Mevlüt Tezel

Hamza milletvekili oldu çok mu işe yaradı

2 Ağustos 2008
Pekin Olimpiyatları, Türkiye adına pek parlak geçmeyecek gibi gözüküyor. Olimpiyat kafilesinde boks, halter, güreş, tekvando gibi başarılı olduğumuz dallarda bile "Kesin altın alır" diyeceğimiz yıldız sporcumuz çok az. Asıl moralleri bozan ise, durum bu kadar vahimken Halil Mutlu, Hamza Yerlikaya gibi şampiyonları Pekin’e götürememek.

Halil Mutlu doping cezasından sonra Avrupa Şampiyonası’nda kazandığı madalyaya rağmen Pekin’e gitmiyor. Gerekçesi ise, Olimpiyatlar’a gönlünce hazırlanamamak.

Peki Hamza Yerlikaya’nın durumu... Onun daha önemli işleri var, çünkü o artık milletvekili. 8 Avrupa, 3 Dünya, 3 Olimpiyat şampiyonluğu bulunan, otoritelerin ’asrın güreşçisi’ kabul ettikleri Yerlikaya’yı 31 yaşında milletvekili yapmak ülkemiz adına çok mu hayırlı oldu?

Yerlikaya, Başbakan’ın "Altın madalya kazanacaksan katıl, iyi düşün" uyarısına uyup "Benim hedefim ikincilik, üçüncülük değil. ’Önemli olan Olimpiyatlar’a katılmak’ gibi bir düşüncem de olamaz" demiş.

Sakatlıklar bahane... Yerlikaya milletvekili olmasaydı, yeterince çalışsaydı pekálá Olimpiyatlar’a katılırdı.

Aslında sadece Yerlikaya’yı eleştirmek de haksızlık olur. Güreş sporu, futbol gibi popüler değil, büyük paralar kazanılmıyor ve Yerlikaya da büyük ihtimalle hayatını garantiye almak için milletvekili oldu.

Futbol dışındaki spor dallarına gerekli önemi göstermezsek, biz daha çok Hamza gibi şampiyon milletvekilleri çıkarırız. Ne de olsa üçüncü Olimpiyat şampiyonluğunu kazanıp efsane olmak Türkiye’de karın doyurmuyor.

Acıların çocuğu Haluk Piyes

Yakışıklı oyuncu Haluk Piyes, kendi hayatından esinlenerek çektiği "Barut" filmi için verdiği röportajda uzun uzadıya çocukluk ve gençlik yıllarından bahsetmiş.

Aynen aktarıyorum:

"1975’te Köln’de dünyaya geldim. İki tane ablam var. 12 yaşına kadar ailem olmadan yaşadım. Babam ben üç yaşında bizi bırakıp gittiği için sokak ailem haline geldi. Altı yaşında bir otobüs şoförünün yardımıyla kendimi okula yazdırdım. Yuvaya bile kendi kendime yazılmıştım."

Şoför amca, Piyes’i okula yazdırırken anne ve iki abla nerede belli değil. Almanya’da 4-5 yaşındaki çocuklar kendilerini nasıl yuvaya yazdırıyor, akıl alır gibi değil. Bu arada 12 yaşından sonra Piyes ailesiyle nasıl buluştu acaba? Yoksa onları da şoför amca mı bir araya getirdi?

Bitmedi, eğlence devam ediyor. Muhabir, hayatı sokaklarda büyük zorluklarla geçen Piyes’e "Peki, Almanya yıllarınıza dair hiç mi güzel anınız yok?" diye soruyor. Yanıt: "Olmaz olur mu... Vuruldum, bıçaklandım, kulaklarım kesildi (Doğruysa Piyes’in kulakları estetik) ama küçük yaşlardan itibaren başıma gelen her şeyin nedenini arayan birisi oldum."

Durun daha bitmedi... Muhabir: "Yaşadığınız şiddet sizi sosyal danışman olmaya itti değil mi?" diye soruyor. Piyes’in yanıtı ise şöyle: "17 yaşında sosyal danışman olarak çalışmaya başladım..." Üç noktadan sonrasını merak etmeyin. Piyes’in nasıl sosyal danışman olduğuna dair hiçbir bilgi yok.

Hayatı Küçük Emrah tadında yaşayan Piyes, sokaklarda kendini savunmayı öğrenirken boksa başlayıp Almanya şampiyonu olmuş. (Bilseydik Piyes’i Olimpiyatlar’a götürürdük.)

Piyes’
i boks da kesmiyor. Hukuk fakültesine giriyor. Yakışıklı oyuncunun hukuk fakültesini bitirmeme nedeniyse tam evlere şenlik. Piyes, Alman adalet sistemini adil bulmadığı için hukuğu bitirmemiş.

Eğer "Barut" Piyes’in bu anlattıklarını konu alsaydı, bu filmi David Lynch bile toparlayamazdı.

Avukat olmak isteyen Ebru Destan’a başvursun

Meğer avukat olmak için hukuk fakültesini bitirmeye gerek yokmuş... Bakın içindeki sanat aşkıyla avukat olmaktan son anda vazgeçen Ebru Destan ne diyor: "16 yaşında avukat olmaya çok merakım vardı. Gittim bir avukatın yanında çalıştım. Bir stajyer avukat yetiştirecek kadar hukuki ve siyasi donanıma sahibim."

