22 Kasım 2008
I. Dünya Savaşı gazisi Alman Johan Jambor, Polonyalı bir rahibe, savaş sırasında bacağından ve cinsel organından yaralanan Hitler’in tek testisli olduğunu gördüğünü anlatmış. Rahip amca da Jambor öldükten tam 23 yıl sonra bu tarihi gerçeği açıklamış... Bild gazetesinde yayınlanan bu haber bizde de en çok okunanlar arasında yer aldı.
Ne haber ama!
"Hitler tek testisiyle dünyaya meydan okudu, ya iki testisli olsaydı" dememizi mi bekliyorlar? Ya da 6 milyon Yahudi’yi katletmesinin sebepleri arasında tek testisli olmanın yarattığı kompleksin etkisi olduğuna mı inanmamızı istiyorlar?
Batıda Hitler’e dair bu tip alaycı haberler çok sevilir. Filistin’de ise evlerde Yaser Arafat’ın yanına Hitler’in resmi konulur.
Peki Türkiye’de durum nedir?
İşte Bild’in haberine istinaden yurdum insanının Hitler’e olan sevgisinin dışavurumu okuyucu yorumları:
"Bırakın adama çamur atmayı. Tek başına Amerika ve Rusya’ya kafa tuttu, sonuna kadar direndi. Korkaklar oturduğu yerden konuşmasın."
"Adam gibi adam. Ne var da Hitler’e kızıyorlar anlamıyorum. Adam ülkesi için yaptı her şeyi."
Her ne kadar bu yorumlar, geyik muhabbeti olsa da Salvador Dali gibi bir dahi de Hitler’i sevebiliyor.
Tüm dünyada yasaklanan Hitler’in kitabı "Kavgam"ın daha düne kadar Türkiye’de ’en çok satanlar’ listesinde yer alması da bir rastlantı olmasa gerek.
İnsanoğlu garip bir varlık. Milyonlarca insanı katleden bir caniyi bile sevebiliyor. Çünkü güce tapıyor. En çok da bu korkutuyor.
Lezbiyen Müslüman aranıyor
Ben değil, İsveç’te, Stockholm Üniversitesi’nde "Cinsiyet Çalışmaları" okuyan Anna Blomqvist adında bir öğrenci arkadaş arıyor.
Anna, Müslüman kültürde yaşayan lezbiyenlerle ilgili bir belgesel çekmek istiyor ve derdini de şöyle özetliyor: "Bu konuyu seçmemizin nedeni, batı dünyasında İslam’ın üzücü bir şekilde sürekli olarak kadının ve eşcinsellerin ezilmesiyle birlikte anılmasıdır. Biz bu konuyu araştırmak ve bu durumun Türkiye’de kendilerini lezbiyen olarak tanımlayan kadınlar için nasıl olduğunu anlamak istiyoruz... Temel olarak yapmak istediğimiz şey, bu kişileri, onların kendi günlük hayatlarında, okulda, işte, evde ve sosyal aktivitelerde gözlemlemek."
Bizde niye bu tarz belgeseller çekilmez mevzusuna hiç girmeyeceğim çünkü daha rahmetli Atıf Yılmaz’ın 20 yıl önce çektiği kadınsal mevzulara dair sembolik filmlerin bile üstüne çıkan olmadı.
En iyisi Anna çeksin, biz de "Elin gavuru ülkemizi nasıl göstermiş, vay vicdansız" deriz!
İlgilenenler için Anna’nın mail’i: aannablomqvist@gmail.com
Destere mi Osmanlı Cumhuriyeti mi
Eğer aradığınız sağlam bir yerli komedi ise Muro ve A.R.O.G’u bekleyin.
"Osmanlı Cumhuriyet"i dram mı, komedi mi belli değil. Belli olan tek şey, Gani Müjde’nin dram ve komediyi harmanlamak gibi zor bir işin altından kalkamamış olması.
Dram ve komediyi birleştirmek sinemada en zor iştir. Birleştirirseniz "Muhsin Bey", "Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni" gibi başyapıtlar ortaya çıkar.
Harmanlama işleminde kıvamı tutturamazsanız her şey fiyaskoya dönüşür. Ortası yoktur.
Keşke Gani Müjde, "Dram çektim" deseydi. O zaman belki kendini kurtarırdı. Ama o bu sefer de film batardı.
"Osmanlı Cumhuriyeti"nde güldüğünüz espri sayısı 4-5’i geçmiyor. Geriye ise son dönemde yükselişe geçen milliyetçi, ulusalcı duyguları okşayan, ilkokul kompozisyonları tadında, öğreten adam, mesajları kalıyor.
Şimdi herkes "Osmanlı Cumhuriyeti"ni eleştirecek ve aradan hiç de hak etmediği halde "Destere" sıyrılacak.
"Recep İvedik"te küfür vardı diyenler bu filmi hiç izlemesin.
