Sağlıklı yaşamı, sporu hayatına düzenli olarak bir türlü sokamamış bizler, bunlara kanar, kim bize hızla aldığımız o beş kiloyu verdirecekse ona meylederiz.
Sorgulamadan, araştırmadan, en kolay neyse, yöntem olarak onu seçeriz sevgili can simitleri pantolonundan taşan Habitus okuru.
“Sporsuz” öneriler daha çok heyecanlandırır, kolay ve hızlı kilo vereceksek, ölüm riski bile almaya hazırızdır neredeyse...
O tuhaf besin desteklerinin, tok tuttuğu ve yağ yakmayı hızlandırdığı iddia edilen çöpleri üretenlerin bir bildiği var tabii: İnsan doğasının kolay olana doğru engellenemez çekimi...
Tabii doğru beslenme ve spor bu işin tek çözümü, bunu biliyorsunuz... Bir kere de ben tekrarlayayım.
Mart-nisan, kışın tek spor aktivitesi sabahları tuvalete çıkmak olanların hareket etmeye başlaması için en doğru zaman.
“Sokaklar sizin, parklar sahiller sizin, yürüyün, koşun” diyeceğim ama bunun için de “medeniyet kalkanı” gerekiyor.
Eğer spor salonlarından hoşlanmıyor, “İlle de açık hava, ille de açık hava” diyorsanız, sokakta spor yaparken insanları yok sayacak, duymayacaksınız.
Diyorlar ki, sosyal medyada Twitter’ı rastgele kullanıp savrulanlar değil, adeta usta bir politikacı gibi attığı her adımı bilen, adamına göre oynayanlar kazanıyor.
Bu işleri kıvıran kıvırıyor, kıvıramayan da “Twitter acemisi” olarak göze batıyor.
Peki Twitter’ı stratejik kullananlar en çok ne yapıyorlar? Nasıl tweet’lerle timeline’larımızı dolduruyorlar?
Buyrunuz, inceleyelim.
Güç tweet’i: Nüfuzlu kişilerle birlikte dost ortamlarındayken atılan tweet’tir. Yanında fotoğraf da olursa tadından yenmez. “Önemli insanlar arasında hayli sevilen bir kişiliğim, sırtımın nasıl da yere gelmeyecek, görünüz” mesajı vermek için atılır.
“Acemi işi” ve “profesyonel işi” olmak üzere iki türü vardır. Acemi işi olanlarda “kimlerle birlikte olduğumu göstermek istiyorum” mesajı fena halde ön plandadır.
Mesela kalabalık ortamda çekilmiş fotoğrafta insanların yarısı bulanık çıkmışsa bilin ki o fotoğraf çaktırmadan çekilmiştir veya acemimizin “önemli insanların içindeyim” konulu fotoğrafı yakalayabilmesi için tek şansı olmuştur.
Kendi kendinize kaldığınızda kafanızdaki sorulara yanıt verebilenlerden misiniz?
İşiniz için kendinizi paralarken “Bir dakika ya! Ben ne yapıyorum? Ne için kendimi hıpalıyorum?” dediğinizde sorunun cevabını bulabilenlerden misiniz?
Kurduğunuz ilişkilerde tüm kalbini ortaya koyabilenlerden misiniz?
Günün sonunda eve gelip kapıyı açtığınızda, üzerinizdekileri bir kenara fırlatıp kendinizi koltuğa attığınızda neler düşünüyorsunuz?
Yorgunluğunuzu atıp rahatlıyor musunuz, yoksa “Neden, neden, neden?” diye kendinizi kemirip bitiriyor musunuz?
Peki ya uykuya nasıl dalıyorsunuz? Dalıyor musunuz sahi? Nasıl uyanıyorsunuz? Mutlu ve heyecanlı mı, enerjik ve umut dolu mu?
Yoksa gözünüzü açtığınız andan itibaren büyük bir üşengeçlik duyuyor, bunun sebebini bilemiyor, bir saat sonra ne halde olacağınızı kestiremiyor musunuz?
Belki de kapılmışsınız bir sele, sadece başınız suyun üzerinde hızla akıyorsunuz taşmış bir nehrin içinde.