Destan’a dört yıl hukuk okuyup stajyer olma hakkını kazanan avukatlara dahi ders verecek donanım ve bilgiyi 16 yaşında kazandıran avukat kim, çok merak ettim.

Kürtçe söyleyenden ikametgáh isteniyor

Kürtçe müziğin yeni sesi Ayfer Düzdaş ilk solo albümü "Leyla"nın şerefine Taraf’tan Özlem Ertan’a verdiği röportajda "TRT’de Kürtçe yayın yapılıyor, ama bırakın TRT’yi özel TV’lerde bile Kürtçe söyleyen sanatçıların kliplerine yer verilmiyor. Çok gizli bir ambargo var" demiş. Düzdaş Kürt sanatçılardan katıldıkları konserlerde kimlik ve ikametgáh bilgilerinin de istendiğini söylüyor.

Ahmet Kaya Magazin Gazetecileri Ödül Töreni’nde "Kürtçe şarkılarımı yayınlayacak kanal var mı?" diye sorduğunda çatal ve bıçak yağmuruna tutulmuştu. Anlaşılan değişen bir şey yok. Mesele TRT’nin Kürtçe yayın yapması değil, kafalardaki ambargoyu kaldırmak.
Yazının Devamını Oku

Atatürk dövmesi nereye gitti?

26 Temmuz 2008
Sümer Tilmaç, Hürriyet’ten Şermin Terzi’ye verdiği röportajda kolundaki kalpaklı Atatürk dövmesi için "5 yıl önce yaptırdım, şimdi olsa daha büyük yaptırırdım... Kendi devrimcimi kolumda taşımak istedim" diyor. Şık bir dövme, ancak bu dövmeyi "Milyonda Bir" dizisinde göremedik. İlk bölümlerde Tilmaç’ın dövmesinin olduğu sağ kolunda bandaj vardı.

Milliyet Televizyon Dergisi’ndeki "Söz Okurun" bölümünde Senem Enez adlı bir okur "Tilmaç’ın kolunda bandaj var. Bu rahatsızlıktan dolayı mı yoksa orada olan kalpaklı Atatürk dövmesini kapatmak için mi? Eğer böyle bir şey varsa ve böyle bir şeye Sümer Bey izin veriyorsa o da bizleri üzer" demiş.

Evet böyle bir şey var. Dördüncü bölümde de yaz sıcağında Tilmaç uzun kollu gömlek giyiyordu.

Tilmaç’ın canlandırdığı Yaşar Usta karakteri bir bahçıvan. Dövmeli bir bahçıvan olamaz mı? Olabilir de, olmayabilir de. Dövmenin Yaşar Usta karakterinin gerçekliğini gölgeleyebileceği de düşünülmüş olabilir.

Bana kalırsa dövme olsa da bir sorun çıkmazdı. Hatta bu dövmeden çok güzel yan öyküler çıkabilirdi.

Anneler ve eşcinsel oğulları

Oğlunuz bir gün yanınıza gelip "Ben eşcinselim" deseydi ne yapardınız?

Türkiye’de bu soruyla yüzleşen ya da bildiği halde yüzleşmekten kaçınan birçok aile var. Var ama, eşcinsellerin sorunlarının tartışılması için önümüzde daha yüz yıl olduğundan (bunu şu anki devlet yetkilileri diyor) bu sorunlar gündeme gelmiyor.

Neyse ki, Lamda İstanbul gibi sivil toplum kuruluşları var. Lamda İstanbul, eşcinsel, biseksüel, travesti olan çocukları ebeveynleriyle buluşturuyor.

Cumartesi günleri düzenli olarak buluşan Lamda İstanbul aile grubu, "Kim olursan ol, önce benim çocuğumsun" sloganından hareket edip "Bu topraklarda farklı cinsel kimliklere yöneltilen şiddet son bulsun" diyor.

Taraf gazetesinden Ayça Örer, "Onlar eşcinsel çocuklarına sahip çıkıyor" başlıklı haberinde 15 yaşında "Ben senin gibi hissetmiyorum. Kız gibiyim" itirafında bulunan oğlunu artık kızı kabul eden Pınar Hanım’ın şu anlamlı sözlerine yer vermiş:

"Hálá oğlumun yasını tutuyorum, geceleri eski fotoğraflarını öpüp koynuma koyuyorum."

Aynı Pınar Hanım şimdi çocuğuna ameliyat öncesi süreçte yardımcı oluyormuş. Hatta çocuğundan daha ilgiliymiş, bilinçlenmek istiyormuş.

Lamda İstanbul aile grubunda aynı durumu yaşayan ailelerle fikir alışverişinde bulunmak için toplantıları kaçırmıyormuş.

Türkiye’de Pınar Hanım’ın durumunda birçok anne var. Bilinçlenmeleri, yol gösterilmeleri gerekiyor.

Lamda İstanbul, bu görevi üstlenen sivil toplum örgütlerinden biri. Ancak onlar da toplumun ahlakını bozdukları iddiasıyla kapatılma davasıyla boğuşuyorlar. Seslerini duyurma şansları çok az. Çünkü Türkiye’nin çok daha önemli gündem maddeleri var!

Tüylü kadınlar çekicidir

Yok ben değil, Almanya’da satış rekorları kıran "Feuchtgebiete" (Bataklık Bölgeler) kitabının yazarı Charlote Roche diyor.

