Musa Dede

Yaşam koçluğu üzerine

10 Mart 2013
İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır…

‘Koçluk’ teriminin kökü ‘koç’(coach) kelimesi, İngilizcede ‘bir yerden bir yere taşıyan araç’ anlamındadır; 16’ncı yüzyılda Fransızcadan İngilizceye geçmiş. Bugünkü bağlamına yakın biçimde ilk defa, 1840 yıllarında Oxford Üniversitesi’nde, öğrencileri sınava hazırlayan hocalar için kullanılmaya başlamış. Sonraları, sporcuları müsabakalara hazırlayan antrenörler için de kullanılır olmuş. Bizim kuşak, 80’lerin televizyon dizisi meşhur basketbol koçu ‘Beyaz Gölge’yi hatırlayacaklardır…
İş dünyasının gelişmesi ve toplum yapısının değişmesiyle paralel olarak, ‘koçluk’ kavramının 1980’lerde olgunlaştığını söyleyebiliriz. ‘Koç’ terimi yavaş yavaş, ‘talibi hedefine ulaştırmaya yardımcı kişi’ anlamını kazanmış. Zamanla ‘koçluk’ kurumsallaşmış ve ‘davranışbilimcilik’, ‘psikoloji’, ‘antropoloji’ gibi bilim dallarından da bilgi ve yöntem devşirerek insanlara, kendilerini tanıma, sorunlarına çözüm üretme, hedeflerine ulaşma, motivasyon oluşturma, kişisel gelişim yönünde destek ve hizmet veren bir sektöre dönüşmüş. Koçluk hizmetine bir standart getirmesi bakımından 1995’te I.C.F. (Uluslarası Koçluk Federasyonu) kurulmuş. Koçluk uygulaması da bu arada çeşitli uzmanlık dallarına ayrılmış; bireysel koçluk, kariyer koçluğu, manevi koçluk, eğitim, spor, ilişki, nefes, sağlık, yönetici, sanatçı koçluğu… Yöntemler çeşitlenmiş. Milenyumdan itibaren de sektör Batı’da altın çağını yaşıyor.

ABD’DE 40 BİN KOÇ HİZMET VERİYOR

Günümüzde, özellikle Amerika ve Avrupa’da ‘koçluk’ hizmeti almayan büyük şirket çok az. Yapılan araştırmalarda mesela; koçluk uygulamalarının, bir şirkete, maliyetinin 5-6 katı bir getiri sağladığı saptanmış. Profesyonel koçluk hizmeti alan şirketlerde, eleman üretkenliğinin, iş tatmininin artması, ast-üst ilişkilerinde iyileşmeler olması, kalite ve kârlılıkta yüksek artış gibi pek çok olumlu gelişme kaydedilmiş. 2007’de ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, bu ülkede takribi 40 bin koç hizmet veriyor. Senede yüzde 18 büyüme hızıyla ve 2.4 milyar dolar cari büyüklüğüyle, ‘coaching’ (koçluk) en hızlı gelişen meslek grupları arasında. Türkiye’de de gelişen bir meslek dalı ancak henüz taşlar yerli yerine tam oturmamış, sapla saman karışık. Pek çok kurum henüz bu hizmetin getirebileceği fırsatların farkında değil. Bireysel bazda uygulama yaygın değil. Ancak sektörün büyüme trendinde olduğunu söyleyelim. En azından kitapları çok satmaya başladı.

BİLGİ VAR, BELGE YOK!

“İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır…” (Yunus Emre)
Fakir, bireysel gelişime hep önem verdim. Türlü çiçekten bal topladım. Kendimi tanımaya çalıştım. Zaman içinde paylaşabileceğim bir birikim oluştu kendime göre. Kişi kendini geliştirdikçe, insan sevgisi arttıkça, doğal olarak hizmet etme, yardım etme, paylaşma güdüsü de artıyor. Bir yerden sonra, en azından, birikimimin zekâtını vermeliyim diye düşünmeye başladım. Zengin, maddi varlığının, âlim, ilminin, marifet sahibi marifetinin zekâtını vermek isterse; iyi gelir, vicdani yük hafifler. Hem olanın bereketi artar. Gerçek zenginlik vermekte. Boşuna dememişler; “Veren el, alan elden üstündür” diye. Allah’ta hep vermek var. Ne haz! Ama nasıl olacak? Kimim ki ben? Fakir bir sufi… Diploma? Yok, takke var olur mu? Geçerli bir rütbe, Unvan? Yok, tespih vermişti ustam, bi de eyv’Allahımız var, oluyor mu? Olmuyor! Manevi yaşantımda edindiğim tecrübelerin, yaşam okulunun kattığı deneyimlerin bir sertifikası yok. Bu yönde bir paylaşım için gerekli unvanları edinmeye pek önem vermemiş olduğumu fark ettim. Bilgi var fakirhane, karşılığı belge yok! Batı’ya seyahat ettiğim zamanlarda gördüm ki ‘Batı kültürü’ metodolojiye, unvana, kurumsallığa, sertifikasyona ve sistemik çalışmaya çok önem veriyor. Akıllı adamlar. Maneviyatta dahi kurumsal bir belge soruyorlar. Marka arıyorlar. Devir böyle… Maalesef ortalıkta bir dolu belgeli, unvan sahibi şarlatan da caka satıyor.

