Yazarı Lynn Margulis, zamanımızın büyük bilimcileriyle röportajlar yapmış, kafa yorduğumuz birtakım hayata dair meselelere, bilim insanları üzerinden yanıtlar arıyordu. Konulardan birisi ise mutluluk ve para ilişkisiydi.
Dün okudunuz, Bill Gates, Microsoft’un başından ayrıldı, eşiyle birlikte bir vakıf kurdu ve muhtaç insanlara yardım ediyor. Bunu belirli bir dini inanıştan ötürü değil, tüm insanların eşit olduğunu ve bu dünyada herkesin eşit şartlardan faydalanması gerektiğini düşündüğü için yaptığını söylüyor.
Ne dersiniz? Çok para çok mutluluk getirir mi? Bill Gates niçin parasını muhtaç insanlara dağıtıyor?
Varlıklı olduğunu bildiğimiz birçok insan niçin zil takıp oynayacaklarına mutsuz bir yaşam sürdürüyor?
“Acını paylaşıyorum” demek bile zor gelirdi, insan ne diyeceğini bilemezdi.
Günümüzün vahşileşmiş doğası, bunu da değiştirdi.
Eskiden bir insan hayatını kaybettiğinde sevenlerine, yakınlarına “Başın sağolsun” denirdi. Uğurlanan kişiyle başka yollarda yürüyen, ona karşı duranlar bile susardı. Çünkü hikaye bitmişti artık. Defter kapanmıştı.
Kayıp yaşayan insanların acısına saygı göstermek bir borçtu artık.
İşte bu, değişti.
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, “insanlık” dediğimiz kavramın temelinde olan “ölüm” denen o üzüntülerin en büyüğünü yaşatan olaya dair reflekslerimiz bile değişti.
* * *
Yaşadığımız her acı olayın bize ayna tutan başka yönleri oluyor.
Toplumsal ilişkilerimiz ne durumda, ne kadar güvenli bir çevrede hayatımızı sürdürüyoruz, vaziyetimizi görelim...
2004 yılında gerçekleşen benzer bir olaydan esinlenerek yazılmış hikaye, bir fast food restoranında geçer. Polis memuru olduğunu söyleyen bir adam, restorana telefon eder ve müdüre, kasiyerin bir müşteriden para çaldığını bildirir. Müdüre, ekipler oraya ulaşmadan, kasiyeri çırçıplak soyması ve parayı nereye sakladığını bulması gerektiğini söyler.
Telefondaki adama koşulsuzca inanan ve daha sonra bu skandalın araştırması esnasında kendini “iyi, sorumlu bir vatandaş” olarak tarif edecek olan müdür Sandra, adamın söylediklerini sorgulama ihtiyacı duymaz.
Sözde polis memu-runun direktiflerini birebir uygulamak durumunda hisseder kendini...
Polis olarak arayan adam, hem samimi hem de inandırıcıdır, otoriter bir memur gibi konuşmaktadır. Önce müdürün kasiyer kızın çantasını aramasını, daha sonra onu soymasını ve çırçıplak biçimde bırakarak aramasını ister.
Bu esnada restoran yoğun saatlerini yaşamaktadır, işinin başına dönmelidir Sandra.
Polis numarası yapan tacizci, onun yerine bakabilecek birilerini bulması ve bulduğu kişilerin erkek olması gerektiğini söylediğinde bile, yine niyetini anlamaz. O, otoriteye koşulsuz itaat eden sorumlu bir vatandaştır çünkü...
Arayan “profesyonel”in maksadı, genç, güzel bir kız olan kasiyer Becky üzerinden çarpık cinsel fantezilerini tatmin etmektir esasında.
Bu da bize gösteriyor ki “Teşekkür ederim” demenin ünlüler ve yarı ünlüler dünyasındaki yeni modeli olan “övgü retweet’i” modası yakın zamanda geçecek gibi değil.
Öte yandan Twitter’ın kurucusu Jack Dorsey, “Twitter’ı kullanmanın doğru bir yolu yok” diyor. Yani ister teşekkür için kendisine yazılanları RT eder, ister çok kişisel bilgiler paylaşır, ister Twitter’ı sohbet etmek için kullanır... Kimsenin “Of ya, Twitter’da x paylaşanlar çok sıkıcı” deme hakkının olmadığını söyleyebiliriz. (Habitus okuru sana söylüyorum, Melike sen anla...)
Herkes, takip edeceği kişileri seçmekte özgür, retweet’çileri takip etmezsin, biter, değil mi? İşte orada dur sevgili Twitter bağımlısı Habitus okuru, orada dur. O iş o kadar basit değil, çünkü şöyle bir durum devreye giriyor: Sosyal medya sayesinde yeni görgü kurallarımız, yeni adetlerimiz, yeni alışkanlıklarımız var.