Roche, kitabında hemoroit ameliyatı olmak için hastaneye yatan 18 yaşındaki Helen Memel’in hasta yatağında kurduğu cinsel fantezileri anlatıyor. Hem de ne fanteziler!

Helen, vajina sıvısını kulak arkasına parfüm niyetine sürüyor. (Almanya’daki rap yıldızı Reyhan Şahin’in meğer bir bildiği varmış.) Apış arasına sızan kokudan büyük zevk alıyor. Seks fantezileri ise burada yazılmayacak cinsten tabu deviren.

Bu kitap Türkçe’ye çevrilmedi. Bilgileri Radikal Kitap ekinden Ümran Kartal’ın tanıtım yazısından okudum.

Roche’u Stern dergisi yeni bir feminizm öncüsü olarak alkışlıyor. Tabii kitabı ’iğrenç bir pornografi’ bulanlar da mevcut.

Gelelim en ilginç yoruma:

Bu kitabı parfümlü petlerin 24 saat vaat ettiği hijyen çılgınlığının eleştirisi olarak görenler de varmış. Ben "Sex and the City" kuşağının ve photoshop harikası kadınları idol olarak sunan kadın dergilerinin, kadını gerçek doğasından tamamen uzaklaştırdığını düşünenlerdenim.

Roche’un anlattığı tüylü çekici kadınları okumayı da merakla bekliyorum. Tabii Kartal’ın dediği gibi bu tabu deviren kitabı Türkiye’de basmaya cesaret edecek yayınevleri çıkarsa...
Yazının Devamını Oku

Bir Borat da bize lazım

12 Temmuz 2008
Geçtiğimiz ay New York Times yazarı Dave Itzkoff’ın Adam Sandler’ın yeni filmi "You Don’t Mess With the Zohan" hakkında kaleme aldığı makaleye arka sayfamızda yer vermiştik. Sandler’ın ABD’de kuaför mesleğine başlayarak hayatında yeni bir sayfa açmaya çalışan eski bir MOSSAD ajanını oynadığı filmde, terör sorununa rağmen İsrail ve Arap halklarının dostça yaşayabilecekleri vurgulanıyordu.

Itzkoff makalesine, Sandler’ın Yahudi asıllı olduğu için başta filmde oynamak istemeyen, çocukluğu Arap-İsrail savaşları arasında geçmiş Mısırlı oyuncu Ahmed Rehab’ın "Esprilerin yüzde 70’ni Yahudiler yapıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse uzun zamandır yüzde 30’u elde edememiştik. Her zaman yüzde 0’la yetinmiştik. Araplar için yüzde 30’luk espri oranı harika" sözleriyle noktayı koymuştu.

İlginçtir yine Yahudi asıllı bir oyuncu olan Sacha Baron Cohen, nam-ı diğer Borat da çekimlerine yeni başladığı filminde Arap-İsrail sorununa el atıyor. Hem de ne el atmak!

Anlatacaklarım kurmaca değil, gerçek: Cohen, 12 yıl MOSSAD ajanlığı yapmış Yossi Alpher ve terör gruplarını yakından tanıyan bir Filistinli genci belgesel çekeceğim diye kandırıyor. Bruno adında eşcinsel bir rock yıldızı kimliğine bürünüp konuklarıyla röportaj yapan Cohen, Arap-İsrail sorunu Brad Pitt’in eski (Jennifer Aniston) ve yeni (Angelina Jolie) sevgililerinin arasındaki dalaşmaya benzetip "Sizin çatışmanız o kadar kötü değil. Jennifer-Angelina daha beter" diyor. Hızını alamıyor konuklarına Hamas ile humus (bildiğiniz nohuttan yapılan meze) arasındaki farkı sorup delirtiyor. Sonra da "Niye sorununuzu kafa kafaya verip çözmüyorsunuz" diyor. Finalde ise röportajda bir sorun olduğunu fark edip kaçmaya çalışan MOSSAD ajanı Alpher ile Filistinliyi el sıkıştırıyor. Alpher’in röportaj sonrası yaptığı açıklama da ilginç: Röportaj bir an önce bitsin diye zoraki el sıkıştık. Cohen bizim trajik ve acılı çatışmamızı en alaycı ve yanıltıcı biçimde sömürdü."

Cohen’in anlatım dili her ne kadar anarşist olsa da her iki filminde tavrı ortak: Yıllar süren bu çatışma ’bitsin’ dileğinde bulunuyor.

Itzkoff, makalesinde büyük insanlık trajedilerinin yaşandığı İsrail-Arap sorununun ’mizahı yapılır mı’ sorusuna yanıt arıyordu.

Ben de aynı soruyu yöneltiyorum. Binlerce insanın hayatını kaybettiği Güneydoğu sorununun mizahı yapılır mı?

Halk konserlerinde niye rock’çılar yok

Yaz geldi. Her yerde kiraz, kayısı, karpuz vs., envayi çeşidinden meyve-sebze şenlikleri düzenleniyor. Halk konserlerinde sahne alanlar hep bildik şarkıcı, türkücü takımı. Ama bu memlekette rock dinleyenler de var.

Yıllardır albüm çıkarmayan şarkıcılar bile her yaz onlarca halk konseri veriyor. Neden?

Belediyelerin sanatçı seçme kriterleri magazin gündemine bağlı da ondan.