Çünkü "Recep İvedik", "Destere"nin yanında Susam Sokağı kadar masum kalır.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2008
Hakan Şükür, büyük bir futbolcu olduğu kadar enteresan da biri. Kendi kişisel meselelerini ülke gündemine sokmakta üstüne yok.
Kariyer planlarına, hatta özel hayatına bile bizzat başbakanlarla yaptığı görüşmelerle yön veriyor. Hatırlarsınız, Hakan, rahmetli ilk eşiyle evlenebilmek için araya Tansu Çiller’i sokmuştu. Şimdi de "Siyasete mi atılayım, futbola mı devam edeyim" sorunsalını Başbakan Tayyip Erdoğan’la paylaşıp, sonunda "Stadyum" programına futbol yorumcusu olmakta karar kıldı.
Hakan’ın yorumcu olması ilk bakışta akla yatkın gelebilir.
Galatasaray camiasının bilinmeyen kodlarının şifresi onda... Polemik dersen en kralı vardır.
Ancak bu özellikler Hakan’ı yorumcu değil, spor medyasının tartışma malzemesi yapar.
Futbol yorumculuğu ise farklı bir meziyet.Dikkat ettiyseniz Hakan, futbol kariyeri boyunca, Sergen Yalçın gibi "Niye koşmuyorsun? / Yoruluyorum." vari zeka pırıltısı gösteren beyanatlar yerine hep "İyi oynadık kazandık" benzeri basmakalıp açıklamalar yapmıştır. Bu da onun sıkıcı bir yorumcu olacağının işaretidir.
Hakan’ın başarılı yorumcu olamayacağına dair inancımı güçlendiren en büyük veri ise ünlü futbolcunun yaptığı soğuk espriler.
Hakan’ın espri anlayışı değişti mi bilmiyorum ama Televole’nin spor magazin yaptığı ilk yıllarında insanı çıldırtacak derecede kötüydü.
Hatırlayın... Hakan, Torino’da uzatmaları oynadığı günlerde bir muhabirin Türkiye’ye ne zaman döneceksiniz sorusuna, "Çift okey gelirse dönerim" demişti.
Daha kötüleri de var:
Hakan Şükür: Seni şu suya atsam, batmazsın, niye biliyor musun?
Muhabir: Niye?
H.Ş: Çünkü tipin kayık.
H.Ş: Futbol oynayan kertenkeleye ne denir?
Muhabir: Hııı!
H.Ş: Kertenpele"
H.Ş: Köfte ile möfte arasında ne fark vardır?
Muhabir: Ne?
H.Ş: Biri kıymadan, öbürü mıymadan yapılır.
Ömer Üründül’ün "Kolektif oyun, tandem, bloklar arası bağlantı" sayıklamalarına bir de Hakan’ın buz gibi esprileri eklenirse "Stadyum" hiç çekilmez.
Erotik ağaçlara ölüm
İran’ın Rezvanşahr bölgesinde erkek ve kadın cinsel organına benzetilen bu 200 yıllık dut ağaçları kesiliyor. Gerekçe ise ağaçların uygunsuz pozisyonda büyümesiymiş, cinsel ilişkiyi hatırlatıyormuş.
Buyurun buradan yakın.
Ağaç bu! Nereden bilsin cinsellik çağrıştıracak pozisyonu.
İnsanın fikri neyse zikri de odur demiş atalarımız. Ancak İran halkı bu ağaçlara bakıp uyarılacak kadar kendinden geçmiş olamaz.
Tabi insanoğlu bu... İstisnalar her zaman mevcut. Misal: İngiltere’de bisikletle cinsel ilişkiye girerken yakalan bir adamın haberi çıkmıştı bir ara.
Bir de bakmaktan bakmaya fark var.
Bu yasakçı zihniyet yeri gelince kütükte, havadaki bulutta dini simgeler gördüklerini iddia edip dünyayı ayağa kaldırır.
Peki bu haberin ana fikri ne? Tabii ki, İran’a bakıp halimize şükredeceğiz.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2008
Esra Oflaz Güvenkaya, kendisiyle MTV kurulduğunda yaptığım röportajda "Sadece yabancı yayınları altyazıyla geçen bir kanal kurmuyoruz. Yerli yapımlarıyla komple bir kanal olacağız. Türk müzisyenlerine dünyaya açılma konusunda da yardımcı olacağız" demişti.
Dedikleri de çıktı.
Eskiden MTV World Chart’ta bir şarkıcımızın klibi yayınlandığında magazin basınında manşet olurdu. Şimdi şarkıcılarımızın kliplerinin MTV kanallarında dönmesi, rutin haber haline geldi. Önce Yakup, ardından Ceza MTV törenlerinde sahne aldı ve MTV’den ödül almak da Emre Aydın’a nasip oldu.
