Çok güldüğümde birisi “Sus gız, çok ağlarsın sonra” dediğinde hiç çekinmem ağzına terlikle vururum.
Güzel bir bebeği güzel hislerle severken “tü tü tü” yapmam, çünkü içimden geçeni zaten bebeğin hissettiğini bilirim.
Öte yandan, gözleri karanlık bakan biriyle karşılaştığımda hayatı görme biçiminin, gözlerine aksettiğini düşünürüm.
Başıma art arda aksilikler geldiğinde bunu “günün enerjisi”ne bağlamam.
Kendi enerjimin dönüşüp bana geri geldiğini farzederim.
Yıl biterken en “gözümle görmediğime inanmam”cı bünyelerin bile kabul etmesi gereken bir konu var sevgili hayatın fizik kanunlarıyla yürüdüğünü bilen Habitus okuru.
Fizikteki enerjinin tanımını insana çevirecek olursak rahatlıkla “Bir insanın iş yapabilme potansiyeli” diyebiliriz. Aktarılabilir, dönüştürülebilir ama hesaplanamaz bir kavram olduğunu söyleyebiliriz.
Öğrencilere, kişilere hakaret etmeden sosyal medyayı kullanma yöntemleri anlatılıyor.” Dün, Hürriyet’te yer alan bu haber, aslında bir milat sayılır.
İnternet çoktan kültürleri, toplumları değiştirecek, dönüştürecek duruma geldi, sosyal iletişim kurallarını değiştirdi ama hâlâ “Çocuklara öğretilecek en önemli konular” arasına giremedi.
Hayatın bu kadar orta yerinde olan bir meseleyi nasıl atlıyoruz, anlamak mümkün değil. Cumhurbaşkanından milletvekillerine, bakanlardan belediye başkanlarına, dünyanın dört bir yanında herkes sosyal medyayı kullanırken, sanal dünyanın eğitim sisteminde kendine yer açmamış olmaması, internetin son 20 yılda değiştirdiklerini görmezden geldiğimizi gösteriyor.
Eskiden “kültür” dediğimiz sokaktaydı. Şimdi toplumun neye benzediğini görmeniz için sosyal paylaşım sitelerine göz atmak yeterli.
İşlerinizin, toplantılarınızın, meşgul oluğunuz her anın, birtakım şirketler hiç ilgilenmediğiniz ürünlerinin reklamını yapacaklar diye bölünmesinden sıkıldınız mı?
Ailenizle, dostlarınızla, iş arkadaşlarınızla yan yana olmadığınızda iletişim kurabilmek için yanınızda taşıdığınız cep telefonunuz, bir pazarlama aracına mı döndürüldü?
“Aramayın beni lütfen!”, “İlgilenmiyorum” gibi sözler söylemeniz işe yaramıyor mu?
O zaman size kesin çözümü sunuyorum. Bundan sonra sizi reklam-promosyon için arayan call center yetkilisiyle iletişim kurarken “Erol Bey yöntemleri” kullanacaksınız. Denenmiş, işe yaramış ve çözüm olmuştur. Garanti veriyorum.
Çok yakın zamanda bünyede kısa devreye sebep olan birçok olay yaşadık biliyorsunuz. Aradan fazla vakit geçmeden bunları tarihe tekrar not düşelim, bizden sonraki nesillere bu aklıevvellikleri iletelim:
- Bülent Arınç, CHP’li Aylin Nazlıaka’ya, “Kürtaj meselesi konuşulurken siz öyle bir söz sarfettiniz ki benim yüzüm kıpkırmızı oldu. Bir evli, bir bayan, çocuğu olan milletvekili kendisi ile ilgili bir organını nasıl böyle açıkça konuşabilir” dedi. Ayrıca, Aylin Nazlıaka’nın mecliste 2012 bütçe görüşmeleri esnasında kendisine bakarak konuşmasından utandığını söyledi.
Gören de olay bütçe konuşmaları esnasında değil, Aylin Nazlıaka “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” şarkısını söylediği sırada şemsiyesini çevirip gözlerini kırpıştırarak Arınç’a mendilini attığı sırada oldu sanır. Bu olayla “Yöneticilerimizin kadınlara bakışı” isimli eserin son sayfası da yazılmış, baskıya verilmiş oldu.
- Diyanet’in bir MİZAH sitesi olan Zaytung’un “Ateist Olduğu Gerekçesiyle İstifası İstenen Köy İmamı, Geri Adım Atmıyor: “Mesleğime profesyonelce yaklaşıyorum...” başlığıyla verdiği “haberi”, “İşte o ahlaksız haber” diye yalanladı... Devlet, MİZAHİ bir konuya telaşla açıklama getirdi, beyinler yanmış, algı kapıları kapandı.
Mutlaka hayatınızın bir döneminde siz de karnınızın çevresindeki o fazlalıkları çekiştirip “koparma imkanı olsa koparırdım” diye söylenmişsinizdir. Bir anda yok olsunlar ya da ne bileyim, döner bıçağı alıp kesiverin göbeğinizden, kalçanızdan...
“Kilo siniri” geldi mi de gitmez bir türlü. Çünkü hemen, derhal, o an sıkıntınızın acil bir çözümü olmadığını bilirsiniz. O kiloyu vermek için sabır gerekir, fakat sabretmek ve işi kuralına göre yapmak yerine bir ayda 10 kilo vereceğinizi söyleyen bir şarlatana inanmayı tercih edersiniz.
