Restore edilmiş eski Osmanlı evlerinden biriydi. Çıkmalı, ahşap, üç katlı sevimli bir ev...
Sokaktan görünen ve “Mutluluğun mimarisi” olarak tarif edilebilecek bu görüntü, binanın kapısından girdiğim anda bitiverdi.
Bina, ahşap elbise giydirilmiş bir gecekonduydu esasında. Bildiğiniz çirkin, Türkiye’nin yüzde 80’ine hakim olan, estetikten uzak binalardan biriydi.
20. yüzyıl başının o naif evlerinden o kadar uzaktık ki dışarıdan kremalı pasta gibi görünen bina esasında malzemeden çalınarak hazırlanmış 20 günlük bayat ekmekten farklı değildi. Tam “bizim usul”dü işte, hayatımızın her santimine hakim o “dışı cilalı ama içi boş” anlayışın tarihi eve uygulanmış hali...
“Şehir insanı” dediğimiz ve insani duygularını beslemeye zor fırsat bulan canlı türü için benzersiz bir sevgi, şefkat kaynağı evdeki hayvan.
Ağlarken bir okşayanınız yoksa koca patili bir köpek veya bir kedi gibisi var mıdır? Köpek “Niçin ağlıyorsun canımın içi, bak şimdi ben de ağlayacağım” der gibi başını dizinize koyar.
Kedi ise mümkün olabilecek en anlamsız hareketi yapar, “Seni anlıyorum ama cool olduğum için karnının üzerine oturup sana kıçımı döneceğim” der, sizi kahkahalara boğar.
Eve hayvan almak demek, başını okşamak değil tabii. Bugün barınaklar hayvan bakmanın baş okşamaktan fazlası olduğunu hayvanı sahiplendikten sonra anlayan yarım vicdanlıların bıraktığı köpeklerle dolu. Birbirimize kızdığımız zaman bir aşağılama sözcüğü olarak kullandığımız “hayvan”, oturup çatal bıçak kullanmayı öğrenebilecek özelliklere sahip değil belki fakat içgüdüleri ve “ruhani özellikleri” insanlardan daha gelişmiş.
Terk edilmiş bütün köpekler alıp inceleyecek imkanımız olsa hepsinin altından türlü türlü “terk ediliş hikayesi” çıkar. Ailemin sahip olduğu köpeği sokaktan kurtarmıştık. Psikanalist Alfred Adler’ın kulakları çınlasın, bugün kendisi son derece sevgi dolu bir köpek olsa da vaktiyle terk edilmiş olmasından gelen ve insanların duygusal travmalarına benzeyen bir aşağılık kompleksi geliştirmiş.
Pako’nun her otomobile binişi ağlama krizleri ile sonuçlanıyor. Yaylı ve üflemeli çalgıların yoğunlukta olduğu müzikleri duyduğunda ağlıyor. (Önceki sahiplerinin ona klasik müzik dinlettiği esnada şiddet gösterdiğini düşünmeye başladık.) Şöyle oturup ağız tadıyla Mahler dinleyemiyoruz.
Şaka bir yana, travması büyük. Kendi evi dışında başka bir evi ziyaret ettiğinde, geri dönüş süreci sancılı oluyor.
Böyle bir cümle kurup, 70’lerden sonra doğan, bir toplumsal sorunun ucu kendine dokunmuyorsa çevresinde olan bitene duyarsızlaştırılanları (klişe deyimle 80 sonrası apolitize edilmiş kuşakları) bu gruba dahil edelim mi?
Bu arada, bizim kuşak bile yaşlandı artık. Üstelik “apolitize gencin yaşlanmışı” da hiç çekilmiyor biliyor musun, her gün kâh aydın kâh muhafazakâr kılıfı içinde düşünmeyi reddeden insanlarla karşılaşan muhterem Habitus okuru.
Yeni nesle gelince, yaşadıkları yerden, olan bitenden tamamen habersiz, adeta medeniyetin beşiği hayali bir ülkede yaşıyorlar sanki. Akıllı telefonlarıyla nasıl da mesutlar. Alışveriş merkezlerinde, okullarında, evlerinde oyalanma çağının kusursuz birer kölesi olmuşlar, insanı insan yapan özelliklerini babaannelerinin evinde unutmuşlar.
