısın bize?
- Ney ile ilk defa 1987’de okumaya başladığım ‘Mesnevi’ sayesinde tanıştım. O zamanlar beni gitar cezbederdi; Jimi Hendrix. Ancak Kanada’ya taşındığımda Mesnevi’nin ilk dizelerindeki kamışlıktan koparılan ney ben olmuştum. Vatanından koparılan, kendinden koparılan sensin! İlk neyimi plastik su borusundan yapmıştım. Böylece, ney olta oldu, ben balık… (Mercan Dede Balık Burcu’ndan:) 20 yıldır üflüyorum. Hâlâ 1. sınıftayım. Bazen yalnızken bir an gelir, ney seni üfler. O anlar her şeye bedel…
SİYASETİN OLDUĞU YERDEN UZAKLAŞIRIM
Manevi hayatının neresindesin, nelerle uğraşırsın?
- Tutunamayanlar tarafındayım. Arı gibiyim, bir yere bağlı değilim. Ancak hep aklımda tutuyorum ki; “Bir yerde olan her yerdedir”. Siyasetin olduğu yerden uzaklaşırım. Bir dergâha gidiyor olsam meczuplar tekkesine giderdim. Nefsin acelecilik şubesiyle uğraşım yoğunlaştı son zamanlarda. Ama bu sarayın odaları birbirine bağlı. Ya içindesin aşkın merkezinde ya dışındasın hasretinde. Şimdilik ‘Ben’ duvarına toslayıp durmadayım. Ney üflemenin dışında, mesela uçurtma meraklısıyım. Japon ‘zen’ felsefesinde yeri olan bir uğraşı. Uçurtma gökyüzünde ama ipi sende, bir gün uçuyor, bir gün yerinden dahi kıpırdamıyor. Rüzgâr sert estiğinde ise ipi elini keser. Ruhun halleri gibi… Sonra, çiçeklerim var, bonzailerim var, bahçecilikten haz alıyorum. Ruh, zihin bir bahçe gibi; ne ekersek onu biçiyoruz. 22 yıldır televizyon seyretmiyorum. Buna karşın yazı yazarım, daktiloda, sesini severim. Her kalbin kendine göre hali var. Tüm bunlar da benim zikir hallerim…
Ben, ne erkeğim ne dişi… Ben, hem erkeğim hem dişi; insanım, adım Adam… Orada, göğsümde bir yerlerde bir his var. Aşk… Arzu doluyum, özlüyorum, tek başınayım. Yaradana yalvarıyorum. Kaburga kemiklerimin ardında, kalbimde bir noktadan, aşkım vücut buluyor. Aşkımın doğası hep vermek. Verecek biri var artık karşımda! Varsın gönlümün en güzel yansıması onun olsun. Beni benden alsın! Güzelliği veriyorum ona, şefkati, merhameti, fedakârlığı, kadınlığın gücünü, özgürlüğü, anlayışı. Doğurganlığı veriyorum, anneliği… Kendimden. Mutluyum. O benim, ben onunum! Dans ediyoruz, döne döne. Birliğimin ortağısın artık ilelebet, erkeğin oldum senin, sevgili eşim; Havva. Soyumuzun annesi, aşkımın çiçeği… Varlığın kutlu olsun!
BİR ÖMÜR KUCAĞINDA ADAM OLMA YOLUNDA
Hayatın hoş bir cilvesi o ki rahmetli anneannemin ismi Havva idi. Çetin bir yaşamı oldu. Gürcistan’dan, Bolşevik İhtilali’nden Türkiye’ye kaçtılar ailece. Tüm malvarlıklarını kaybettiler, anneannemin kardeşlerinden biri o kargaşada yitti, biri Sibirya’ya sürgün edildi, diğerleri yaşama tutunmaya çalıştılar. İlk çocuğunu kaybetti anneannem. Annem yaşayan üçüncü evlat oldu, en küçükleri. Havva’nın eşi, büyükbabamı tanıyamadım; Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda, annem henüz 16 yaşındaymış. Ölümlü dünyanın acı gerçekliğinin mirasından pay alma sırası anneme gelmişti. Annem evlenince, anneannemle birlikte aynı evde yaşamaya başladılar, annem ve babam. Onları çok bekletmedim, balayından 9 ay 10 gün sonra evdeydim fakir de. Annemin kucağında…