Yazının Devamını Oku

Ah, kardeşim...

3 Mart 2013
Kendi içimizde kardeşliği sağlam bir zemine oturtabilirsek, bu noktadan dünya kardeşliğine büyük etki yapabilecek konumdayız. Bu, hem ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ mirasını düstur edinen Atatürkçü kesimin, hem din adına hareket edenlerin, hem ‘hümanizm’e inanan liberallerin ortak paydasıdır

AL 3/103  Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.
Umuyorum, ülkemizde kardeşliğin tesisi bakımından hayırlı bir dönemin eşiğindeyiz. Bizi yönetenlerin, toplum liderlerinin, aklı selim, kalbi selim olmaklığı için dua edenlerdeniz. Kendi içimizde kardeşliği sağlam bir zemine oturtabilirsek, bu noktadan dünya kardeşliğine büyük etki yapabilecek konumdayız. Bu, hem ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ mirasını düstur edinen Atatürkçü kesimin, hem din adına hareket edenlerin, hem ‘hümanizm’e inanan liberallerin ortak paydasıdır. Birlikten kuvvet doğar… Tarafların samimiyeti, zamanla ortaya net bir biçimde çıkacak. Nefsimizin sınanacağına şüphe yok. Bu nefis mücadelesini verirken toplumu oluşturan her birey, içinde Hak’tan taraf olanı ve nefsani olanı bilirse, tuzaklardan sakınma konusunda daha donanımlı olur diye düşünüyorum. Bu konuda katkı sağlayabilirsek ne mutlu bize!

CEHALET

YUSUF 12/58  (Bir gün) Yusuf’un kardeşleri çıkageldiler ve onun yanına girdiler. O, onları görür görmez tanıdı, oysa onlar onu tanıyamamışlardı.
İşte nefsin en koyu perdelerinden biri; ‘cehalet’, hem de kardeşimizi tanıyamayacak kadar… Kardeşlerim, biz Adem’in çocuklarıyız, toprağın çocukları… Gün geldiğinde cesetlerimiz toprağa döner, toz olur, kül olur, erir gider doğada. Öyle bir hale gelir ki bedenler, artık birbirinden ayrılamayacak şekilde, tüm diğer unsurlarıyla yerküremizin, sarmaş dolaş olmuşuzdur. Üstümüze bassalar sesimiz çıkmaz, nice şifalı bitkiler, çiçekler biter bizden, ne faydalı madenler çıkarırız bağrımızdan. Biz topraktan geldik, onun için toprak bizi reddetmez. Fakir, çok gezdim; beyaz kumlu plajlarda, denize koşup, güneşe daldım, gri taş çöllerinde geceleri, aya ve yıldızlara baktım… Yürüdüğüm yolların toprağı renk renk, çeşit çeşittir; kara, sarı, kahve tonları, kızıl… Tıpkı insanlar gibi, hepsi ayrı güzel… Bir efsaneye göre melekler, insanın çamurunu oluştursun diye Yaradan, dünyanın her toprağından toprak, her denizinden su getirmişler. Hepsi bir arada yoğrulmuş. Onun için renk renkmişiz ve onun için dünyanın her yerinin toprağı bizi kabul eder. Nitekim Allah çeşidi sever!

KARDEŞLİK

Aslımız ise ‘ruh’ bizim, Allah vergisi, O’ndan geldi, O’na dönecek. Onun içindir ki “Ah” diyorum, bu bir ‘sır’dır, dinle, umarım erebilirsin hakikatine…

Yazının Devamını Oku

Kıyamet alametleri mi?