· Moda haftasının ennnn büyük sorunu ve endişe kaynağı olan (ve bu sene kısmen çözülen) yer sıkıntısına mahal vermemek için ayrıca “tuzu kurular” bölümü açılması kararlaştırılmış. Yerden hayli yüksek olacak bu platform, tavandan sarkıtılacak iplere bağlı olacak ve defile başlamadan hemen önce ön sıra ile podyum arasına indirilecekmiş. Böylece “Ay onun yanına oturmam ben” “Ne münasebet aaa, bunun burada ne işi var” diyen pek havalı şahısların hezeyanları engellenecekmiş. Platformun yüksekliği de sosyal statüye gönderme yapacakmış.
· “Edgy” giyinenleri, birbiriyle ilgisiz parçaları karıştırıp “oldu bu” diye moda adına biz zavallı zevk yoksunu ölümlülerin anlayamayacağı biçimde giyinip gelenleri kapıda çevirip önemli biri olup olmadığı sorulacakmış. Böylece gereksiz yere ilgi çekenlere ve kuru kalabalığa engel olunacak, moda haftasının bu biçimde haberleştirilmesinin önüne geçilmesi sağlanacakmış. Değişik giyinmek isteyip de yüzüne gözüne bulaştıranlara da Nil Karaibrahimgil tarafından hızlandırılmış kurs verilecekmiş.
· İzleyenlere “Satın almacı nedir?”, “Yabancı basının İstanbul Moda Haftası’nı izlemesinin faydaları nelerdir?” gibi sorular sorulacak, bilmeyenlere dünyada moda haftalarının düzenlenme sebeplerinin sıralandığı bir dosya hediye edilecekmiş.
· Moda haftasından sonra tüm gazeteler ve bloglar itina ile takip edilecek, “Dikkat çekici öğeler vardı” “Çiş sarısı ve küflenmiş makarna beji renkleri beni benden aldı” “Her parçası da ayrı bir olaydı açıkçası” gibi okur için HİÇBİR ifadesi olmayan, insanın aklında bir resim çizmeye imkan tanımayan yazıların sahipleri mahkemeye verilecekmiş.
· “Ön sırada hangi ünlüler oturacak?”, “Defilede hangi ünlü kadını çıkartsak?”, “Magazine konu olabilecek hangi ünlüyü podyumda yürütsek?” gibi sorular sonucu hazırlanan yeni listeler şimdiden tasarımcıların gündemindeymiş.
Yeni Wilma Elles’ler aranıyor
Toplumsal hafızamızdan silinen bazı konular var, Türkçeyi doğru kullanmanın gerekliliği de bunlardan biri.
Hafızalarından bu bilgiyi bir türlü silemeyenler de insanları “Bağlaç olan de’yi, soru eki olan mi’yi ayıranlar ve ayıramayanlar” olarak ikiye ayırıyor.
Dilbilgisi hatalarını yapanlar için, Türkçeyi doğru kullanmak ve yazmak endişe edilecek, konuşulacak bir konu değil. Kullandığı konuşma ve yazı dili, anlaşmaya, konuşmaya yetiyorsa gerisi teferruat onlar için.
Sık sık duyduğunuz basit ifadeler, mesela “Ne kafası bu yeae?”lar, “Aaaynen-aaynen”ler “Neeet”ler de konuşmayı, anlaşmayı basitleştiren ve inceliği ortadan kaldıran ortak paydalar yaratıyor.
“Kim takar doğru Türkçeyi, anlaşıyoruz ya, yeter” hallerine kat çıkıyor...
Kaba, hantal, düşünmeye üşenen insanlara çoktan dönüştük, dilimiz de kendini insanına bir güzel uydurdu.
Adeta basit sesler çıkararak anlaşacağımız günlere doğru ilerliyoruz.
Sağım, solum, önüm, arkam “bu binayı yapan herhalde zevk körüydü” dedirten türden apartmanlarla çevrili.
Evimin perdeleri beyaz. Işık geçiren fakat saydam olmayan cinsten.
Hep kapalı duruyor, hiç açmıyorum. Neden biliyor musunuz? Gördüğüm çirkinliğe alışmak, zevk körü bir ayaklı sebzeye dönüşmek istemiyorum.
Her sabah evden çıktığımda, başımı kaldırarak yürüyorum. Etrafıma bakıyor, “Acaba eskiden buralar nasıldı?” diye hayal kuruyorum.