Bu ödül Emre için büyük şans. O da bunun farkında. Emre’nin "Bu ödül Eurovision’dan daha önemli" demesi ilk bakışta yadırganabilir. Ama müzik piyasasında olanlar Emre’nin ne demek istediğini çok iyi biliyorlar.
MTV sadece bir müzik kanalı değil, dünya müzik endüstrisine yön veren bir marka. MTV ödülleri Oscar’lar gibi büyük bir etiket. Oscar ödülleri nasıl sinema endüstrisinin çıkarlarını ön planda tutmak için dağıtılıyorsa, MTV ödülleri de müzik piyasasına kan pompalıyor, genç yetenekleri ortaya çıkarıyor.
Bugüne kadar kim MTV’den ödül aldıysa ama az ama çok bir yerlere geldi. Bakın MTV şimdi Katy Perry’ye büyük destek veriyor. Çünkü bugün ödül törenini sundurduğu Perry’den yeni bir Madonna yaratmayı hedefliyor.
Benzer bir desteği de Emre Aydın alacak. Liverpool’da MTV’nin en tepesindeki isimlerden biri olan genel menajer Bhavneet Singh ile söyleşi yapma fırsatı buldum. Singh şunu söyledi: "Emre çok tutkulu biri. Sound-check’lerde bile kendini parçalıyordu. Aldığı ödül hem Türk müziği hem de Avrupa müziği açısından önemli. Türk müziğindeki genç sesler Avrupa’da farklı açılımlar sağlayabilir. Şimdi Emre’den de İngilizce single bekliyoruz."
Singh özetle yeni pazarlar arıyoruz, Türkiye’den bir star çıkaracağız diyor. Buna en yakın hedef şu anda Emre Aydın gözüküyor. Ne diyelim, Emre’nin yolu açık olsun.
Emre Aydın ne yapacak?
Liverpool’da Emre ile de bir araya geldim. Emre gerçekten hırslı bir müzisyen. Potansiyelini ve neyi yapıp yapamayacağını gayet iyi biliyor.
Emre, "Benden arkasında 5-6 kızın dans ettiği bir popçu çıkmaz. Neysem oyum. Bundan sonra yapacağım işler de aynen Türkiye’deki duruşumu sergileyecek. Başka bir kimliğe bürünmeye çalışırsam onu üzerimde taşıyamam. Belki içinde etnik öğelerin olduğu, elektronik müziğe göz kırpan parçalar yapabilirim. Ama şimdiki şarkı sözlerine benzer bir şeyler yapacağım" dedi.
"Avrupalılara da yalnızlığın başrolünü oynadığı depresif parçalar mı dinleteceksin" soruma "Şimdi daha çok yalnızım. Şöhret daha da yalnızlaştırıyor insanı" yanıtını verdi.
İngilizce single’da temel sorun akıcı bir İngilizce’ye sahip olup olmamak. Emre’nin ödül törenindeki İngilizce konuşması gayet akıcıydı. Emre’nin single’ını merakla bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
Star gazetesi köşe yazarı Ahmet Kekeç, "Mustafa" belgeselini izleme zahmeti bile göstermeden "Muhtemelen Can bize ’insan Atatürk’ü anlatmıştır. Fakat bu filme de ’ikon’ muamelesi yapmayın lütfen. Durduk yerde yeni bir ’Şu Çılgın Türkler’ fetişizmi yaratmayın. Hele, ilk ve ortaokul öğrencilerini sinema salonlarını ’ziyarete memur’ etmeyin" diyor.
Çünkü korkuyor!
CHP Başkanı Deniz Baykal, "Atatürk, yalnız ve umutsuz, kadınlara zaafı olan, günde bir büyük rakı içen, yaptıklarından pişman biri olarak gösterilmiş. Bunlar gerçek değil. Atatürk’ün diktatör eğilimi de yoktu. Belgeselde, Türkiye’nin başta Ergenekon olmak üzere yaşadığı 2008 sürecinin yansıması olan Can Dündar yaklaşımı var" diyor.
Çünkü seri üretim bir ulusalcı olduğu için ezberi bozuluyor.
Radikal yazarı Perihan Mağden de belgeseli izlemeden "MİT Görevlisi Evladı Can Dündar’ın Mustafa’sı" diyor.
Çünkü üretmeyi değil, sadece çamur atmayı biliyor.
Akşam köşe yazarı Ali Saydam, "Tarlada karga kovalamaktan, 10’uncu Yıl Nutku’na kadar her şey ’Emin Oktay’ın lise 3 tarih kitabına uygundu" diyor.
Çünkü izlediğini bile anlayamıyor.
Cumhuriyet gazetesinin kültür sayfasında sadece "Mustafa belgeseli tartışılıyor" başlıklı küçük bir habere yer veriliyor.