Gelelim zurnanın ’zırt’ dediği yere: Belediyelerin şarkıcılara ödedikleri paraların miktarını bilen var mı? Belli değil.

Ezbere konuşmuyorum, menajerler bilgi vermiyor. MÜYAP’ta, sanatçıların yılda kaç konser verdiklerine dair bir kayıt yok.

Kazansınlar sorun değil. Ama belediyelerin bu konserlere ne kadar para harcadıklarını biz de bilelim. Bakın o zaman ortalık nasıl karışıyor!

KİM NE DEDİ

n Federer: "Onu yenebilmek için her şeyi denedim... Evet, bu kort benim için en iyisiydi ama rakip de en kötüsüydü."

Nadal: "Kupayı kaldırmam harika bir şey. Ama dünyanın en iyi tenisçisi hálá orada duruyor. O, bunu beş kez üst üste başardı."

(İşte gerçek sportmenlik bu.)

n Gazeteci:
"Volkan’ın kırmızı kart alması konusunda ne düşünüyorsunuz?"

Fatih Terim: "Ben çocuklarıma bu tür hareketleri gizli yapmayı öğretemedim."

(Federer-Nadal örneğine bakın bir de Terim’in söylediklerine. Sayın Terim işte bu yüzden sizi eleştiriyoruz.)

n Birçok ülkede keneyle bulaşan hastalıklar nedeniyle insanlar ölüyor. Adamlar bizdeki gibi ’Bugün bir tane daha, falanca gün bir tane daha’ diye yaygara yapıyor mu?

(Bakan Recep Akdağ, bu sözleri bir de kene bacağına yapıştığında söyle.)
Yazının Devamını Oku

Orijinal mi uyarlama mı

5 Temmuz 2008
Önceki gün Nehir Erdoğan’ın "Röportaj" adlı oyunuyla eylül ayında ilk kez tiyatro sahnesinde olacağını okudum. Haberde, bir Hollywood yıldızı ile röportaj yapan politika muhabirinin diyaloglarını konu alan tiyatro oyununda Erdoğan’a Altan Gördüm’ün eşlik edeceği yazıyor.

Haberi yapan arkadaş galiba bu oyunun Steve Buscemi’nin yönetip, başrolü Sienna Miller ile paylaştığı, geçtiğimiz yıl gösterimde olan "Interview" (Röportaj anlamına geliyor ama film Görüşme adıyla gösterime girdi) filminden uyarlandığını belirtmeyi unutmuş. Çünkü hem konu hem de karakterler aynı.

Eğer haberi yapan arkadaşa bu oyunun bir uyarlama olduğu belirtilmemişse, o zaman ortada bir sorun var demektir.

Son bir not: Eğer bu oyun "Interview" filminden uyarlandıysa, büyük yankı uyandıracaktır. Çünkü "Interview", Hollandalı yönetmen Theo van Gogh’un aynı adlı filminin yeniden çevrimidir.

Theo van Gogh kimdir? 2 Kasım 2004 tarihinde Amsterdam’daki Dam Meydanı’nda bıçaklanarak öldürülen ve cesedinin yanına da Kuran’dan ayetler içeren iki kağıt parçası bırakılan sıra dışı yönetmendir.

Aynı zamanda yazar olan Theo van Gogh, özellikle 11 Eylül sonrası İslam kültürüne yönelik kışkırtıcı eleştirilere imza atmıştı.

Hasan Bey coşmuş

EURO 2008’de yarı finale çıkan A Milliler bizlere büyük bir mutluluk yaşattılar yaşatmasına da adam başı 450 bin euro prim fazla olmadı mı? Kupayı kazanan İspanyollar bile 214 bin euro aldı. Üstelik İspanyollar’ın sponsor gelirleri Türkiye’den iki-üç misli fazla.

Benim asıl merak ettiğim, Türkiye kupayı kazansaydı prim ne olacaktı?

Fatih Terim’in Meclis’te bile tartışılan maaşına yüzde 100 zam yapan Hasan Doğan belki de 1 milyon euro’yu gözden çıkaracaktı.

Ben futbolcuların ille de "450 bin euro isteriz" diye soyunma odasında tempo tuttuklarına inanmıyorum. Ne de olsa Fatih Terim gibi fazla milliyetçiler! Muhtemelen Hasan Bey, tribünde gol sonrası (Cumhurbaşkanını bile unutup, uçarak eşine sarıldığı pozisyon) yaşadığı coşkunun bir benzerini soyunma odasında da yaşayıp gönlünden ne koparsa verdi!

Nedense federasyon başkanları prim konusunda acayip bonkörler. Bu coşkuyu vakti zamanında Haluk Ulusoy da çok yaşadı. Ancak kaş yapayım derken göz çıkıyor.

Türkiye’nin şartları belli, bir yandan kenelerle boğuşuyoruz bir yandan enflasyonla. Bu tür abartılı primler toplumda milli takıma karşı bir ruh soğuması yaşatıyor.

Tıpkı yurtdışında göstermelik 7-8 ay top koşturup, vatani görevini 28 gün yapmak gibi.

Türüt beni dövsene

İsmail Türüt yine coşmuş, "Ortadoğu" adlı klibi televizyonlarda yayınlanmadığı için gazetecilere kükremiş: "Ben bu şarkıyı üç sene önce yazdım ve söyledim. O zaman 7 bin YTL vererek klip de çektim ama hiçbir televizyon kanalı yayınlamadı. Bu ülkenin insanlarının yüzde 99’u benim gibi düşünüyor. Şerefsiz gazeteciler var ya problem onlarla. Bir gün gazeteci döveceğim ama kötü döveceğim. Bunların teke tek kafalarını kırarım".