Bir ömür anne kucağında, bir ömür adam olma yolunda… Annem ve babamı tanrı sanmam çok doğaldı bebekken. Annemle evlenmek isterdim çocukken. Kendi tanrılığımı ilan etmem de doğaldı ergenken. Sevgililerimde annemi aradım gençken. Ta ki büyümeyi kabul edene kadar. Ta ki Yaradan’ı bulana kadar. Yavaş, yavaş… Onlara yük oldum gibiydi bir ara. Borcumu nasıl ödeyeceğimi falan düşündüm küstahça. Özgürlükle ilgili de kafam karışıktı. Sonra perdeler birer birer aralanmaya başladı… Annemle en güzel dönemimiz arkadaşlığımızın başlangıcıyladır. İki insan, iki kardeş. Allah’ın birbirine vesile kıldığı iki kul. Ruhun annesi, babası olmaz. Ama bu dünyada anne rolünü üstlenmek bir can için eşliklerin en güzeli değil mi? Bu lütufa mazhar olmak, Allah’ın ‘Rahim’ esmasının tecelligâhı olmak, kadınlığın şanıdır. Erkek buna âşıktır, bazen korkar, kıskanır. Ve kadın, bu dünyada erkeği adam olmaya yönelten en yüce kuvvettir...Kendinde eksik olanı tamamlamak ve tamlığına kavuşmak ister insan. Erkeğin aynasında kadın, kadının aynasında erkek. Birliği bulan insanın aynasında Yaradan…
HEPİNİZİ SEVİYORUM
Fedakârlığı, rızayı onlardan gördüm. Harika piyano çalan anneannemin piyanosunu sattık geçim derdinden. Hiç şikâyet etmedi. Sağ kolu kırıldığında kemiklerinin artık eskisi gibi kaynayamayacağı kadar yaşlıydı. Sol elle yazmayı öğrendi. Çünkü uzaktaki büyük kızına mektup yazmadan olmazdı. Bebekken, erken uyanıp onun yanına gider uyandırırdım. Dünden kalan bayat ekmeklerle güvercinleri beslerdik mutfak penceresinden. Mum yapardık, tavuk yolardık… Ona sekizinci dilini, İngilizceyi öğretmeye çalışıyordum son yıllarında. Bir komodine sığan mal varlığından, elinden düşürmediği, üzeri el yazısı notlarla dolu ‘Tevrat’ annemde, büyüteci de fakirde. Sonsuz hoşgörüsü, cömertliği, tevazuuyla sanırım tanıdığım ilk derviş meşrepli ‘insan’ oydu. Menzili açık olsun! Ve ne mutlu ki annemi yetiştirdi; ışık yüzlü güzel annem, fedakâr arkadaşım, Dvorah, Tevrat’taki kadın peygamberlerden… Hâlâ bana yemek yollar, ilaçtır onlar. Sevgisinden emin olduğum insanların birincisi, boyum ayaklarının dibine dahi yetişmez. Allah’ın cennetiyle müjdelediği anneler… (Çocuğu olmasa da) Bu makamın hakkını verme gayretindeki tüm kadınlar, sevginiz kusurların üzerini bir şal gibi örtmede, dünya sizin kucağınızdır. Hepinizi seviyorum! Kadınlardan ‘mürşid’ olamayacağı bilinir. Ama erkeklerden de olmadığını biliyor muydunuz? Tasavvufta ustalık mertebesine gelmek için bu ikiliği de birlemeye gerek vardır. Ki ustanız sizin hem manevi anneniz hem babanız hem kardeşiniz, hem de dostunuzdur. Buna ‘er kişi’ derler, tasavvuftaki kullanımının cinsiyetle ilgisi yoktur. Bu vesileyle tüm manevi ustaların da Anneler Günü’nü kutluyorum! Hele biri var ki, diri olduğu hiç su götürmez; bu hafta Yunus Emre Hazretleri’ni anma haftasıdır. Kendisi mütevazılığından ve cömertliğinden bu haftanın yazı konusu olmayı annelere bıraktı, der ki; … Dostun yüzü gül bana, âşıkım bülbül ona / Kayıkmazam dört yana, çün buldum aşk erini… Ne zaman varlığına sevindiklerimle ilgili bir yazı yazsam, söz söylesem, bir burukluk eşlik eder duygularıma; biz kısmetliyiz diye bağırırken, aynı şansa sahip olamamışlar vardır, duyarlar da incinirler diye… Öksüzler vardır, evlat acısı çekenler vardır. Gönüllerini alanlara bir yudum cennet sunar saki. Allah yoklukla terbiye olanların yardımcısı olsun. Üzülmeyin, O, size yeter…
DOĞRUNUZU KENARA KOYUN
Son sözüm de Anneler Günü’nün ticari boyutunun suniliğinden rahatsız olanlara: Haklısınız. Ama bugün kendi doğrunuzu bir kenara koyun, anneniz neyle sevinir, onu ön plana alın. Şu ölümlü dünyada... Anneler Gününüz, hayırlara vesile olsun!