Çünkü o da seri üretim ulusalcı. Anlı şanlı Kemalist köşe yazarları bile tek kelime yazmıyor, çünkü Atatürk’ün not defterinden çıkan bilgiler onların da algısını bozuyor. "Atam böyle bir şey söylemiş olamaz" sendromu yaşıyorlar.
Her yer Mustafa ile çalkalanırken, belgeseli es geçen Sabah gazetesi, Issız Adam filminin haberini yapıyor.
Çünkü Mustafa’da Ergenekon skandalı geçmiyor.
Akşam Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut da filmi izlemeden "...Binlerce insana iş alanı açan, Türkiye’yi dünyada en iyi şekilde temsil eden... Sadece lafta değil gerçekten yurtsever olan bir şirketi, sponsorluk meselesi nedeniyle karalayacaksınız öyle mi? İşte bunu kimse yemez. Arada üzülen minilomanımız (Can Dündar) olsa bile işte bu masalı kimseye yediremezsiniz" diyor.
Çünkü patronunun GSM operatörünü savunmak zorunda.
Mustafa belgeselinden bir sahne:
Atatürk yıllar sonra İstanbul’a dönmektedir. Yanındaki Hamdullah Suphi, karşılamaya gelen halka bakarak "Kim bilir ne kadar heyecanlısınız" diyor... Atatürk de: "Bu halk bağrına basmayı bildiği gibi yeri geldiğinde linç etmesini de bilir" diyor.
Ne de güzel çözmüşsün bizi Atam. Biz bıraktığın gibiyiz. Sana dair yapılmış en cesur, en kapsamlı belgeselde bile birbirimizi yiyoruz, moleküllere bölünüyoruz, korkuyoruz.
Unutkanlığın böylesi!
Nesli Çölgeçen, Kurtuluş Savaşı gazileri Ömer Küyük, Veysel Turan, Yakup Satar ile yaptığı söyleşilerle kotardığı "Son Buluşma" belgeseliyle ilgili Mirror dergisine verdiği röportajda; "Üzerinde yıllardır düşünüyordum. 2003-2004 yıllarına geldiğimizde tamam artık bunun zamanı geldi, filme başlayayım diye düşündüm... Özellikle de böyle bir tarihsel konuyu seçtiyseniz ilk yapmanız gereken şey araştırmadır. Araştırma yapmaya başladığım zaman Kurtuluş Savaşı gazilerinin çok azının hayatta kaldığını gördüm" demiş...
Sayın Nesli Çölgeçen araştırma yapmanıza hiç gerek yoktu ki...
Siz araştırmaya başlamadan önce 29 Ekim 2003 tarihinde Hürriyet’in verdiği "80’inci Yıl" özel ekinde yayınlanan, Ersin Kalkan’ın hayatta kalan son yedi Kurtuluş Savaşı gazisiyle yaptığı röportajını ya da bu röportajın "Son Kahramanlar" adlı kitabını okusaydınız kafiydi.
Belki de Nesli Bey araştırma derken röportajı okumayı kastediyordu.
Nesli Bey hiç olmazsa belgeselin basın bülteninde Ersin Kalkan’ın ismini zikretseydiniz. Merak etmeyin Ersin Kalkan böyle gönül işlerinde telif istemez, hatta bilakis yardımcı olur.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
Dün Bakırköy Capacity Alışveriş Merkezi’ndeki "Hafta Sonu Magazin Tarihi Sergisi"ni gezdim. Sergide zamanda yolculuğa çıkmış ilerlerken, 5-6 kişinin bir Hafta Sonu kapağının yanında toplandığını gördüm. Kalabalıktan "Olamaz, doğru değildir" nidaları yükseliyordu.
Her meraklı vatandaş gibi ben de bu küçük gruba dahil oldum ve asrın magazin haberiyle yüz yüze geldim!
"Bay Bülent Ersoy bu kavanozda" başlığı atılmıştı. "Ne kavanozu" derken derginin tarihinin 8 Mayıs 1981’i gösterdiğini görünce jeton düştü. Haber, Ersoy’un meşhur pembe nüfus cüzdanını almasını sağlayan Londra’da geçirdiği ameliyatla ilgiliydi.
Habere göre Ersoy, Londra’da 29 Nisan’da yapılan ameliyattan sonra bir kanama geçirmiş ve tekrar Charring Cross Hastanesi’ne kaldırılmış. Ersoy’u takip eden Hafta Sonu muhabiri de ’Ersoy’un ömür boyu saklayacağı hatıra’nın fotoğrafını çekme başarısı göstermiş.