Sayın Türüt, hodri meydan! Plan yapma, harekete geç. Buyur gel beni döv. Ama baştan konuşalım, teke tek kapışacağız, öyle kafile halinde gelmek yok...

Bu ülkede İsmail Türüt haberlerine niye ambargo konmuyor anlamış değilim. Hrant Dink’in katillerini öven şarkı yaptığı iddiasıyla gündeme gelen, mafya babalarına övgüler düzen bu arkadaş, meydanı boş bulduğu her yerde ırkçı açıklamalar yapıyor, kendince komplo teorileri üretip gazetecileri vatan haini ilan ediyor, hatta ’kafa kırma’ tehdidinde bulunuyor. İşin kötüsü basına yansıyan bu açıklamalarla palazlanıp, kendine yandaş buluyor.

Irkçı açıklamalar bütün demokratik ülkelerdeki medya kuruluşlarında ambargo yer. Türüt’ün açıklamaları birer absürd komedi harikası olsa da basında yer almamalı.
Yazının Devamını Oku

Meyveli pasta, Semih ve Terim

28 Haziran 2008
EURO 2008’de A Milliler, bizlere tarifi imkansız bir mutluluk yaşatmakla kalmadı, futbolun ne kadar muhteşem bir oyun olduğunu da tüm dünyaya tekrar hatırlattı. Peki sahadaki bu muhteşem futbol keyfi kelimelere nasıl döküldü?

Türk spor basını, Fatih Terim’i eleştirmekteki başarısını maçlara dair yorumlarda ve attığı başlıklarda da gösterebildi mi?

Bu sorulara en güzel yanıtı, Türkiye’nin mucizevi galibiyetlerinin yabancı basındaki yansımalarında bulabiliriz.

Guardian, Hırvatistan maçından sonra "Sahada kalan son bir bardak su için kapışan iki takım vardı. Türklerin rakibine bahis oynamayın" diyordu. Sport, aynı maçtan ’Hitchock’vari bir gerilim’ diye söz ediyordu. The Times ise A Millileri, mistik bir amaç için çalışan bir doğa olayına benzetiyordu. The Daily Telegraph, son dakikada gelen goller için "Otomobil kazası gibi bir futboldu, her şey inanılmaz bir hızda gelişti" yorumunu yapıyordu.

Spor basınımız belki de tarihinin en kalabalık gazeteci ordusuyla turnuvayı takip etti, son dakika gelişmeleri ve maçlara dair en ince ayrıntıları eksiksiz yansıttı. Ancak iş kalem oynatmaya, futbolun keyfini parlak zeka ürünü yorumlarla yansıtmaya gelince yabancı meslektaşlarının çok gerisinde kaldı.

Türkiye’de yıllardır Fatih Terim’i konuşuyoruz ama kimse çıkıp da onu "Baba" filmindeki Don Corleone’ye benzetmedi. Terim’e dair en etkileyici yazı, Rıdvan Dilmen’den ya da Erman Toroğlu’ndan değil bir genel yayın yönetmeninden, Ertuğrul Özkök’ten geldi.

Yeşil sahalardan ekrana transfer olan hiçbir futbol yorumcumuz, Kezman’ın "Bence dünyanın en iyi jokeri Semih Şentürk. Bir meyveli pasta düşünün; Semih o pastanın en tatlı, en güzel yeri. Üzerindeki çilek gibi" nefis yorumunun bir benzerini dile getiremedi.

İşin daha acıklı tarafı, esprileri bile yanlış anladık. İsviçre’nin bulvar gazetesi Blick’in kara mizah ürünü kebaplı kapağını aşağılama olarak algıladık, ’Ç...(ikolata) Çocukları’ başlığını atan bir spor gazetesi bile çıktı. Oysa kebap, Uğur Vardan’ın nefis yazısında da değindiği gibi Türkiye denince akla gelen ilk şeydi. Madem kebaptan bu kadar alınıyorduk, niye Almanya Başbakanı Merkel’e döner kestirdik?

EURO 2008’deki bu nefis futboldan sonra umarım milliyetçi popülist yaklaşımlardan uzaklaşırız. Umarım Avrupalıların 8. harika olarak bahsettiği nefis futbolumuzun güzelliklerini anlatan yeni İslam Çupi’ler çıkar.

Yok mu bana sarılan

Bilmem dikkatinizi çekti mi, Türkiye-Almanya maçında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gol sevinçlerinde şöyle tutup kucaklayacağı, mutluluğuna ortak olacağı birisini bulamadı...

Solunda UEFA Başkanı Michel Platini, sağında Federasyon Başkanı Hasan Doğan vardı. Gül, ilk golde ’oley çekip’, yumruğunu havaya kaldırdıktan sonra tam Hasan Doğan’ı kucaklayacaktı ki, Hasan Bey çoktan eşiyle sarmaş dolaş olmuştu. Bu, futbolun herkesi eşitlediğini gösteren çok komik bir sahneydi. Gül’ün havaya kalkan elleri, öksüz kalmış, eşiyle omuz omuza vermiş zıplayan Hasan Bey’in sırtında eriyip gitmişti.