Mesela çirkin apartmanların arasına sıkışmış bir ev görüyorum. “Demek eskiden böyleymiş hepsi” diyorum, bir sızı oturuyor içime. O sevimli ev, “mümkün olduğu kadar yüksek, mümkün olduğu kadar çirkin, mümkün olduğu kadar para getirecek” özelliklere sahip değil. Sahipleri, bir ev yapmışlar ve yüzünü bulunduğu yokuşa açı vererek oturtmuşlar.
O evleri yapanlar, insan doğasının ve insan elinden çıkan yapıların, yaşadığı yerin doğasına uyum içinde olması gerektiğini bilmişler. O evleri, hunharca, acımasızca, istilacı ruhuyla, “Apartmankondu” anlayışıyla değil, sokağın sesini dinleyerek yapmışlar.
Artık o evlerden çok yok. Onların yerine dikey gecekondularla dolu semtler. Kimilerinin içleri güzel fakat gecekonduya benziyorlar. Koca şehir, kocaman bir gecekondu şehri gibi görünüyor.
Plansız, kontrolsüz ve tarihi yokmuş gibi davranılan bir şehir, dünya tarihinin en önemli şehirlerinden biri İstanbul, kocaman bir gecekondu şehri gibi görünüyor.
Peki, kimi ünlüler için son derece kahredici bu tip durumların gerçekleşmemesi için etrafınızda dikkat etmemiz gereken “ünlü belirtileri” nelerdir?
Gelin bunları inceleyelim:
Güneş gözlüğü: Eğer yerin altında, metroda, kapalı herhangi bir ortamda veya güneş battıktan sonra hâlâ güneş gözlüğü ile gezen birini görürseniz ona iyi bakınız.
Çünkü o kesinlikle bir ünlüdür. Genellikle “Kalabalıkta fark edilmek istememek” olarak algılanan bu davranışın motivasyonu esasında başkadır: Ünlümüzün gözleri çaresizce bir sağa, bir sola, bir ileri, bir geri, fıldır fıldır dönmektedir. Göz bebekleri “Acaba beni tanıdılar mı??? Ya tanımadılarsa? Peki ya tanıdılarsa nasıl davranmalıyım?” endişesiyle hiç durmadan hareket etmekte; ünlümüz ise bu halinin fark edilmesini kesinlikle istememektedir...
Yani, esasında “kendine güvensizliğin örtüsü”dür güneş gözlüğü...
Güneş battıktan sonra Nişantaşı’ydı, efendim, Bağdat Caddesi’ydi, bereli-şapkalı, güneş gözlüklü, ellerini cebine sokmuş tam yol ileri yürüyen, atom bombası patlasa ileri doğru yürümeyi sürdürecekmişçesine tepkisiz bir insan gördüğünüzde biliniz ki o bir ünlüdür. Olmadı yarı ünlü... Olmadı sektör ünlüsü...
Onu durdurun. Kolunu tutarak ona heyecanla “Bi’ saniye! Sizi bir yerden tanıyorum sanki!!!” deyip sinirlerini bozun. Zira kendini çok ünlü zanneden bir kişiye sorabileceğiniz en sinir bozucu soru “A, ben sizi bir yerden tanıyorum???” sorusudur.
Ünlüler (ve yarı ünlüler) bu soruya o kadarrr, ama o kadarrrr bozulurlar ki, magazini takip etmiyor olsanız bile sadece betinin benzinin atmasından ve mimiklerinden dahi, onun magazinde sık (veya ara sıra) çıkan bir ünlü olduğunu anlayabilirsiniz.
Kimisi kendini tanır. İyisiyle kötüsüyle “ben böyleyim” diye kendini kabul eder.
Bedeni ruhuyla el sıkışır, “Madem böylesin, gel yan yana yürüyelim” der, yoluna devam eder...
O yolda kendini olduğundan fazla göstermek yoktur. Hayalindeki hayatı gerçekmiş gibi yaşayarak aklın kör karanlık yollarına doğru yolculuğa çıkmak yoktur.
Orada başkalarının hayatına gıpta etmek ve “Onda var, benim neyim eksik?” diye hınçlanmak yoktur. Olmak istediğin yere ulaşmak için kendine sahte bir “hayat imajı” yaratmak yoktur.