Okumuyorlar. Kesinlikle okumuyorlar. Zaten halihazırda çevrelerinde olan bitenle alakası pek olmayan yeni nesil, oyalanmaktan üç satır -hadi kitabı geçtim- web’de içerik okuyamıyor, Twitter’da oyalanmaktan, akıllı telefonların yüzeyini okşamaktan parmakları felç durumda.
Yakın tarihinden korkan devlet, evladına ülkesini bir türlü anlatamadığı için tarih kendini tekrar ediyor.
90 yıllık bir tarih bu... “Böyle düşünmenin, ortalığı yakıp yıkma halinin akıl ve mantık kaidelerine oturtabileceğimiz bir sebebi var mı?” sorusuna tutarlı yanıt
veremeyecek kalabalıkların dahil olduğu tüm olayların üzerine “galeyan kültürü” şemasını koyun, cuk oturur.
Ne kadar tanıdık bir söz değil mi tarihin tekerrürü.
Otobüste romantizm yaşayan bir Mustafa Sandal, inandırıcı mıdır, ürünü sattırır mı sahi?
Reklamda oynayan tanınmamış veya az mütevazı yaşamıyla tanınan bir yıldız olsa anladık, hadi bağ kurayım, fakat yaşam standardı otobüste romantizm yaşamaktan bir hayli uzakta olan bir adamla kuruluyor mu o bağ sahi?
“Bakın, Mustafa Sandal oynatarak portresini çiz(eme)diğimiz, toplu taşıma aracı kullanan düşük gelirli insanlar kampanyamız sayesinde arzuladıkları teknolojik cihazlara ve dolayısıyla istedikleri hayata kavuşurlar” mesajını mı alacak?
Valla kafam karıştı sayın operatör.
Plansız, her gün kontrolsüzce büyüyen kanser şehirlerde yaşarken, savaşta kalesini savunmak zorunda olan bir askerden farklı olmadığınızı hissediyorsunuz.
Tatil yapmak için çalıştığınızı düşünüyorsunuz.
Sevmediğiniz bir işi, hayatta kalabilmek için yapıyor, duygularınızla işinizi birbirinden ayırmak durumunda kalıyor, adeta “çift kişilik” geliştirmek zorunda kalıyorsunuz. İşini yaparken “Neden, neden??” diye sorgulamayan bir kimlik yarattınız kendinize. Öte yandan kendi kendinize kaldığınızda içinde olduğunuz dünyayı, ülkeyi, çevreyi düşünüp kalp sızısı, karın ağrısı çekiyorsunuz.
İşinizi yaparken tüm hislerinizi bir kutunun içine koyuyor, ancak ofisinizden çıktığınızda o kutuyu tekrar açıyorsunuz.
Size değer verildiğini hissetmek için neye ihtiyacınız var?
14 Şubat’ı niçin hiç sevmiyorsunuz?
“Tüketim çılgınlığı günü” olduğu için mi?
En ilgisiz markalar bile ürünlerini satmak için “aşk” kelimesini kullandığı için mi?
Konu insana dair hisler değil, “para” olduğu için mi?
Malını satmak için markalar “hediye yoksa bu günün bir anlamı yok, üstelik bir adamı senin için harcadığı para ile değerlendirmelisin” mesajını beynimizin kıvrımlarına yerleştirdiği için mi?
Yoksa artık her kavramın içinin boşaltıldığı bir dönemde yaşadığınız için mi?
Kadına zulmün dünya üzerinde çeşit çeşit türleri var.
Düşünce sisteminin kaynağına indiğimizde, yakın coğrafyada, uzaktan bakınca “arada çok fark var” dedirten ancak biraz yaklaştığınızda birbirinden farkı olmayan örnekler görebilirsiniz.
Suudi Arabistan’da kadınlara araç kullanmayı yasaklayan zihniyetle köprücük kemiğini gösteren kıyafeti tehlikeli bulan zihniyetin arasında fark yok.
Çıkış noktaları aynı yer.
* * *