Tüm doğruları unutur, bünyenizi şaibeli diyetlerle yorar, geri döndürülemeyecek zararlar verirsiniz.
O tuhaf diyetlerden sonra, evet, kilo verirsiniz. Fakat havası alınmış balon gibi tuhaflaşmış halinizi kabul etmez bünyeniz...
Bir şehir düşünün, yolların yoğun olmadığı saatlerde bile ortalama bir Avrupa şehrinden yüzde 57 daha fazla oyalıyor sizi. Kar yağıyor, yolda kalan sürücüler, patinaj yapan yayalar, yoldan çıkan metrobüs, zincirleme birbirine girmiş araçlar, ekseni etrafında dönen otomobiller, şehrin en tanıdık manzarasını oluşturuyor.
Üstelik bu sefilliğin mimarı doğa değil, yağan kar hiç değil. Yöneticiler ve şehir sakinleri elbirliğiyle kendi çukurlarını itina ile kazıyorlar. Tüm uyarılara rağmen kar lastiği takmayan, yollara zincirsiz çıkan, bir gün aracının lüksünden ödün verip toplu taşıma kullanmayanlar sayesinde aşağıdaki görüntü oluştu İstanbul’da. Kar yağınca bu hale gelen bir şehirde doğal bir felaket olsa ne halt edeceğiz, işte en büyük merak konusu bu.
En tahammül edilmez konu da nedir biliyor musunuz? Hadi, siyasilerin başka zaman “Bir hatamız yoktur, her şeyi eksiksiz yaptık” beyanları çekiliyor ama şehrin birbirine girdiği böyle durumlarda yöneticilerin sanki ortalık süt liman, işler yolunda gitmiş gibi “hizmetlerinde bir eksiklik olmadığı” vurgusu yapmaları insanı deli ediyor.
Adeta insanın kendi saçlarını tel tel yolası, kendini duvardan duvara vurası, ağlama krizine girerek kendini yerlere atası geliyor.
İşte, bir şehir, insanlarını böyle çıldırtıyor.
Bu kış için, öneriyorum
Doğalgazdan vazgeçin: Isınmak için doğalgazdan vazgeçelim, evlerimizde varil yakmak, çadır kurup içine girerek sıcak su torbası ile ısınmak gibi yöntemleri kullanalım. Zira Enerji Bakanı’nın “Ben asla zam yapmayacağız dememiş gibi olsam da demişim gibi bir hissiyat içine girerek dediklerimin çarpıtılması sonucu dediklerimden farklı sonuçlar çıkarılmasın diye çalışıyorum” türü “söylediklerimi yutmak istemem ama bir açıklama da yapmak gerekli galiba” hissiyatıyla kurduğu cümleler açıkça gösteriyor ki, feci bir zam gelecek.
- Koca koca şirketler zengin olsun da çalıştırdığı “kelle”lere tırnağının ucu kadar maaş versin diye modern köleler olmayı kabul etmiş insanoğlu.
Bu sistemi kendi eliyle yaratmış ama kendi kendini boğacağını bilememiş. Sistemi büyütmüş de büyütmüş. İçinde boğulmamanın, hayatta kalmanın adına “hayat kavgası” demiş.
“Yaşamak” dediğin kendini unutmakla eşdeğer olmuş. Nefes alıp vermeyi sürdürmek, evini barkını, aileni koruyup kollamak için bir ofiste oturup insanlığına zerre kadar katkısı olmayan bir işi yapmak, sıradan ve normal bir meseleye dönüşmüş.
İnsan kendini unutmuş, sonra kendini unuttuğunu unutmuş.
Kütük meselesi: Biliyorsunuz biz kadınlar evlenince, Medeni Kanun icabı nüfus kaydımız eşimizin kütüğüne taşınıyor. Geçen sene İzmirli Dr. Gülsüm Dolgun “Nüfus kaydıma dokunma” isimli bir kampanya başlatmıştı. Dolgun, “Evlilik bir insanın kendi kimliğini bırakıp bir başka insanın kimliğini giyinmesini zorunlu mu kılmalıdır?” diye soruyordu.
Haklı bir soruydu bu zira erkek egemen sistem kendini Medeni Kanun’da bile açık ve net ifade etmiş. Resmen kadın babanın kütüğünden alınıyor, bir başka erkeğin, eşin kütüğüne veriliyor. Kadın, bir erkekten diğer erkeğe transfer ediliyor yani.
Yıl olmuş 2013, nüfus kayıt sistemini yenileyecek, “erkekten erkeğe transfer”i değiştirecek teknolojimiz yok mu? Var şüphesiz fakat o sistemi değiştirecek “kafa” var mı....
Hele ki bu dönemde... Dahası, sırf evlendiğimiz için hayatımızda hiç ilgimizin bulunmadığı uzak şehirlere ait sayılıyoruz. Anneyiz, bacıyız, “bayan”ız ama kendi başımıza varlıklar olamıyoruz. Ancak memleketin bir ucundan bir ucuna, bir erkekten bir erkeğe transfer edilebiliyoruz. Neden? Cevabı yok.