Gelin haberin devamını orijinal metinden okuyalım: "Kimi insan vardır böbreğinden çıkan taşı, ya da alınan bademciğini, hatta çektirdiği dişi saklamak ister. Ve o uzvu, her ne ise, ilaçlı bir sıvının içinde, şişede, kavanozda muhafaza eder... Geçirdiği o pek özel ameliyatın sonucu gerçekten alımlı bir kadın olan Bülent Ersoy’un da şimdi bir hatırası var. Hem de ömür boyu saklayacağı bir hatıra... Bülent Ersoy’un erkeklik döneminden kalan bu pek özel hatırayı, yalnızca Hafta Sonu objektifi tespit edebildi. Ersoy’un isteği üzerine hazırlanan bu kavanozun üzerinde "Miss Ersoy" etiketi var...
Kavanozdaki sıvıya gelince; yüzde 10 tamponlu formaldehit ile saf sudan oluşuyor. Ve içine konulan dokuyu yıllarca koruyor."
Yıllarca!
Hafta Sonu, Bülent Ersoy’un hastaneden taburcu olurken çekilmiş fotoğraflarını yayınlanmış. Yabancı hemşirelerin yer aldığı fotoğraf da mizansen olmasa gerek. Araştırmacı gazeteciliğin sınırlarını zorlayarak o devirde Hafta Sonu’nda çalışmış meslektaşlarıma da ulaştım. Onlar da ısrarla haberin asparagas olmadığını söylediler.
O zaman bu asrın magazin haberinden geriye sadece şu soru kalıyor: Bülent Ersoy, bu hatırayı hálá saklıyor mu?
Magazin basını olmasa hepimiz komünisttik
Bu ülkede kime sorsanız "Magazini takip etmem" der, ama internetteki haber okunma oranlarında hep magazin haberleri birinci sırada yer alır.
Yine bu ülkede "Siyaset Meydanı"ndan en dandik programa "Ne olacak bu magazin basını?" sorusu tartışılır ve yine en yüksek reytingi magazin programları alır. Bu bize has bir durum değil. Yurtdışında magazin daha çılgınca takip ediliyor.
Tek fark onlar bizim gibi ikiyüzlü değil.
Kabul edin artık, magazin okumak aşağılanacak bir durum değil aksine en temel insani ihtiyaç. Çünkü magazin umudu besliyor.
Bunu ben değil, 30 ülkenin üye olduğu İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) çarşamba günü açıkladığı Gelir Dağılımı raporu söylüyor. Raporda 1970’lerden günümüze gelir eşitsizliği arttığı halde sosyal patlama riskinin azaldığı, bunun da önemli ölçüde ’magazin etkisi’nden kaynaklandığı açıklandı.
Yine aynı raporda, yoksul kesimlerin magazin yoluyla süper zenginlerin gündelik yaşamlarını okudukları ve kendilerini de öyle hayal ederek rahatladıkları, bundan dolayı da zengin yaşamlarına karşı tepki duymadıkları belirtildi.
Şimdi bu bilgilerden sonra, "İktidar halkı magazinle uyutuyor" derseniz yanılırsınız. Aksine, Türkiye’de iktidar tam tersini yapıyor.
Hatırlarsınız, 2000 yılında MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, "Varsayalım Ankara’nın varoşlarında yaşayan, altı çocuğu olan ve akşam evine ekmek götüremeyen birisiniz. Akşam televizyonunuzu açtığınızda Televole programlarında 60 kişinin nasıl yaşadığını görüyorsunuz. Siz olsanız ne düşünürsünüz? Ben bu durumda olsam, belki de komünist olurdum" demiş ve magazin programları yavaş yavaş rafa kaldırılmıştı. OECD raporu ise özetle magazinin komünist olmayı engellediğini söylüyor.
Görüyorsunuz, magazin MİT’i bile yanıltıyor.
İnsanlar magazinle, "Var mısın Yok musun" ve türevi yarışmalarla şansın bir gün kendisine gülmesini bekliyor. Beklerken de dünyada açlık tehlikesi altında insan sayısı 1 milyara yaklaşıyor. Ama kimsenin gıkı çıkmıyor. Niye? Pandora’nın kutusu açıldığında bütün kötülüklere karşı sadece umut yeryüzüne indirildi de ondan.
Hadi şeytanın avukatlığını yapayım: Ben hükümetin yerinde olsam, bu kriz ortamında öğlen kuşağına çekilen magazin programlarını acilen prime-time’a taşırdım...
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2008
Alman Kicker dergisinin "Kendi kimliğiniz dışında kim olmak istersiniz?" sorusuna Hamit Altıntop, Katoliklerin ruhani lideri Papa 16. Benedict diye yanıt verdi. Hayli ilginç bir açıklama. Bizim sıkıcı futbol ortamında bu sıra dışı açıklamanın, sadece ajans haberi olarak kalması daha da ilginç. Bundan daha renkli malzeme mi olur!