24 Şubat 2013
Sufi ustasına göre 2013 -2018 arası dünyada hastalıklar artacak, öfke patlamaları yaşayanların çoğaldığını göreceksiniz. Dikkatli olun!

Nasreddin Hoca bir gün sıkışmış, nehir kenarına inmiş, akan suya büyük tuvaletini edivermiş. Önünü nehre dönüp baktığında bir de görmüş ki b.ku suyun üzerinde yüzüyor; “Vay” demiş Hoca, “Şuna bak, benden çıkan bana yüzme öğretiyor; ahir zamandayız demek!”
Bu yazıyı yazmaktan kaçıp duruyordum. Ama bazen hoşa gitmese de yüzleşilmesi gereken şeyler var. Uyarıcılar uyarmak zorunda…
Geçen yılın dünya çapında en popüler ‘manevi’ gündemi ‘21 Aralık 2012 - dünyanın sonu mu?’ idi. Bir sürü yayın, yorum yapıldı bu konuda. Mevzu tek bir tarihe indirgendi neredeyse, o gün gözle görülür bir olay olmadı ve çoğumuz yaşamımıza kaldığımız yerden devam ettik, ediyoruz. Sanki yok olmaktan yırtmışız gibi… Fakir o tarihte Konya’dan yeni dönmüştüm ve ilk makalem yayımlanmıştı, bir sonraki pazara kadar gündem çoktan değişmişti. Kıyamet tellallığı yapmak istemedim taze bir yazar olarak hem de ‘sözde’ kıyamet dalgası sönmekteyken. İşin aslı inanmak istemiyordum zorlu günler senaryosuna; Konya’da sufi ustalardan önümüzdeki beş seneyle ilgili duyduklarım pek de neşeli değildi…

DÜNYADA FELAKETLER ARTACAK!

Derviş Baba da sonbaharda uyarılarını sıklaştırmaya başlamıştı: “Evlatlarım bu dünya hayatı gelip geçici ve pek de kısa, ahiretiniz için hazırlığınızı, ruhunuzu güçlendirmeyi ihmal etmeyin.” Aslında hepimiz biliyoruz ölümlü dünya olduğunu ama bırakın her an ölecekmiş gibi yaşamayı, hiç ölmeyecekmişçesine bir dünya telaşesi içinde ‘yuvarlanıp gitmedeyiz’. Halbuki inananlar için yapılabilecekler var son nefes verilene kadar. İyi bir insan olmaya çabalamak, hatalarımız, günahlarımız için bağışlanma dilemek, hayırlı işler yapmaya gayret etmek, dünyevi bağımlılıklardan kurtulmak, gönlümüzü temizlemek, nefsimizi terbiye etmek, hoşgörüyü kendimizde hâkim kılmak, affetmek, sevilenimizi sevmek, Yaradana yakınlaşmak… En azından samimiyetle niyet edersek, istikametimiz belli olur bari. Rabbim yardım eder…
Şeb-i Arus sebebiyle Konya’da ziyaretinde bulunduğum sufi ustası öğrencilerini toplamış konuşmaya hazırlanıyordu. Hep güzel şeyler duymaya alışmıştık toplantılarında, hiç beklenmedik bir yerden girdi konuya bu sefer: “Gayretinizi arttırmanızı istiyorum, zorlu bir döneme girdik. 2013 -2018 arası dünyada felaketler artacak. Doğa olaylarının artmasının yanında dünyamıza gökyüzünden gelecek belalar için de hazırlıklı olun, bunlar büyük çapta olabilir. Hastalıklar artacak, en çok da ruhsal hastalıklar, çevrenizde en hafifinden ruhsal bunalım, öfke patlamaları yaşayanların çoğaldığını göreceksiniz. Öte âlemlerle ilişki kurma, manevi deneyimler de artacak, bunlardan bir kısmı 3 harflilerle (c.nler) bağ kurmalar olacak, musallat olmalar artacak, boyutlar arası geçişkenlik arttı çünkü. Dikkatli olun!”