İki arkadaşın birbirinden soğuması, küsmesi ya da samimi olması birtakım Twitter ve Facebook dinamiklerine rahatlıkla bağlanabilir. Mesela gerçek hayatta görüşmekten keyif aldığınız ancak Twitter’da paylaştıklarıyla içinizi şişiren birini takip etmeyi bırakırsanız küseceğini peşinen kabul edeceksiniz.
Rüzgar hızıyla değişen gündemimizden birkaç gün önce 5 dakika 30 saniyelik bir sevişme sahnesi geçti hatırlarsanız. Danıştay, Aşk-ı Memnu’daki sevişme sahnesini uzun ve ahlaka aykırı bulan RTÜK’ün yanında durdu ve cezayı haklı buldu.
İsterseniz bu konuyu “eski gündem mezarlığı”na gömmeden bir kere daha üzerinden geçelim.
Danıştay’ın, RTÜK’ün bir dizide yer alan 5 dakika 30 saniyelik sevişme sahnesini “uzun ve ahlaka aykırı” bulmasını onaylaması ve RTÜK’ün dolaylı olarak “sevişme sahnelerinin uzunluğu konusundaki karar mercii” haline gelmesi, yetişkin insanlara şu iki mesajı veriyor:
1- Benim ahlaksız bulduğumu sen de ahlaksız bulacaksın
2- Sen bir yetişkin değilsin ve ne izleyeceğine ben karar veririm
Gece 21.00’den sonra verilen ve yetişkin bireylere hitap eden bir dizide, çıplaklık içermeyen ve insan doğasının bir parçası olan bir eylemin söz konusu olduğu bir durum çarpıklık olarak görülüyorsa...
İnfazların, cinayetlerin, silahlı-silahsız şiddetin her türünün ekranda yer bulduğu bir dünyada tüm bunları bir kenara bırakıp cinsellik üzerinden ahlaksızlık tayini yapılıyorsa...
- Yeni fikir üretmek: Dikkat edin, memleketimizde yeni çağın dahileri, yaratıcılardan değil, zaten dünyada tutmuş işlerin uygulayıcılarından çıkıyor, bu da bize yaşadığımız zamanla ilgili herhalde çok şey söylüyor.
Sıfırdan iş üretme korkağı olduk. Televizyondan müzik dünyasına, hep aynı hikaye. Şöyle oturalım, kafamızı çalıştıralım demek yok. Çünkü artık yeni bir fikir bulmak, sıfırdan, hiçbir yerden esinlenmeden iş üretmek, “risk” sayılıyor.
O riskler de hiçbir zaman gerçek hayatta kendine yer bulamıyor. “Tutmuşu var, yeni fikri biz n’apalım?-Tutmuşunu alalım, kendimize uygulayalım” varken, artık kimse kimsenin yaratıcı aklına güvenmiyor.
Bu işin iki fena yanı var: Birincisi, “kopyacılık” sıradanlaşıyor, normalleşiyor.
İkincisi, işlemeyen demir pas tutarmış ya, yeni bir işe girişeceğimiz zaman akıl versin diye “zaten yapılmışını” bulamadığımız gün ne olacak, bilen varsa beri gelsin.
- Torpilsiz bir dünyanın normalliği: Bir gün uyandık, bir partinin genel başkanının kardeşinin bekçilik yapmasına şaşırdık.
Sonra kendimize şaşırdık, çünkü imkan varsa sonuna kadar, tepe tepe kullanmaya ve tüm eşrafına kullandırtanların diyarında yaşamaya alıştığımızın farkına vardık.
Sonra televizyonun karşısına geçip kendimizi izleme imkanı bulsaydık... Ailesiyle oturmuş, dünyada işlerin en yolunda gittiği ülkede yaşıyormuşçasına huzurla yemek yiyen insanın, haber sitelerini okuyan insanla aynı kişi olduğunu kabul etmekte zorlanırdık.
Türk insanının bir gün içinde başına gelenler farklılık gösterse de, duygudurum aleminde olanlar pek değişmiyor.
Türkiye sınırları içinde yaşayan her birey için şu geçerli: Beyni, her gün karşılaştığı olaylarla savaşabilmek için tam anlamıyla bir “hayatta kalma organı” olarak çalışıyor. Delirmemek, üç aşağı beş yukarı düz bir çizgide yürüyebilmek için çok kişilikli gibi davranmak zorunda kalıyor. Bu nasıl oluyor biliyor musunuz?
Diyelim bir haber okuyorsunuz.