Vallahi ben bizim spor basınının harekete geçmesini beklemekten sıkıldım, Hamit’e ulaşmayı başardım. "Hamit, Papa olmak istiyor!" başlıkları atıldı Türkiye’de. Nedir olayın aslı?" dedim. Hamit de başladı kırık Türkçe’siyle anlatmaya: "Abi ne olursun sadece söylediklerimi yaz. Ben ’Papa olmak istiyorum’ demedim. Bize ’Bir günlüğüne kimin yerine geçmek istersin’ diye sordular ben de ’Papa 16. Benedict’ dedim. Elhamdülillah Müslüman’ım."
Peki Hamit neden Papa’nın yerine geçmek istiyordu?
İşte yıldız futbolcunun ağzından bu sorunun yanıtı: "Onun gibi yaşamak değil, onun düşüncelerini bilmek isterdim. Çünkü Benedict, en büyük noktada. Bir sürü insanın yardımına koşuyor, örnek bir lider. İnsanlar onu çok seviyor. Ben de onun düşüncelerini merak ediyorum. Dünyaya nasıl bakıyor bilmek isterdim. Herkesin dini ve ibadeti kendine. Bu dünyada önemli olan kötü niyetli olmamak, dürüst ve iyi olmak."
Hamit düşüncelerinde hoşgörülü ve gayet samimi. Anladığım kadarıyla da Papa olmanın psikolojisini merak ediyor. Merak edilmeyecek gibi de değil aslında.
Roma’nın göbeğinde kendinize ait bir ülkeniz ve ağzınızdan çıkacak iki cümleye bakan yüz milyonlarca seveniniz var ama bütün dünyevi arzulardan uzak durmanız gerekiyor. Kafadan seks yok mesela!
Gamze’nin tecavüzünü 1000 kere izlemek
Gamze Özçelik ve Gökhan Demirkol davasında bilirkişi olarak bilgisayar kayıtlarını inceleyen Adli Bilişim Analizi Uzmanı Cenk Ceylan, "Orada Neler Oluyor" programında konuştu...
Aynen aktarıyorum: "21 yıldır adli bilişim uzmanıyım. 37 yaşındayım. Hayatımda porno film izlemedim. Ama böyle korkunç ve dehşet verici görüntülere ilk kez rastladım. Gamze’nin görüntüleri geldiğinde 2005’in ekim ayıydı... İnsan olarak üzüldüm, şok geçirdim. 3 dakikalık görüntüyü 1000 kez izledim ve inceledim. Psikolojim bozuldu. İşin korkunç yanı; o bilgisayarlarda Gökhan’ın çıplak vaziyette başka kadınlarla olan başka görüntüleri de var. Üstelik kadınlar ünlü ve manken. Adlarını asla açıklayamam. Ama kendi iradeleri dışında şeyler yapmışlar..."
Ben bu açıklamayı çerçeveletip odamın duvarına asarım. Niye mi? Canım sıkıldığında okuyup gülmek için.
37’den 21 çıkarın. 16 eder. 16 yaşında adli bilişim uzmanı nasıl olunuyor lütfen biri bana açıklasın.
Herhalde Ceylan’ın 3 dakikalık kayıdı 1000 kere izlemesinin nedeni de 34 yaşında ilk kez böylesine görüntülerle karşılaşıyor olmasından kaynaklanıyordur. Hele hele bu görüntüler amatör kayıtsa!
Pardon! Ceylan görüntüleri adli bilişim uzmanı olarak inceliyordu.
Peki, 1000 kere incelenecek ne vardı ki o görüntülerde?
Ceylan arada Gökhan’ın cep telefonuna el sallamasını mı bekliyordu acaba? Bir de Ceylan’ın görüntülerin ’psikoloji bozacak derecede korkunç olma’ açıklaması var. Bunu da kayıtı izleyenlerin yorumuna bırakıyorum. "Gelin itiraf edelim" diyeceğim ama boş verin...
Ayrıca Ceylan’ın diğer görüntülerdeki mankenler için ’iradeleri dışında şeyler yapmışlar’ sözünü de anlamış değilim.
Ceylan, bu kanaate nasıl vardı, doğrusu çok merak ettim. Gökhan, o mankenlere elektrik verip, işkenceden mi geçirdi acaba?
Ceylan sözlerine "O mankenlerin kim olduklarını biliyorum ama açıklayamam" diyerek son noktayı koymuş.
Bir de açıklasaydın bari!
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2008
Başlığa ’gerçekçi’ kelimesini eklersem, sanırım abartılı olmaktan kurtulurum. Tabii başlığın, yerli film kategorisini kapsadığını ve seks filmlerinin kulvar dışı olduğunu belirtmekte de fayda var.
Efendim, "Vicdan" filminden bahsediyorum. Nurgül Yeşilçay ve Murat Han’ın arabadaki sevişme sahnesinde çıplaklık söz konusu değil, erotizm de yok. Ancak son damlasına kadar gerçekçi. Sanat için sevişme bu olsa gerek.
