Fakat gözümüzün önünde olan bazı konuları görmezden gelir, sesimizi çıkarmazsak “kadına bakış” yolunda bir arpa boyu yol gidemeyeceğiz.
Modern kadınlar, nasıl göründükleriyle ilgisi bulunmayan işlerini yaparken bu işi görüntüleriyle destekler ve bunun doğru olduğunu savunurlarsa...
Biliyorsunuz günümüz dünyasında yetişkin insanları giderek renkli şeker sallamadıkça dikkatini çekemediğimiz mini mini bebeklere dönüştürdük.
Okumayın, öğrenmeyin, BAKIN diyoruz sadece.
Güzel bir yazı, güzel bir kitap okumanın keyfinden bihaber insanlar yetişmesine vesile oluyor, bu keyfe sahip insanların da önüne zorla renkli şekerler atıyoruz.
“Gelin, artık dünya böyle, siz de içeriğin ölüşünü, görüntünün yükselişini kutlayın” diyor, onları da günümüzün hızına ve “muhteşemliğine” uydurmaya çalışıyoruz.
Bu esnada hem kadını “bakmalık” bir objeye dönüştürüyor, hem de ilgisiz işleri bile bir çift kadın uzvuna muhtaç hale getiriyoruz.
Çalışan hamile kadınlara “işe yaramaz” muamelesi yapılırsa...
İkisi de büyük bina işte... Binalar büyüdükçe adalet daha mı çok yerini bulacak, o yüzden mi bu vurgu, insan merak ediyor. Neyse, konumuza geleyim: Anadolu Adalet Sarayı’na çok işiniz düşecek. Zira İstanbul Anadolu yakasında Şile ve Beykoz haricindeki tüm adliyeler bu “saray”a taşındı. Artık sabıka kaydı almak için dahi bu sarayın kapısını aşındıracaksınız.
Medyaya son günlerde avukatların kapıda güvenlik sorunları yaşamaları, binanın tasarımı ve kullanışsızlığı, birimlerin birbirinden uzaklığından kaynaklanan sorunlar sebebiyle gündeme gelen dev binayı bir de benden dinleyin:
Binaya ulaşmak için en pratik yöntem metro. Kadıköy-Kartal hattı üzerinde Hastane-Adliye durağında iniyor, maratona başlıyorsunuz. Şaka değil, sizi çok uzun bir yol bekliyor. Henüz metro istasyon içi yürüyen bantlar hizmete açılmadığı için yeryüzüne çıkana kadar yer altında bir hayli mesafe yürümek durumundasınız.
Yeraltında yürüdüğünüz yol kadarını yer üstünde de yürüyeceksiniz. Şimdilik bu yolun yaşlı ve engellilerin kullanımına uygun bir niteliği yok.
Adalet sarayı, hava fotoğrafından bakınca dev bir H olarak görünüyor, Saray, Çin Seddi gibi uzaydan da görünüyor olmalı, dev bir yapı. Fakat zannedersiniz ki Afrika’daki Sahra çölü veya Orta Asya’daki Gobi çölü üzerine inşaa edilmiş. İnsan bir adet ağaç dikmez mi?
Kilometrekarelerce alan saf beton. Burası da ne yazık ki son yıllarda yapılan tüm kamusal alanlar, meydanlar, binalar gibi “kel” tasarlanmış. Araplar bile çöl ikliminde yeşillik adına ne mucizeler yaratıyor, bizse olanı kurutuyor, üzerine beton döküyoruz. İşte en güzel örnek: Evvelki gün Mutlu Tönbekici köşesinde mahallesine nasıl da ağaç dikemediğini yazdı, “Yeşil korkusu” nasıl sarmalamış kafaları, şahane özetledi. Konu şu: Mahallesini yeşillendirmek istiyor ama olmuyor bir türlü. Bir komşusunun evinin yanına ağaç dikmek istiyor, “Toz yapar, istemem” yanıtı alıyor... Bir diğerine sarmaşık ekmek istiyor,
ondan da “sümüklüböcek yapar” yanıtı alıyor. Ardından bahsettiğim yazıyı kaleme alıyor... Okumadıysanız lütfen arşivden bulun ve okuyun.
Politikacısından esnafına, mimarından müteahhidine herkes yeşilden korkuyor. O yüzden “modern yaşam alanı” demek “beton denizi” demek artık.
Sanıklar beraat etti.
Yani bu da oldu: İnsanların hayatını kaybettiği bir kazada kimse suçlu bulunmadı.
Suç, insan yapımı bir malzeme olan raylara atıldı.
İnsan böyle bir durumla karşılaştığında, acaba beraat eden sorumlular nasıl bir çözüm buldu bu işe, kimleri araya soktu da kurtuldu demeden edemiyor.
Ortada bir kaza var, fakat suçlusu yok. Özür dilerim var: RAY.
Bilirkişi illa suçlayacak bir “adam” bulmak zorunda olsa 87’de yapılmış rayların üreticisini bulup suçu ona atmaya bile kalkardı herhalde.
Fakat ne yazık ki “Allah’ın işi tüh işte, n’apacaksınız, hayat”lara müsaade eden, yeri geldiğinde “adamına göre” işleyen bir hukuk sistemimiz var.