CİDDİYE ALMAKTA FAYDA VAR

Maya şamanı ‘Don Alehandro’ başta olmak üzere diğer pek çok şaman karanlığa gittiğimiz bir dönem olduğunu söylüyor. Kadim Hindu bilgeliği halen karanlık çağ ‘Kali Yuga’ içinde olduğumuzu ve aydınlık çağ gelmeden önce karanlığın koyulaşacağını bildiriyor. Tibet budist metinleri, dünyada otoriter bir yönetimin hüküm süreceğini, ona direnen ufak bir azınlığın kalacağını ve teknolojik silahlarla bizi yok oluşa götürecek bir savaşın eşiğinde ‘Şambala’nın ustalarının bedenlenerek insanlığı kurtaracağını ve altın çağı başlatacaklarını öngörüyor. Bu liste uzatılabilir. Artık son derece ‘hüsnü zan’ sahibi sufi ustaları da basiret gözüyle bir şeyler görüp bizi uyarma ihtiyacı hissettiklerine göre ciddiye almakta fayda var galiba durumu.

Yazının Devamını Oku

Babalar, Oğullar…

17 Şubat 2013
Bu bir kalp krizi değil. Babamın kalbi açıldı… Belki o mektubu yazmasaydı, o açılıma izin vermeseydi içinde ölecekti, hepimiz kahrolacaktık, kim bilir?

Geçen hafta babam bir kalp krizi geçirdi. Doktorlara göre kalbine giden üç ana damardan biri tıkanmış. Annem gecenin bir yarısı telaş içinde aradığında önemli bir şey olduğunu hissetmiştim. Yol boyunca dua ederek hızla annemlerin evine vardım. Babam fenalaşmış, istifra etmiş, geldiğimde yere yığılmış bir haldeydi, rengi bembeyazdı. Konuşacak duruma geldiğinde, göğsünde bir baskı hissettiğini ve kollarına vuran bir ağrı olduğunu söylüyordu. Ayağa kalkabilince daha fazla vakit geçirmeden arabaya atladık, en yakın hastanenin aciline girdik. Nöbetçi doktor bizi ambulansla Florance Nightingale Hastanesi’ne sevk etti. Muhtemelen kalp krizi geçiriyordu. Her dakika hayati önem taşımaktaydı.
Hastanedeki uzman doktor acil opere edilmesi gerektiğini söyledi. Durumu ona anlattık ve müdahale kararını beraber aldık, şükür bilinci açıktı. Ellerini öptüm, güzel şeyler düşünmesini söyledim, bir gül bahçesi hayal etmesini istedim ondan ve önce Allah’a, sonra doktorlara emanet ettik kendisini. Annem, kardeşim ve fakir, sessiz bir bekleyiş… Gönüllerimizden dua seli akıyordu o sessizlikte. İç dünyamı tüm çıplaklığıyla seyrediyordum. Bağışlanmasını diledim. Kurtulursa kalan ömrünün hayırlı geçmesini niyaz ettim. Bir yandan kendimi her türlü sonucu kabullenmeye hazırlamaya çalışıyordum. Sınav büyüktü. Erenlerin himmeti, bir saat kadar sonra gelen sevinçli haberle biraz olsun rahatladık. Kalp damarı balonla açılmış, stent takılmış, krizi atlatmıştı. Üç gün yoğun bakım, bir hafta hastanede kaldı. Birkaç gün önce taburcu oldu, şimdi iyi, bir süre dinlenmeden sonra kaldığı yerden, ama olumlu anlamda daha farklı biri olarak devam edecek hayatına bence. Hamd’olsun!

HEP MÜCADELE ETTİK

Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Arif anı seyr eyler, Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler… (Erzurumlu İbrahim Hakkı)
İşin zahiri (görünen) tarafını anlattım. Bir de batıni(iç yüzü) tarafı var… Her aile gibi bizim de sorunlarımız oldu. Bilirsiniz, büyük erkek çocuk ve baba ilişkisi çok çetrefilli olabilir. Babam kendi babası tarafından sert yetiştirilmiş bir adamdı. Evlendikten sonra ailesini geçindirmek için kendini işine adamış, başarı kriteri toplumun da dayatmasıyla ‘para’ olmuştu. Pek çok baba gibi çocuklarının da kendisi gibi olmasını istiyordu, ‘bizim iyiliğimiz için’. Bebeklik dönemim hariç, bana pek sevgisini ifade etmeyi beceremedi, sadece bana değil, bu konuda tutuktu, böyle görmüştü. Allah için ben de büyüdükçe aykırı bir tip oluyordum; bu, işleri kolaylaştırmıyordu.
Babamı uzun süre bir çocuk gözünden görmeye devam ettim ve suçladım. Kendime onunkinden çok ayrı bir yol seçtim. Hep mücadele ettik ama kararlı olduğum noktalarda da beni destekliyordu. İpler hiç kopmadı. Derken, kendimle uğraşmaya başladığımda yavaş yavaş bakışımı değiştirmeye zorladım kendimi, bir yetişkin gibi bakmaya ve bir çocuğun kurban psikolojisinden kendi sorumluluğunu almaya doğru sancılı bir geçiş… Müthiş işe yaradı, ilişkimiz zamanla tamir olmaya başladı. Kendimdeki değişiklikler çevremi de ilişkilerimi de dönüştürüyordu. Yetişkin oğul babayı onun arka planıyla okuyabiliyor, böylece onu anlıyor ve hoşgörebiliyordu. Böylece ikimiz de özgürleşmeye başladık.