İlginçtir, ikinci golde de aynı sahne yaşandı. Hasan Bey yine kendinden geçmişti, alan müsait olsa eşiyle timsah yürüyüşü yapacaktı! Cumhurbaşkanımız yine koskoca tribünde yalnız kalmıştı. Bence, Cumhurbaşkanımız bundan sonraki maçlara eşiyle gitse iyi olur. En azından Almanya maçındaki gibi bir yabancılaşma yaşamaz.

Bu arada Federasyon Başkanımız amma gamsızmış. İnsan Cumhurbaşkanına sarılmaz mı? Hasan Bey ve eşi belli ki büyük bir aşk yaşıyorlar. Galiba ortak tutkuları da futbol. Tez bu çiftle röportaj yapıla...

Gemiyi yine ilk Okan terk etti

Okan Bayülgen, Milliyet’ten Ali Eyüboğlu’na verdiği röportajda, "Gülben Ergen’le Sürpriz" programı için şu yorumu yaptı: "Bütün programda ben Gülben’in tek başına dört kol çengi olmasını planladım. Gülben dans edecek, şarkı söyleyecek, düet yapacak, konuklarla oyunlar oynayacak falan... Belki de Gülben ’Talk show tarafımı güçlendireyim, programdaki oyunları iyi oynatayım, ondan sonra diğer işlere geçeyim’ diye düşünüyor."

Vakti zamanında bu sütunda "Okan’ın yapımcılıkta şansı tutmuyor. En ufak başarısızlıkta suçu sunucusuna atıyor, aman Gülben dikkat" demiştik. Dediğimiz çıktı!

Okan hep aynı hatayı yapıyor. Yapımcısı olduğu "Hacı Yatmaz" macerasının sonunda da Ata Demirer için "Ata baştan itibaren konuk ağırlamak istemiyordu. Bunun stresine girdiği için devam etmek istemedi ve kaçtı" demişti.

Yapımcı, gemiyi en son terk eden kaptandır, takımı hezimete uğradığında "Tüm hata bende" demelidir. Bir programda elde edilen başarı tüm ekibin, başarısızlık ise yapımcınındır. Okan bu televizyonculuk kuralını bilmiyor mu? Tabii ki, biliyor. Galiba sorun egolarda.
Yazının Devamını Oku

Rıdvan’a rakip çıktı

21 Haziran 2008
Vedat Okyar: Sergen, neden koşmuyorsun?

Sergen: Yoruluyorum...

Sergen Yalçın, daha futbolculuk zamanında bu tür bir sürü esprili, naif açıklamalar yaparak ileride çok iyi bir futbol yorumcusu olacağının sinyallerini veriyordu aslında... NTV Spor’un yeni transferi Sergen, müthiş EURO 2008 yorumlarıyla daha şimdiden Rıdvan Dilmen’e rakip olacağa benziyor.

İzlemeyenler için birkaç örnek verelim de iddiamızı sağlamlaştıralım.

n Ercan Taner: Arda, ligde maçın sonuna doğru hep yorulurdu. EURO 2008’de nasıl son dakikaya kadar ayakta kalıyor?

Sergen: Bizimkiler ilk 60 dakika hiçbir şey yapmıyor da ondan...

n Hakan Ünsal: Bence Yunan takımının ’B’ planı yok...

Sergen: Bence Yunanlıların ’A’ planı bile yok...

n Ercan Taner: Evet Sergen, Çek maçıyla ilgili görüşlerini alalım...

Sergen: Valla 70. dakikaya kadar iki a4 kağıdı not aldım. Ancak 70. dakikadan sonra, yazdıklarımın üzerini birer birer çizmeye başladım.

Sergen Yalçın, tıpkı futbol sahalarındaki gibi kimseyi takmıyor, esprili ve bir o kadar da samimi. Rıdvan kadar olmasa da teknik analizlerinde doyurucu. Daha Portekiz maçı başlamadan, kadroya bakıp bizi kötü sürprizlerin beklediğini açıkladı. Fatih Terim’i en başından beri eleştirme cesareti gösterdi. "Gökhan Zan’ın ne yapacağı belli olmaz" dedi, aynen çıktı. Tıpkı Rıdvan gibi turnuvanın başından itibaren Hamit’in orta sahada oynaması gerektiğini söyledi. O da Çek maçında doğru çıktı.

Hataları yok mu? Var... Bir kere çok hızlı konuşuyor, laflarını yutuyor. Depresif konuştuğu için zekice tespitleri yeterli etkiyi yapmıyor, yorumlarının sonunu getiremiyor. Ama bunlar zamanla aşılacak hatalar. Sergen’in en çok zorlanacağı mevzu ise genel kültür galiba. Urugay’ı Avrupa kıtasına taşıması affedilir gibi değildi.

Yeni trend halk gazeteciliği

Mobil teknolojideki baş döndürücü gelişmelerin, bizim basında yarattığı etki ne yazık ki, "Haberi cep telefonundan mı yoksa gazeteden mi okuyacağız?" sorusundan öteye geçmiyor... Peki ya yurtdışında durum nedir?

Efendim yurtdışında durum; atı alan yine Üsküdar’ı geçti hesabı... Gaste’den Umut Eroğlu’nun haberine göre Msnbc.com, CNN’nin kurduğu iReport.com ve Cyberjournalist.net, cep telefonu ya da kamerasıyla video, fotoğraf ve ses kayıdı yapan herkesi ’halk gazeteciliği’ yapmaya çağırıyor.

