Paylaş
Restore edilmiş eski Osmanlı evlerinden biriydi. Çıkmalı, ahşap, üç katlı sevimli bir ev...
Sokaktan görünen ve “Mutluluğun mimarisi” olarak tarif edilebilecek bu görüntü, binanın kapısından girdiğim anda bitiverdi.
Bina, ahşap elbise giydirilmiş bir gecekonduydu esasında. Bildiğiniz çirkin, Türkiye’nin yüzde 80’ine hakim olan, estetikten uzak binalardan biriydi.
20. yüzyıl başının o naif evlerinden o kadar uzaktık ki dışarıdan kremalı pasta gibi görünen bina esasında malzemeden çalınarak hazırlanmış 20 günlük bayat ekmekten farklı değildi. Tam “bizim usul”dü işte, hayatımızın her santimine hakim o “dışı cilalı ama içi boş” anlayışın tarihi eve uygulanmış hali...
Kadıköy gibi tarihi eski semtlerde gezerken o çirkin betonarme binalar arasında, çalıların arasında açmış tek çiçek gibi eski evlere rastlarsınız hani... İçiniz parçalanır, gözlerinizi kapatıp mahallenin eski halini hayal etmeye çalışırsınız...
Yaşadığı şehrin değerini bilenler hep sorar: Biz neden bu şehri koruyamadık?
Binyılları üzerinde taşımış, yakın coğrafyanın en önemli şehri olan İstanbul’un niçin böyle hoyratça tepesine bindik?
Evvelki gün 1969 Haziran’ına ait National Geographic dergisini karıştırırken İsviçre’nin başkenti Bern şehrini konu ettikleri bir bölüme rast geldim. Şehrin içinden geçen ve bir noktada nal biçimi alan Aare nehri, binalar, doğa... Merak ettim, bu şehir 45 yıl içinde ne kadar değişmiş olabilirdi?
Google’ladım. Ve önüme çıkan fotoğraf, neredeyse 45 yıl önceki fotoğrafın aynısıydı.
Bir de İstanbul’u düşünün. 45 yıl önceki halini sadece eski fotoğaflarda görebilirsiniz...
Eski konakların, köşklerin, binaların eskidiği ve eldeki en olası seçeneğin “yap-satçıya ver” olduğu dönemlerde, koruma-dönüştürme projelerinin adının bile geçmediği yıllarda başladı talan.
Şehir planlamasının esgeçilmesi, kent estetiğinin göz önüne alınmaması, her sene katlanan iç göçlerle birlikte gelen talep, şehrin tüm sokaklarına “rastgeleliği” getirdi. Tek ailenin yaşayabileceği ve bakımsızlıktan dökük halde olan, sahibine hayli masraf çıkaran bahçeli evler satıldı, yerine en az 10 aileyi barındırabilecek yüksek apartmanlar yapıldı. Hem müteahhit kazandı hem de evin eski sahibi...
Böyle böyle bir bir talan oldu güzelim evler. Sırf ahşap değil, taş olanlar da aynı kaderi paylaştı...
Bize vuranı vururuz, izini de sileriz
Yine örneğimiz Kadıköy’den.. Moda, zamanında bugün hayal bile edemeyeceğimiz binalar ve bahçelerle dolu bir semtmiş. Yaptırdıkları evler, kiliselerden bugün sadece birkaçı ayakta.
Bunlardan biri de eski Modalı bir aile olan Whitall’ların evlerinden olan ve daha sonra Barış Manço’nun yaşadığı, bugün de müze olarak kullanılan bina.
Sokaklarda dolaştığınızda yığma taş ev ve kiliselerden bugüne dek ayakta kalabilmişler tek tük çıkar karışınıza...
Bu evler, bir zamanlar burada kendilerine sırf yabancı oldukları için ayrıcalıklı bir yaşam kurmuş batılıların hayatını simgeler.
Eğer “bizden” değilse “simge”ler bu topraklarda pek sevilmez, bilirsiniz. Onları yok edip üzerine kendi adımızı kazımazsak rahat etmeyiz. Yok etmezsek de çürümeye terk ederiz.
İşte hoyratça yok etmek biraz da bundan. Bu toprakların geçmişini eğer içinde “bizden ait olma hali” varsa korumayı düşünüyoruz. Bizans surlarının içinde adam öldürülen bakımsız hali de tam olarak bundandır.
Tarihini 1453 ile başlatan, var oluşunu “Bize vurana biz de vururuz, izlerini de sileriz”e yaslayan bir anlayış.
Kötülüğe karşı kötülük, “bizden” olmayana düşman kesilmek şehir hayatına da sirayet ediyor haliyle.
Hoyratlık sadece “gavur mirası”na yönelik değil şüphesiz. Eğer söz konusu “para” ise Türkiye sınırları içinde bulunan her türlü mirasın üzerinde tepinebilir, hoyrat davranabilirsiniz.
Tarihe hoyratlık, doğaya hoyratlık, birbirimize hoyratlık...
Kısa vadeli, yüksek getirili fakat uzun vadede büyük yıkım getirecek, geleceği öngörmeden yapılan hesaplar yüzünden kendi sonunu hazırlamak diye buna denir.
Paylaş