Ben buna benzer gerçekçi bir sevişme sahnesini en son "Kesişen Yollar" filminde izlemiştim. Halle Berry, gözyaşları içerisinde sevişiyordu, sonra da Oscar’ı kaptı.
Diğer filmleri izlemeden gözüm kapalı "Nurgül Yeşilçay da Altın Portakal’ı hak ediyor" diyorum.
Sadece bu sahne için değil, filmin bütünündeki performansı için... Jüride olsam sadece bu sevişme sahnesi için bile Altın Portakal’ı Nurgül’e verirdim. Kim ne derse desin...
Böyle sahneleri oynamak çok zordur, hele hele kalburüstü bir oyuncuysanız ve de bir anneyseniz.
Peki, ya film...
Bu gerçekçi sevişme sahnesiyle gündeme gelme ihtiyacı duymayacak kadar sağlam bir film. Erden Kıral, bazı karakterleri havada bırakma pahasına fazla söze gerek duymadan, hızlı bir kurguyla filmini kotarmış.
Kıral tutkulu bir aşkın özelinde sağlam bir sistem eleştirisine de soyunuyor. Ama yine de tutku başköşeye oturuyor. Filmden çıkarken midenize yumruk yemiş gibi hissediyorsunuz ve başlıyorsunuz yoruma açık finali düşünmeye. Atilla Dorsay’ın dediği gibi "Vicdan" ’mini bir başyapıt’ olmuş.
Bu arada Tülin Özen’in olağanüstü performansını da unutmayalım. Bazı sahnelerde Nurgül’ü bile ezip geçiyor. Tülin de Altın Portakal’da Yardımcı Kadın Oyuncu dalında favorim.
Fenerbahçe’yi İspanyol basınından takip et
Maç sonlarında "İyi oynadık, kazandık"vari klişe açıklamaların dışında Fenerbahçeli futbolcuların basına konuştuğunu göreniniz var mı? Yok...
Çünkü futbolcuların, Türk basınına konuşması yasak. Sadece Aziz Yıldırım konuşuyor, biz de paşa paşa dinliyoruz.
Hooijdonk, Kezman ve Anelka gibi dünya starlarını bile Türkiye’de işleri bittikten sonra dinleme fırsatı bulduk.
Ne gariptir ki, Yıldırım’ın bu yasağı İspanyol basınına işlemiyor.
Bilmem farkında mısınız, Fenerbahçe’nin gündemini son birkaç aydır İspanyol gazeteleri Marca ve As belirliyor. Roberto Carlos, Güiza ve Luis Aragones, hemen hemen her hafta bu gazetelere demeç veriyor, doğal olarak bizimkiler de bu haberleri çevirtip kullanıyor.
Bunun en son örneğini Akşam gazetesinde okuduk. Matador gazetesinden Javier Gomez Matallanas’ın "Kebap Luis Aragones" başlıklı köşe yazısında Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’deki kötü gidişata el atmak adına soyunma odasına girmeye başladığını ve Aragones’in bundan büyük rahatsızlık duyduğunu yazdı. Akşam gazetesi de bunu yarım sayfa haber yaptı.
Yakında Fenerbahçe muhabirleri İspanyolca kurslarına gitmeye başlarlarsa şaşırmam.
Hele hele Güiza’yı, Aragones’i "Merhaba ben Marca’dan arıyorum" deyip konuşturan zarfçı muhabirler çıkarsa hiç şaşırmam.
Cem Özer olgun davranmış
Yapımcılar ne kadar basına sızdırmamak konusunda dikkatli davransalar da "Vicdan" filmi, uzun süre sevişme sahnesiyle gündemde kalacak gibi. Medyanın ve doğanın kanunu bu, kaçmak imkansız.
Hadi ilk kurşunu ben atayım!
Usta yönetmen Sam Mendes, yeni filmi "Revolutionary Road"da eşi Kate Winslet’in Leonardo DiCaprio ile olan sevişme sahnelerini çektiği için Türkiye’de bile tartışılmış, İsmail Hacıoğlu’nun densiz açıklamalarına meze olmuştu.
Mendes, "İnsanın eşine, başka birisiyle nasıl sevişmesi gerektiğini söylemesi gerçekten çok kötü bir duygu ama işim bu" demişti.
Cem Özer de "Vicdan" filminin uygulayıcı yapımcısı. Cem Özer büyük bir olgunluk örneği göstermiş, en az Nurgül Yeşilçay kadar alkışı hak ediyor. Umarım basın, Cem Özer’i bu konuda fazla bunaltmaz.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2008
Balçiçek Pamir’in Ferhan Şensoy’la yaptığı söyleşide yine kavuk polemiğine girildiğini öğrenince magazin servisimizin foto muhabiri, abimiz Sinan Özbalkan’a "Bir röportaj yaptık, neredeyse dördüncü seneye girilecek, hálá tartışılıyor" dedim. Evet, sevgili okurlar. Burada reklamlara giriyoruz: Uğruna ’Siyaset Meydanı’ dahil olmak üzere birçok tartışma programının düzenlendiği, kadın programlarında konuşulan, Ferhan Abi’yi Google kadar meşhur yapan ’kavuk polemiği’nin yaratıcısı benim.