’Halk gazetecisi’ olmaya karar veren kişiler de, kendi lokal çevresindeki gelişmeleri haber yapıp bu sitelerde yayınlıyor. Hortum, kasırga gibi doğal felaketlerden tutun da, siyasi gelişmelere kadar her şey bu sitelerde haber oluyor. Bu sitelerde de Youtube’daki gibi bir mantık söz konusu. Haberinizi özgürce yayınlıyorsunuz. Eğer metinde ya da görselde sakıncalı bir durum söz konusu ise sonradan yayından kaldırılıyor.

Hatırlarsınız Bülent Ersoy’un eski eşi Armağan Uzun’un kaçamağının görüntülerini mekan sahibi çekmişti. Sanem Çelik-Kudret Sabancı’nın cip macerasında gazetecileri çaycılar çağırmıştı. Bunlar gibi daha bir çok örnek var. Hazır bu kadar haberci olmaya meraklı insan varken ’halk gazeteciliği’ne soyunacak bir haber portalı Türkiye’de çok tutar diyorum, özellikle de magazin basınında.

Terim’in gençliğini bilirim

EURO 2008 vesilesiyle ailecek Selçuk Manav hayranı olduk... Manav’ın sorularını dönüp dolaştırıp ’soyunma odasında neler yaşandı’ klişesine bağlamasını, Arda’yı ağlatma çabasını, "Blick gazetesi, ’Türkleri kebap yapıp yeriz’ diyor ne diyeceksin Volkan" vari zorlama provokasyon çalışmaları bayağı eğlenceliydi. En eğlencelisi ise Kazım Kazım’la yaptığı röportajdı.

Sıkı durun, Manav’ın çevirisiyle Kazım’ın sözlerini aynen aktarıyorum: "İnanılmaz bir maçtı, artık bundan sonrasını düşüneceğiz. Hırvatistan’ın çok iyi bir teknik direktörü var... Bilic, bana Fatih Terim’in gençliğini hatırlatıyor. O yüzden işimiz hiç kolay değil." Tamam, canlı yayın heyecanı, stresi diye bir şey var. Her türlü çeviri hatasına eyvallah da... 22’lik Kazım, 55’lik Fatih Hoca’nın gençliğini nasıl hatırlar, sevgili Manav! Yoksa yeni bir Bülent Karpat, Orhan Ayhan efsanesi mi doğuyor?
Yazının Devamını Oku

Serdar, seks nasıl biter daha yeni başlamıştık

14 Haziran 2008
Çok bereketli topraklarda yaşıyoruz. Sanatçılarımız o kadar absürd açıklamalarda bulunuyor ki, mizah yazarlarına gerek kalmıyor. Alın size Serdar Ortaç’ın güzellemelerinden bir demet: Ortaç, Osmanlı padişahlarıyla arasındaki ortak noktayı açıklıyor: "Uzun süredir gut hastasıyım. Fatih Sultan Mehmet de benim gibi gut hastasıymış. Üstelik pek çok padişahın bu hastalıktan mustarip olduğunu öğrendim."

Serdar, asıl bombayı ise bizim Sema Denker’e verdiği röportajda patlattı: "Seksi de uzay çağına taşımanın anlamı yok. Yaptın, bitti! Onu da yaşadım, zevkini aldım. Ben zamanında çok seks yaptım. Şimdi artık öyle değil. Çok canım istediğinde yapıyorum. Yani ben diyorum ki, önce işim, albümüm, başarım..."

Serdar’cığım nasıl "Yaptın, bitti" dersin, daha yeni başlamıştık! Ayrıca, zamanında çok seks yapınca ileride niye yapamıyoruz? Enerji mi kalmıyor, canımız mı çekmiyor, nedir bilelim, ona göre hareket edelim, olmadı biz de albüm çıkaralım. Bir de uzayda sekse de karşı çıkmışsın. Düşün küresel ısınmayı, atom fiziğini... Gelecek nesilleri düşün. İleride buraları su kaplayacak, sevişecek bir karış toprak kalmayacak. Kusura bakma senin canın çekmiyor olabilir ama insanlığın var olması için seksi uzaya taşımak zorundayız.

Evliler de sever

Efendim bu bir şarkı ismi... Taksim-Beşiktaş dolmuşunda dinledim. Cüneyt Tek kardeşimiz, sosyal bir yaraya parmak basıp, aldatan eşlerin şarkısını yapmış.
"Üç yanlış bir doğru hatalar diz boyu / Gerçek bu yalan söyleyemem/ İki aşk arasındayım affet beni Allah’ım / Bu gerçeği artık gizleyemem / Bir yanda aşkım bir yanda yuvam / Ne yardan geçerim ne de onsuz gülerim / Sabır bana Allah’ım / Sabrım sona vardı / Bu gerçeği artık gizleyemem/ Evliler de sever inkar etmeyelim"

Şarkı bunalım Fransız filmleri tadında değil mi? Aldatan eşin yaşadığı büyük bir ikilem ve çıkışsızlık söz konusu. Eğer aldatma olayı arabesk şarkılara konu olmaya başlamışsa ve bu şarkı minibüslerde bangır bangır dinleniyorsa, Türkiye’de evlilik kurumu kökünden çatırdıyor demektir.

