Daha az hayal kırıklığı mümkün mü?

Büyükşehirlerde yaşamaktan “istifa edip” kırsala, sessize, başka bir hayata geçiş yapmak istiyorsunuz.

Haberin Devamı

Plansız, her gün kontrolsüzce büyüyen kanser şehirlerde yaşarken, savaşta kalesini savunmak zorunda olan bir askerden farklı olmadığınızı hissediyorsunuz.

Tatil yapmak için çalıştığınızı düşünüyorsunuz.

Sevmediğiniz bir işi, hayatta kalabilmek için yapıyor, duygularınızla işinizi birbirinden ayırmak durumunda kalıyor, adeta “çift kişilik” geliştirmek zorunda kalıyorsunuz. İşini yaparken “Neden, neden??” diye sorgulamayan bir kimlik yarattınız kendinize. Öte yandan kendi kendinize kaldığınızda içinde olduğunuz dünyayı, ülkeyi, çevreyi düşünüp kalp sızısı, karın ağrısı çekiyorsunuz.

İşinizi yaparken tüm hislerinizi bir kutunun içine koyuyor, ancak ofisinizden çıktığınızda o kutuyu tekrar açıyorsunuz.

Türkiye gibi bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak, böyle “ikili hayat yaşama” zorunluluğu getiriyor insana. Futbol dünyasına, televizyona, bir takım semtlere-ilçelere baktığınızda veya kimi alışveriş merkezlerine dolanırken dünyanın en modern ülkelerinden birinde yaşadığınızı sanabilirsiniz.

Eskiden parası olan yurt dışından alışveriş yapardı, şimdi paranız varsa Türkiye’de her şeyi yapabilir, ne arıyorsanız ulaşabilirsiniz. Bulamadığınızda açar bilgisayarınızı, siparişinizi verirsiniz. Ayağınıza kadar gelir.

“İmkanlar denizi”nde, modern bir ülkede yaşadığınızı düşünürken biraz görüntüyü eşelediğinizde çıkar işin aslı. Anlamının hakkını veren bir üçüncü dünya ülkesinde yaşadığınızı yüzünüze vuracak, yüzlerce “detay” dolanır ayaklarınıza.

Herkes kanuna göre sahtekarlık yapmanın yolunu bulmuştur. Plansız şehirlerden tutun televizyon dünyasına her yolun başlangıç noktası “bir açık bulup onun üzerinden çok para kazanmak” cümlesidir.

Hiçbir iş uzun vadeli değildir. İleriyi düşünmek ahmaklık sayılır. Düzgün çalışan muslukları patlatıp altına kova koyarak tüm suyu kendi evine götürme mantığı içindedir “yurdum akıllısı”. Çünkü kafası öyle çalışır. Bir türlü ileriyi göremez. Kendi bindiği dalı keserek kazanmanın yolunu bulmuştur, patentini de almıştır.

Haberin Devamı

Dehşeti bile bir gün konuştuk!

Birileri çok kazansın diye şehirlerimizin içine ettik. Dünya üzerinde benzeri olmayan bir televizyon dünyası yarattık. “Bedavaya iş getirme”nin dünya üzerindeki en kurnaz versiyonları altına imzamızı attık. Kalabalıkları gerzek yerine koymanın, ayakta uyutmanın türlü yollarını üniversitelerde okutacak düzeye getirdik.

Farklı inançlara, hatta inançsızlıklara sahip insanların birbirine tahammülsüz olmasını “yurdum normali” olarak kabul ettik.

Kanunsuzluktan-kuralsızlıktan kaynaklanan dehşeti bile normalleştirdik.

Go-kart pistinde kafası kopan gencecik kızı bile bir gün konuştuk düşünsenize. Lunaparkta hayatını kaybedenleri, Bebek’te motorsiklete çarpıp kaçan konsolos eşini de bir gün konuştuk. Sarai Sierra’yı birkaç gün konuştuk, şimdi adı bile geçmiyor. Erkek şiddetini, kadın cinayetlerini gazeteciler gündemde tutmasa onu konuşan olmayacak. Özel hayata müdahale bile normalleşiyor, şaşkınlıkla izliyoruz.

Hem olmayacak tuhaflıkları kanıksadık, hem de işleri kuralına göre yapmamanın normalliğini.

Az insanın yaşadığı bir yere gidip, kendi evini yapıp domates yetiştirenler herhalde Türkiye’de büyükşehirde yaşayanlardan daha az hayal kırıklığına uğruyordur.

Belki de tam olarak bu yüzden en çok evimizi seviyoruz. Sokağı, şehirleri, ülkeleri değil, en çok evimizi... Keni kurallarımızla yönettiğimiz kendi ülkemizi.

İşte konu bu esasında: Hepimiz “daha az hayal kırıklığı” arıyoruz. Kuralına göre, işlerin tıkır tıkır ilerlediği, az çok kontrol edebildiğimiz bir hayat. Sokağa çıkıp insanlarla, dışarıdaki hayatla, “Türkiye gerçekleri ile” temas haline geçtiğin an hatırlamaya başlıyorsun nerede yaşadığını.

“Daha az hayal kırıklığı” ne yazık ki buralarda mümkün değil.

Kurnazlığın prim yaptığı “açık-boşluk arayarak kazanma”nın en iyi yöntem olduğu bir ülkede hakikaten mümkün değil.

Yazarın Tüm Yazıları