Ancak gelin görün ki, bugüne kadar kimse haberin kaynağıyla konuşmadı.
Konuşsalardı, tartışma bu kadar büyümezdi.
Buradan sonrasını iyi okuyun, çünkü kavuk polemiğine dair kafanızda hiçbir soru işareti kalmayacağının garantisini veriyorum.
Efendim, bu polemiğin son bulması için yapılması gereken Ferhan Abi’nin kavuğu Cem Yılmaz’a vermesidir. Niye mi? Hemen açıklayayım:
Ben o röportajda, "Kavuk Cem Yılmaz’a verilir mi?" sorusunu damdan düşercesine sormadım. Soru, "Gelecekte tiyatronun formatı değişirse" diye başlıyordu. Yani bu bölüm anlaşılmadan Türkiye, üç sene bu konuyu boşu boşuna tartıştı.
Ben o soruyu Ferhan Abi’nin "Tiyatro bitmiştir. İnsanlar artık tiyatroya gelmiyor. Tiyatronun sinema ya da internetle savaşması mümkün değildir. Bu bütün dünyada aynı. Farklı formatlar aramalıyız. Ben seyirciyi çekmek için sahneye sirk bile kurmayı düşünüyorum" sözlerinin üzerine sormuştum.
Çünkü Ferhan Abi ’farklı formatlar’ derken stand-up’ı da kastediyordu. Zaten aynı röportajda "Elini cebine sokup, sağdan sola yürüyüp bir şey anlatmak çok moda. Ancak dünyadakiler bunu 20 dakika yapıyor, bizim arkadaşlar ’Ferhangi Şeyler’i izleyip büyüdükleri için hep iki perde yapmak zorunda hissediyorlar kendilerini" diyerek bir anlamda Türkiye’deki stand-up’ın babasının kendisi olduğunu deklare ediyordu.
Eğer stand-up’ın babası Ferhan Abi ise onun veliahtı da Cem Yılmaz’dır.
Bu noktadan sonra Ferhan Abi’nin yapması gereken ’farklı format’ dediği şeyin stand-up ya da ’Komedi Dükkanı’ benzeri formatlar olduğunu kabul edip ’Ferhangi Şeyler’in modern türevlerini üretmesidir. Kitaplarında zevkle okuduğumuz anılarını anlatsa yeter de artar bile.
Ondaki kıvrak zeka ve entelektüel bilgi şu an hiçbir stand-up’çıda yoktur. Tadına doyulmaz gösterilere imza atar ve günü geldiğinde de büyük bir sahne ustası olmanın getirdiği dingiliğe kavuşup, kavuğu Cem Yılmaz’a devreder. Kavuk polemiği de tarihe karışır.
Haluk’un maceraları bitmek bilmiyor
Serdar Turgut’un çarşamba günü en çok güldüğü haber, "Bruce’a kokain için kafa tuttum, kovuldum" başlıklı haber olsa gerek.
Daha önce Haluk Piyes’in absürd hayat hikáyesinden bahsetmiştik ama genç oyuncu inatla bizleri güldürmeye devam ediyor. Piyes, Akşam’daki haberde Amerika’daki oyunculuk macerasının son bulmasına neden olan olayı şöyle anlatıyor: "Beni Miami’ye götürdüler. Gloria Estefan, Bruce Willis, Claudia Schiffer gibi isimlerle aynı masada oturdum. Baktım ortada uyuşturucu dönüyor. Cinnet geçirdim, onlara kafa tuttum. O olaydan sonra beni gönderdiler."
Düşünebiliyor musunuz, masada Bruce ve Claudia kokain çekiyor! Piyes de "Lanet olsun size" deyip posta koyuyor! Bruce Willis ne yaptı acaba? "Sakin ol dostum" falan mı dedi. Yine aynı haberde Piyes, Almanya’da sokak çetelerine karıştığını, mafyanın kendisine Mercedes otomobil, kızlar, sınırsız para ve bir de iki pitbull köpeği teklif ettiğini ama kabul etmediğini söylüyor. Nedir şimdi bu? Mafya dijital platformlar gibi paket program mı sunuyor? "Bir de iki pitbull bizden hediye" mi diyor?
Bu stand-up tadındaki haber, Piyes’in çete arkadaşlarını kurtarmak için avukat olduğunu açıklamasıyla son buluyor. İlahi Haluk! İki ay önce Günaydın’da çıkan röportajda Alman adalet sistemini adil bulmadığın için hukuğu bıraktığını açıklamadın mı?
Karar ver, bitirdin mi bitirmedin mi?
Yazının Devamını Oku