Çok güzel hareketler bunlar

Yer New York-Central Park... NBA yıldızı Tony Parker ve "Umutsuz Ev Kadınları" dizisinin seksi oyuncusu Eva Longoria uzanmışlar çimenlere öpüşüyorlar... Bu karenin Türkiye’de yaşandığını düşünelim. Tamam memlekette Central Park yok. Varsayalım ki, Maçka Parkı’nda İbrahim Kutluay-Demet Şener olmadı Hülya Avşar ve Sadettin Saran çimenlere uzanıp öpüşüyorlar... Ne mahalle baskısı var, ne ahlak polisliğine soyunan vatandaş ne de meraklı gözler... Sadece paparazziler var. Onlar da Parker ve Eva örneğinde olduğu gibi bizimkilerin de umurunda değil. İşte mutluluğun resmi bu olurdu Abidin.
Yazının Devamını Oku

UNESCO, Türkiye’yi Dünya Mirası Listesi’nden çıkarsın

7 Haziran 2008
Talan edilen tarihi eserlerimize Erzurum’daki Gürcü kralın oğulları tarafından 1035 yıl önce yaptırılan Öşvank Kilisesi’ndeki mermer sütun da eklendi... Yağmacıların, kilisenin çökmemesi için mermer sütun yerine kalas koymaları ise evlere şenlikti. Bu devasa inşaat işlemini kimsenin görmemesini de anlamış değilim. Belki de hırsızlar, çevredekilere "Restorasyon çalışması yapıyoruz" dediler.

Beni asıl dehşete düşüren, bu haberle ilgili bir okuyucu yorumu oldu. Tevfik Yıldız adlı vatandaşımız bu tarihi soygunu bakın nasıl değerlendirmiş: "Her yerde Osmanlı eserleri yıkılıyor, ortadan kaldırılıyor. Biz aptallık yapıp restore ediyoruz. Yıkın gitsin kardeşim. İki gün sonra gelirler, ’Buralar bizim vatanımız’ derler, uyanın artık..." Demek ki, Sultanahmet’teki Bizans Sarayı’nın üzerine otel yapıldığında "Bizans eserleri bilinçli şekilde yok ediliyor" diyenler Türkiye düşmanı değilmiş, bir bildikleri varmış!

Vatandaş Tevfik’in yorumu, Türk halkının tarihi eserlere verdiği önemi özetlemeye yeter de artar bile. Maalesef durum bu! Artık Türkiye’deki tarihi eserlerin birer birer yok olmasının kültür sorunu olduğunu kabul etmenin zamanı geldi.

Durum o kadar kötü ki, ben artık UNESCO’nun Türkiye’yi Dünya Mirası Listesi’nden çıkarmasını istiyorum. Belki ikinci lige düşeriz de aklımız başımıza gelir.

Hani bir kişi vardı

Zaman gazetesi kitap ekinden M. İlhan Atılgan, Türkiye’nin en çok okunan yazarlarından Murathan Mungan’ın Trabzon’daki imza gününde sadece bir kitap imzaladığını yazdı. "Nasıl olur?" dedim ve hemen Mungan’ın Trabzon gezisini takip eden Radikal’den usta fotoğrafçı Muhsin Akgün’ü aradım. O da "Mail’ini ver, sadece tek bir fotoğraf yolluyorum" dedi ve yolladı. Fotoğrafta da görüldüğü gibi Mungan, Trabzon’da yoğun bir ilgiyle karşılanmış.

Neden böyle bir yalana gerek duyuldu, doğrusu çok merak ediyorum.

Zaman gazetesi, farklı görüşteki yazarlara sayfalarını açıyor, reklamlarında ortak insanlık değerlerini benimsediklerini açıklıyor ama bunların hepsi galiba lafta kalıyor.

Mungan küçük bir örnek.

Asıl büyük örnekler, iktidarı eleştiren haberleri görmezlikten gelmeleri ya da cemaat ve tarikatlara dair kendilerince olumsuz gördükleri haberleri yalanlama uğraşıları. 

"O davranışı takdir ediyorum."

(Hülya Avşar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kariyerindeki en talihsiz açıklaması "Ananı da al git"i onaylarken... Bu arada rastlantıya bakın ki, Erdoğan, Avşar’ın programına konuk oldu. Demek ki, Avşar’ın bir bildiği varmış.)

Türkler uzayda

Tüm dünya nefesini tutmuş NASA’nın Mars’a indirdiği Phoenix adlı uzay aracının gönderdiği görüntüleri izliyorken, Türk hacker’ları bilim adına atılmış bu büyük adımı sabote etmeye çalışıyor... Adamlar, Arizona Üniversitesi’nin kurduğu Phoenix’in resmi internet sitesini hack’lemiş. Olacak şey değil! Cem Yılmaz’ın Türkler uzayda esprilerinin gerçek yansıması bu olsa gerek.

Bir de utanmadan hack’ledikleri sitenin kullanıcılarını Türk bayrağının dalgalandığı başka bir web sitesine yönlendirmişler. Bu hack’leme olayının ulvi amacı nedir, doğrusu çok merak ettim. Eğer amaç, "Bakın NASA’yı bile hack’ledik" demekse bravo size! Hadi bu densizliği yapıyorsunuz, niye Türk bayrağını dalgalandırıyorsunuz da bu rezilliğe bizi de ortak ediyorsunuz?
Yazının Devamını Oku