KAPIYI ÇARPTIM

Yazının Devamını Oku

Uçmak...

10 Şubat 2013
Nefsimin arzularına hâkimiyet kurmanın önemini henüz tam idrak edememiştim. Elimdeki gücü, zihnimin doğal isteklerine akıtmak yerine, nefsimin arzularına kullanma gafletine düştüm. Başıma neler neler geldi...

Çocuk aklı işte… 5-6 yaşlarındayım. Annemler evde yoktu. Anneannem içerde odada uyukluyordu. Şişli’deki evimizin salonunda ‘Sony’ bir radyo/kasetçalarımız vardı. Slow müzik henüz ölmemişti. Annemin ‘kadife sesli’ diye çok sevdiği Julio İglesias kasedini taktım ve ‘play’ butonuna bastım. Salonun ışıklarını kapadım, halının üzerinde yere bağdaş kurup oturdum. Uçacaktım! Allah’tan pencereden falan atlamaya kalkmamışım da nasılsa zihin gücüyle havalanabileceğime inanmışım. Gözlerimi kapadım, ıkındım, sıkındım, kafamda bir zonklama, göğsümde bir heyecan oldu ama bir milim bile havalanamadım. İlk meditasyon ve uçma deneyimim böyle dürtüsel şekilde gelişmiş ve hüsranla sonuçlanmıştı. Kim bilir anneannemin anlattığı hangi masal ya da belki de tamamen içsel bir itki, emindim uçmanın bir yolu olduğuna.
Ergenlik çağında böyle sizi arkadaşlarınızın yanında komik duruma düşürebilecek şeyleri pek anlatmazsınız. Sohbetler, o günlerde geçer akçe neyse onun üzerinden yapılır, birçok hayaliniz de ‘çocukça’ olduğu için rafa kaldırılır, toplumun şartlama çalışmaları sizi şekillendirmeye çoktan başlamıştır. Yenilmek üzere olduğunu fark etmez çoğumuz.

TRANSANDANTAL MEDİTASYON

Ancaak, Allah yardım ederse iş başka… Nitekim 16-17 yaşındayken gazetede bir ilan dikkatimi çekti; ‘Transandantal Meditasyon (T.M.)- Maharişi Birleşik Alan Teknolojisi Derneği.’ Doğunun sırlı öğretileriyle ilgili birkaç kitap okumuştum. Meditasyon kelimesi aşinaydı. Dayanamayıp aradım. Bilgi almak istiyordum. O da nesi, bu meditasyon hallerinin içinde ‘yogi uçuşu’ olarak bilinen ileri teknikler de yeni yeni öğretilmeye başlamaktaymış. Bastım derneğe gittim. Tanıtım videoları izlettiler. ‘Uçan Yogi’leri ilk o zaman gördüm. Bu uçma tekniğinin ilk basamağı olan ‘hoplama’ öğretiliyordu henüz ama anlık da olsa ‘uçma’ denebilirdi buna. Tav olmuştum fakat kurs parasıydı, aileden izindi, okuldu derken, başıma gelen sıkıntılar, iş, aşk, seyahatler, ertelene ertelene sene 1996’yı bulduk.
26 yaşında, daha başka meditasyon deneyimlerinin ardından T.M. öğrenmek nasip oldu. Şansım yaver gitmeye başlamıştı. O sene Hintli hocalar ‘yogi uçuşu’nun da öğretildiği ‘T.M. Sidhi’ kursu vermeye geliyordu. İşten izin alabildim, para buldum ve kursa yazıldım. İki aylık eğitimin son 15 günü Uludağ’da yatılı yapılıyordu.
Ustam Satya Prakash Verma, Maharişi’nin yanında yetişmiş değerli ‘Siddha’ eğitmenlerindendi. Kurs boyunca hem tercümanı hem de grubumuzun lideri olmuştum. Kısa bir süre sonra sorulan sorulara ustam ağzını açmadan onun bir baş işaretiyle cevap verebilir hale gelmiştim. Tasavvufta buna ‘rabıta’ denir. Zihinlerimiz aynı kaynağa açılabiliyor ve ‘tüm olasılıklar’ alanından, ‘ortak bilinç’ alanından bağ kuruyordu.

