Kadın bedeni ve çeşitli uzuvlar, sansürlenecekler listesinde açık ara lider durumda.
Şiddeti bir kenara bıraktık, memeyle, omuzla, sevişme sahnesiyle o kadar uğraşıyoruz ki artık ahlaksızlığın, terbiyesizliğin, en büyük namussuzlukların kadınlardan kaynaklandığına, “edep”e dair ne varsa hepsinin kadınların kıvrımlarından geçtiğine tüm çocukları inandırmışızdır.
Aşırı dozdaki sansürü mem-nuniyetle karşılayanlar varken, namusu kadının vücudunda (mesela omzunda) aramayan, dünyaya at gözlükleriyle, daha doğrusu cehalet penceresinden bakmayan kesim her geçen gün sesini daha da yükseltiyor.
Kah zorla, kah çaktırmadan “tatlı tatlı” muhafazakârlaşma ve bu anlayışı yayma çalışmaları hayatımızın tam ortasına oturduğu zaman, “Türkiye gerçekleri” dediğimiz birtakım meseleler artık hepimizi çileden çıkarır hale geliyor.
Artık kimse için “gri” kalmadı.
Hayatın iki yönü var, ya siyah, ya da beyaz.
Beyaz nadiren çıkıyor karşımıza ve hızla siyah bir bulutla perdeleniyor. “Günlük rutinimiz” diyebiliriz hatta bu duruma.
Yalova Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Dr. Osman Ulukaya, detaylı raporun önümüzdeki günlerde yayınlanacağını söyledi evvelki gün.
Gelişmeleri merakla takip ediyorum.
80’lerden itibaren 99’daki büyük depremde yıkılana dek, bu fabrikanın yanındaki evimizde yıllarımı geçirdim.
Daha yangına varmadan, bu civardaki tesislerin çevreye verdiği akıl almaz ölçüdeki zararın birinci elden şahidiyim.
Fabrika bölgesinin yakınında sıradan bir gün nasıl geçerdi, size anlatayım...
Bizim “deniz” dediğimiz mavi değildi. Fabrikanın düzenli olarak denize boya akıtılmasından ötürü, her gün uyanıp camdan baktığımızda farklı bir renk görürdük.
Kırmızı, mor, sarı...
İnsanlar neden yaptıkları işlerle bağ kurmuyor, kötü işi nasıl sıradanlaştırdık, “iyi iş” gördüğümüzde neden çok şaşırıyoruz, yalap şap yapılan işleri neden kanıksadık dersiniz?
Genellikle “maaşlı işçilik” dediğimiz, hizmet aldığınız bir firmanın müşteriden on (yüz, bin, milyon, milyar, trilyon) alıp çalışanına yarım, daha doğrusu “azıcık, ucundan” vermesi ile yürüyen bir sistem malumunuz.
İnsanların ay sonunu getirme savaşına hayat dediği bir dünya içinde debelenen bir adam, iş buldu, mesela alışveriş merkezinde kapıda güvenlik görevlisi olarak çalışacak diyelim.
Tüm gün ayakta dikilmesinin bedeli olarak aylık kirasına bile yetmeyen bir bedel ödenecek ona.
O günden beri iyi bir haber gelmesi umuduyla bekledik...
Sarayburnu’nda surların dibinde, başına öldürücü darbe almış, pantolonu ve külodu dizlerine inmiş bir halde, hunharca katledilmiş olarak bulundu Sierra.
Yabancı basın, “Türkiye’de kayıp kadın vakaları nadir görülür, turistler için tehlikesizdir” diyor fakat, çok önemli bir sorunun cevabını vermeyi unutuyor: “Türkiye’de kadın olmanın bedeli nedir?”
Kadın cinayetlerinden tutun, en “hafif” vaka olarak sokakta sözlü tacize varan, kadını aşağı gören, ağzından salyalar akıtan o kültürün varlığından bihaber gibi veriyorlar bu haberi.
Bilmiyorlar medeni erkeğin de, kadının da midesini kaldıran o koyu, yapış yapış “kadın cehennemi”nin hallerini...
Bilmiyorlar ki, o kültüre ait erkekler, kadının yanında erkek olmadıkça rahat vermez.
Erkeksiz dolaşan kadın “aranmaktadır”. Öldürülse bile baştan kendisi suçludur, “başında bir erkeği” yoktur çünkü.
Vaktiyle, hepimiz birer “gelişmekte olan küçük çocuklar ve genç” iken, insanlığın tarihini, gelişimini, değişimini, davranışlarını öğrenmemiz tam da bu nedenle çok önemliydi.
“Hangi savaş, ne zaman oldu, sonucu neydi?”den öteye gidemeyen türde ezberci anlayışla tarih öğreten, psikoloji ve sosyoloji gibi derslerin öğrencilerdeki algısını “kolay ders” olmasını sağlayan bir sistem içinde bunun bilincine erken yaşta varamadık elbette.
Üniversitede bu alanlara yönelmeyenler, çevresini ve kendisini anlamak konusunda hep geride kaldı.
Bir insanın kafasının neye çalıştığını bulmaktan, hayatı anlatmaktan aciz bir eğitim sistemi, insanını “insan” olarak bir adım öteye götürecek becerileri
Ahşap evlerin, o dünya güzeli yığma taş veya ahşap evlerin yerine kel, zevk yoksunu binaların yapılmadığı bir İstanbul neye benzerdi?
Sadece İstanbul değil, tüm şehirlerimiz için geçerli esasında bu. “Değer bilir” bir anlayış, cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana bambaşka bir çehre kazandırabilirdi şehirlere.
İstanbul’a şöyle bir tepeden baktığınızda başınızı ne yöne çevirirseniz çevirin bir “vah” çıkıyor iki dudağınızın arasından.
Güzelliğini bozmak için nasıl çabalamışlar, nasıl hunharca katletmişler, nasıl da anlamamışlar şehri.
Bazen para uğruna tarihi dokunun içine hiç tereddüt etmeden edenlerden daha iyi anlayanlar çıkıyor şehri.
Mesela Balat’ta restore edilmiş bir Osmanlı evinde yaşamış bir yabancı din adamı, tarihi yarımada manzarasının önüne dikilmiş bir kel binanın üzerine, o manzaranın eski halini siluet olarak çizdirmiş.
Kel bina o güzelim manzarayı kapamadan önce ne görünüyorsa, artık bir resim olarak yer alıyor çirkin betonun üzerinde...
Bu ve benzeri anlık vur-kaç, hakaret et-kaç veya tehdit et-kaç durumlarında, 155’i aramanın veya suç duyurusunda bulunmanın nasıl da sonuç vermediğinin altını çizmiş, bu tip trafik suçlarının cezasız kalmasıyla, şehir eşkıyalığının “normal, sıradan bir durum” haline geldiğini vurgulamıştık.
İstanbul’un Trafikten Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Şengün ile trafiğin geldiği son hali konuştuk.
Şengün, sürücülerin vaziyetini ve “eşkıyalığın normalleşmesini” iki yönden yorumluyor.
Birincisi “ehliyet” meselesi. Sürücü kurslarının tanıtım broşürü dağıtır gibi dağıttığı ehliyetlerin veriliş biçimlerinde sorun olduğunu uzun zamandır biliyoruz.