Suçlumuzun profilini inceleyelim isterseniz: İnsan eliyle üretilmiş, zamanla yıpranan ve ancak sorumlu bir devletin sağlıklı bir biçimde kullanabileceği bir ürün. Yani çaresiz kalınca “kabahat atılabilecek” canlı bir varlık değil.
Karanlık havalarda içi boş kemik gözlüğü, güzel havalarda aynısının siyah camlı olanını takarsın...
Postacı çantanı göğsünün üzerinden çapraz geçirir, yaz-kış demez, “deride futuristik tasarımlar” temalı botlarını kullanırsın.
İkinci el (veya “peder”inden kalan) enteresan ceketini hiç çıkarmazsın..
Bazen de bıyıklarını yukarı yukarı kıvırır, gevşek berenle arz-ı endam edersin...
Hava ısınınca fötr şapkan, biraz soğuyunca oduncu gömleğinle bütünleşirsin...
Olmadık dokuları, olmadık renkleri birlikte kullanırsın, bu işin piri sensin.
Bebek kakası kahverengisi, kusmuk sarısı... 70’lerin renklerinden başkasını bilmezsin.
“Farklı doku ve renkleri karıştırma” meselesi senden sorulur.
Şehir hayatıyla ilgili en büyük sorunlarımızdan biri zira. Gündemde tutmadıkça kanunsuzluk normalleşiyor.
Trafik magandalığı öyle bir sinsi virüs ki, eğitim düzeyi, yaş, cinsiyet, meslek dinlemiyor.
Büyükşehirlerin (bilhassa İstanbul) yollarına çıkan herkes bu virüsü bünyesinde taşıyor.
Evde başka, yollarda başka, tuhaf adamlara dönüşüyoruz hepimiz.
Birbirini tanımayan adamlar yollarda birleşiyor, “imece usulü” trafik magandalığıyla yolları ölüm meydanlarına çeviriyor. Adeta birbirlerinden güç alıyorlar.
Bu “imece usulü trafik magandalığı”, her gün insanı can pazarının içine sokup çıkarmakla kalmıyor, psikolojik teste de tabi tutuyor: Bakalım ne kadar sabırlısın... Bakalım karşılaştığın magandalıklara nasıl tepkiler vereceksin... Bakalım sinirini bastırabilecek misin, yoksa ağzından köpükler saçar hale mi geleceksin...
Hepiniz yollarda benzer sahnelerle karşılaşıyorsunuzdur:
Plaza kölesi magandalar, minibüs şoförleriyle el birliği yapar.
“Kadın ve Erkeğin Bir Arada Olmasının Kesinlikle Kabul Edilebilir Olmadığını Toplum Bilincine Yerleştirme Bakanlığı” olabilir.
“Kadınla Erkeği Birbirinden Kalın Çizgilerle Ayırma Bakanlığı” olabilir.
“Hayatı İnsan Olmak Üzerinden Değil, Kendi Belirlediğimiz Ahlak Kuralları Üzerinden Okuma ve Bunu Gençlere Öğretme Bakanlığı” olabilir.
“Yataklı trendeki yataklardan rahatsız olma” meselesini geçeyim hadi, “Belki güvenlik sorunları kız ve erkeğin birlikte olmasından değil, başka sebeplerden kaynaklanıyordur” diye saf hislerle konuşayım ama ya gençlik kampları?
Oyunculuk yapın, tasarımcılık yapın, her kapı size açık. Şöhret sizi bekliyor. Geleceğiniz parlak. Ülkenizde görmediğiniz ilgiyi burada görecek, buna kendiniz bile inanamayacaksınız.
Öyle bir ilgi göreceksiniz ki bu topraklara aşık olacak, bol para kazanacak, bir daha ülkenize dönmek istemeyeceksiniz.
İnanın bana burayı çok seveceksiniz.
- Yabancı akrabası olanlar! Bundan sık sık bahsedin! Dünyanın en sıradan, en özelliksiz hayatına sahip olabilirsiniz, hiç önemli değil.
Hayatınızda bir “yabancılık” varsa, arkadaş ortamlarında büyük sempati toplarsınız.
Örnek: “Aslında benim anneannem Alaska’dan gelmiş. Fas’a giden bir gemide o sırada Suriye’den kaçmakta olan dedemle tanışmışlar. Ama Arap değilmiş dedem (olsa şaşardım), görev icabı Suriye’de bulunuyormuş.”
- Şark meraklısı yabancılar! Türkiye’ye gelin. Ciddi söylüyorum, Türkiye’de geçici olarak yaşayan yabancı gibisi yok. Chris’lere, Sally’lere, Mary’lere Ahmet’lerden daha kolay hayat.
Salondaki tüm kadınlar gıpta ve takdir ile izledi Erduran’ı.
Neden biliyor musunuz?
O gece konu sadece müzik değildi.
Sahnedeki efsane, bize müzikten daha ötede, başka bir hikaye anlattı.
Onu sevenler, büyük bir yetenekten, bir ustadan güzel müzik dinlemekle kalmadı.
Hiçbir zaman kaybetmediği gençliğinin, güzelliğinin, zarafetinin ve başarısının sırrını da kulağımıza fısıldadı.
Erduran hiç konuşmadı.