KERAMET ÖZELLİKLERİ

Yazının Devamını Oku

Ruhu besleyen ve çürüten hasletler

3 Şubat 2013
Dikkat nereye giderse biz de peşinden gidiyoruz. O yüzden dikkatimizi güzel, yapıcı, olumlu tarafta tutabilmemiz önemli.

Kesip saklayabileceğiniz şematik anlatımları severim. Koçluk yaparken de bazen seanslarda hedeflerinizle ilgili, yolunuzun adımlarıyla ilgili tablolar çıkar. Bazen de güçlü motivasyon cümleleri, semboller tüm bir seansı özetlercesine büyük harflerle yazılır. İnsan zihni çağrışımlar üzerinden genişleyebilir. Koca bir hikâyenin kalbi bir cümlede atabilir. Bu yüzden özlü sözleri, fıkraları da severim. Bazen ‘post-it’lere yazar etrafa yapıştırırım. İçselleştirene kadar gözümün önünde tutarım.
Yılların ‘meditasyon’ çalışmalarının fark ettirdiği şeylerden biri de dikkat nereye giderse bizim de peşinden gittiğimiz gerçeği. Dikkatin yöneldiği alanda canlanma başlar. O yüzden dikkatimizi hayırlı, güzel, yapıcı, olumlu tarafta tutabilmemiz önemli. O nitelikler canlanır. Bu her zaman kolay olmuyor; vesveseler, nefsimizin tüketme tutkusu vs. dikkatimizi ayartmayı bırakmak istemiyor. Biliyor namussuz, ruhumuz parıldadıkça nefsin hâkimiyet tahtı sallanıyor. Gölgemiz aslımıza kafa tutmaktan kolay vazgeçmiyor. Ama nefsin ‘benlik’ iddiası usta bir rehber önderliğinde, Allah’ın yardımıyla, çalışma ve sabırla, kontrol altına alınabilir. Özgürleşmek başka türlü mümkün değil. Kendini özgür zanneden birçoğumuz maalesef nefsin arzularının esiri olduğumuzun farkında değiliz. Aslımızı bilmiyoruz çünkü.
Bugün yerim dar ve bu yeri sizler için en hoş ve faydalı şekilde nasıl kullanabileceğimi düşündüm. Bir işaret ararken, Noel’de Saint Antoine Kilisesi’ne yaptığım ziyaretin notları kendini gösteriverdi. Orada girişte asılı mantar panoda dikkatimi çeken bir şemayı cep defterime kaydetmişim. Bir ara o sayfayı kopartıp odamdaki mantar panoda bir süre misafir eder, incelerim diye düşünmüştüm. Bencilliğin gereği yok, paylaşalım...

Bugün yerim dar ve bu yeri sizler için en faydalı şekilde nasıl kullanacağımı düşündüm. Bir işaret ararken, Noel’de Saint Antoine Kilisesi’ne yaptığım ziyaretin notları kendini gösteriverdi. Oradaki mantar panoda dikkatimi çeken bir şemayı cep defterime kaydetmişim.

Önceliklilik bakımından katılmadığım şeyler var, iyi ve kötünün bu şekilde şartlar gözetilmeden ortaya konulması ve bunun üzerinden yargılamaya gidilmesi elbette olamaz. İsa (a.s.)’nin de böyle yapmadığını biliyoruz. Yine de İsevi şeriatik değerlerini anlamak bakımından alınacak dersler var, tabii tüm İseviler de bu tabloya bu şekliyle itibar ediyor da diyemeyiz. Unutmayalım ki bir şeyi ‘doğrusu budur’ diye ortaya koyan en başta kendisi bundan mesul oluyor ve gerektiğinde o değerler üzerinden yargılanırsam diye düşünmesi gerekiyor. Değerlendirmeyi size bırakıyorum.

Yazının Devamını Oku

Mevlit Kandili’nin ışığı kalbinizi ısıtsın

27 Ocak 2013
Kalbimde Hz. Muhammed’e sevgi hissettiğim o gün ‘Mevlit Kandili’ yanmıştı. Musevi olmam o sevgiyi hissetmeme engel olmadı.

O sabah neşeli uyandım. Lavaboya giderken, koridorda asılı duran ‘saatli maarif takvimi’nin eski sayfasını yırttım; arkasını okudum ve yeni güne baktım. Günlerden 23 Ocak 2013 Çarşamba, sol üst köşede yazana göre 1434 Hicri Rebiülevvel 11. Tarihin hemen altında yazanı okumamla günün ilk kutlama mesajını almış oldum; “Mevlit Kandili - Kandiliniz kutlu olsun”. Sizin de kutlu olsun! O zaman bugün ülkemizdeki genel inanışa göre Mevlid en-Nebi ya da Mevlid-i Şerif, yani Kuran’da yazdığına göre (Enbiya Suresi) bu gece “Âlemlere rahmet olarak gönderilen” Hazreti Muhammed’in (sav) kutlu doğumunun gerçekleştiği gece!

Kalpten kalbe yol

Rabbimin “Bana yaklaşmak için vesileler arayınız” (Maide Suresi) tavsiyesi çok hoşuma gider; burada hem O’na nasıl yaklaşacağımı araştırmam için bir teşvik hem de içimdeki çocuğun oyuncu merakını kışkırtan bir davet vardır. Abdullah b.Abbas’ın (r.a.) Hz. Muhammed’den (sav) rivayet ettiği “Sizi maddi ve manevi bakımdan beslediği için ‘Allah’ı’ seviniz. ‘Beni’, Allah sevdiği için seviniz. ‘Ehl-i Beyt’imi’ ise, ben sevdiğimden ötürü seviniz.” hadisi Allah’ı sevenler için O’nun sevdiklerini sevmenin, Peygamber sevgisinin, bu vesilelerin başında geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Çünkü ahirette/ ebediyette “sevdiklerimizle haşr” olacağız, yani birlikte olacağız. Gönlünde Hz.Peygamber ile olan, Allah ile olacaktır. İşte “kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez”in sırrı bu. Hz. Muhammed’e (sav) ‘Salavat’ getirmenin hikmeti de burada. Tüm sevenler birbirine bağlanıyor…
Hz. Peygamber’i tanımadan nasıl seveceğiz? Bu fakirin öyle bir kabiliyeti yok. Çok şükür Yüce Allah Hz. Peygamber’le tanışmaklığı bağışladı: Bir sonbahar günü eski bir arkadaşım beni bir ‘Allah dostu’ ile tanıştırmaya götürüyordu. Açılan kapıdan önce arkadaşım girdi, eşikte içeri davet edilmeyi bekliyordum. Arkadaşım kısaca beni takdim ettikten sonra içeriden “buyrun, hoş geldiniz” diyen sıcak sesi duydum ve odadan içeri girmemle yüz yüze geldik. İçimden bir ses hayretle “Aa, ben!”, “Dost!” deyiverdi. Ayağa kalkmıştı, göz göze baktık, el sıkıştık, yüzüme bir gülümseme yayıldı, içim rahatladı ve genişledi. Karşılıklı oturduk ve uzun uzun sohbet ettik. Uzun diyorum ama zamanın durmasını nasıl anlatırsın ki. O güne kadar ne İslam hakkında ne de Hz. Muhammed hakkında sağlıklı bir bilgim vardı. O gün de bu konuları konuşmadık aslında ama içimi bir merak almıştı. Bu adamı sevmiştim, hali bir hoştu, onun yanında ben de bir hoş olmuştum. Bunun sırrı, kaynağı neydi?
Benzetmemi mazur görün ama hani bir bara girersiniz, ne içsem diye düşünürken, hali çok güzel birini görürsünüz ve barmene dersiniz ki: “Barmen bana da bunun içtiğinden ver!”. İşte böyle oldu. O Allah dostunun içtiği muhabbet şarabının kokusu bile beni sarhoş etmeye yetmişti. Ben de o şaraptan içmeye talip oldum. O şarap ‘Hakikat Şarabı’ydı, ‘Ehl-i Beyt sevgisi’ydi, ondaki hal ‘Resulullah hali’nin bir yansımasıydı. Tanıdığım kişi bana göre Evliyaullah Hazeratından bir ‘Veli’ idi. Daha önce -yaşlılar ve güzel kadınlar dışında- kimsenin elini öpmemiştim. O eli öptüm. Öptüğüm el o kişinin eli değildi, O el, O’nun ustasına, oradan O’nun ustasına, Hz. Pir Seyyid Ahmed er-Rufai’ye, hiç kesintiye uğramadan taa Hz. Ali’ye, doğrudan Hz. Muhammed’e ve nihayet Hz. Allah’a giden eldi. Böylece Hz. Peygamber’in elini öpme şerefine nail olmuştum. Velayet yolunda böyle derler: “El ele, el Hakk’a…”
Zamanında sohbet ettiğim bir büyük Kabala ustası ‘Rav. Michael Laitman’a sormuştum; “Rabbi, ‘Maşiah’(Mesih) ne zaman gelecek?”. Rav. Laitman çok hoşuma giden bir cevap vermişti: “Kalbine Allah sevgisi gelince Maşiah gelmiş olacak!...”

VAHDET HAFTASI

Yazının Devamını Oku

'Derviş Baba' Deliler, Abdallar, Meczuplar, Aşıklar Kahvehanesi

20 Ocak 2013
Bundan iki sene önce bir bayram gecesi, arkadaşlarım bana jest olsun diye, mükellef bir yemek sofrası hazırlamışlardı.

Yemeğin sonunda, sofradaki herkesin bir dilek dilemesini istedim. Kendimi sona bırakmıştım. Dileğim, İstanbul'da, insanlara hayrı dokunacak bir mekân açmaktı. Otantik bir mekân düşlemiştim. Eski İstanbul kültürünün yaşatıldığı, farklılıkların kaybolduğu, merkeze insanı koyan, hayır-hasenatı bol bir işletme… Hem keyifli bir yer olsundu…

Bu geceden on gün kadar sonra bir manevi sohbet meclisinde Ali Denizci ile karşılaştık. Namı diğer 'Komünist Ali'. Ali heyecanla yaşadığı mahalledeki acayip durumları anlatıyordu. Sosyal duyarlılığı yüksek bir abidir. Meğer Balat deli kaynıyormuş. Fakir, fukara, gariban da çokmuş. Gidip çay içecekleri bir yer yokmuş. Mahalle İstanbul'un kahvehanesi en bol yerlerinden biriymiş ama kadınların rahat oturabileceği yer de eksikmiş.Sulukule yıkımından sonra bir kısım roman Balat'a sığınmış. Kentsel dönüşüm gelmiş dayanmış. Ne trajediler yaşanıyormuş. Bi de turistlerin, fotoğrafçıların uğrak yeriymiş…

KİŞİ GÖNLÜNDEN GEÇENE DİKKAT ETMELİ!

Artık kimse kalmadı ama yaşlıların anlatmasından Balat'ın İstanbul'un en eski Yahudi yerleşim merkezlerinden biri olduğunu biliyordum. Ayrıca, komşu semt Fener'deki Ortodoks Rum Patrikhanesi, sonra 'demir kilise' epey meşhurdur; gözümün önünde çok renkli bir tablo canlanmıştı. Hayallere dalmışım…
Birden, sohbetinde bulunduğumuz 'Derviş Baba' Ali'ye, "O zaman sen de orada bir kahvehane açıver evladım" deyiverdi. Fakir de on gün önceki dileğimi hatırlayıp 'darısı başıma' diye aklımdan geçirmeyeyim mi? Derviş Baba bana dönüp "Sen de yardım edersin" demez mi? Olur mu, olmaz mı derken kendimi Balat'ta, Ali ve Balat'lı diğer kurucu ortağımız 'Haydut Murat' ile birlikte yer ararken buldum. Kişi aklından, hele gönlünden ne geçirdiğine dikkat etmeli!
İstanbul'un en eski sinagogu olan ‘Ahrida Sinagogu’nun hemen karşısındaki ufak dükkanı tutmaya paramız anca yetti. Duvar tuğlalarından, ahşap mobilyalarına, sundurmasından tezgâhına, boyasına, mekânı çevremizin de yardımıyla bir hafta gibi rekor bir sürede inşa ettik. Zamanla eksiklerimizi tamamladık. Aramıza Bircan katıldı. Kah seyahatlerimizden toparladıklarımızla, kah gelen hediyelerle, kahvehanenin dekorunu oluşturan malzemeler çabucak yerini bulmuş ve bir ay içinde mekan sanki bin yıldır orada imiş gibiydi.

NUH’UN GEMİSİ GİBİ

Yazının Devamını Oku