Eyüpoğlu diyor ki: “Özellikle Anadolu’daki AVM’ler insanların sosyalleştikleri alanlar haline geldi.
Trabzon’da, Kapadokya’da, Kayseri’de, Elazığ’da yaşayanlar modern sinema salonlarıyla tanıştılar. AVM deyince aklınıza giysi ve ayakkabı mağazası geliyorsa salt, bunu bilemem.
Ama buralarda elektronik marketler, kitabevleri, müzik marketler de var.
Pek çok kentte, kadınların buluşma mekanı haline geldi. Kadınların ev dışında sosyalleşmesini sağladı. Bunları görmezden gelemezsiniz.”
İşte, esasında sorun tam olarak da burada başlıyor. Esas olarak para harcatmayı amaçlayan AVM’lerdeki “kültürel ürünler” olarak tanımlayabileceğimiz sinemalar, sergiler ve diğer etkinlikler mecburi bir “yan ürün” olarak sunuluyor.
Ve evet, AVM deyince aklımıza giysi ve ayakkabı mağazası geliyor.
Çünkü temel fonksiyonu alışveriş yaptırmak olan ve bu yüzden tasarlanan mekanlardan bahsediyoruz.
Dedi ki, “44 gün engelli bir kız çocuğuna tecavüz eden üç manyak Allah belanızı versin. Çürüyün. Şu tecavüzcülere el atan devlet adamı kalbimi kazanır. Yürünecekse bu tecavüz için yürürüm. Benimle gelecek bir sürü insan tanıyorum.”
Ardından Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’e “Bu olaya el atmanız bekleniyor” tweet’ini gönderdi.Şahin, Twitter üzerinden “Aile Bakanlığı Hukuk Müşavirliği’miz sabahtan bu yana yoğun şekilde çalıştı. Müşavirliğimiz davaya müdahil olarak zanlıların tutuksuz yargılanmasına itiraz etti” yanıtını verdi.
Peki bu yanıt bizi tatmin etti mi?
Ne yazık ki, hayır.
Bakanlık yetkilileri, görevleri icabı böyle bir hukuksuzluk karşısında çalışıyorlar, elbette çalışmak zorundalar... Ancak...
Toplum vicdanı, böyle bir haberden sonra Fatma Şahin’den kuru kuru “müşavirliğimiz zaten çalışmaktadır” cümlesini değil, toplumun kanayan yarası tecavüz konusunda en az vatandaşın gösterdiği kadar büyük bir tepki göstermesini bekliyordu. İnsanı isyan ettiren bir adaletsizliğin Şahin’i de isyan ettirmesini bekliyordu... Olmadı.
Merak ediyorum, Fatma Şahin, Google Trends’e hiç bakıyor mu? Cinsellikle, kadın ve (bunu yazarken utanıyorum) çocuklarla ilgili Türkiye’den yapılan aramaların iğrençliğini, rezilliğini biliyor mu? Bu konuda ne düşünüyor, ne yapıyor... Bu sapkınlığın sebeplerini araştırıyor, sosyologlarla birlikte bu “hastalık”ın tedavileri konusunda bir çalışma yapıyor mu?
Neden kredi kartı bir “bela” ve kurtulamıyoruz?
Cevap basit: Kredi kartıyla harcamanın kolaylığı ve “bedava” algısı... Kasiyere ATM kartı bile uzatsanız, alışveriş esnasında “nakit para verme acısı”nın ortadan kalkması, “para harcadım” gerçeğini ortadan kaldırıyor.
Sizi biraz zorlayan bir meblağı ödemeniz gerektiğinde nakit verin, bakın nasıl hissediyorsunuz... Bir de aynısını kartla deneyin.
Kart uzatırken pek dokunmayacak...
Fakat nakit öderken içinizdeki teyze “Gittii... Gitti paralar” diye dizlerini dövecek...
İnanmıyorsanız deneyin.
Üstelik, reklam ve pazarlama yöntemleri tuzağı büyütüyor.
İçimi tarifsiz bir mutluluk kaplar. Düşünün, bu hissi yaratan turkuaz deniz, altın kumlar değil. Bildiğiniz bok kokusu.
İstanbul’da yaşayanlar da az çok bu haletiruhiyeye sahiptir... İstanbul’da da yaz demek bu kokusu demektir. Mesela Kadıköy’de Kurbağalıdere etrafında yürürken gözlerinizde şimşekler çakıyorsa “Oh, yaz gelmiş” dersiniz.
Mühürdar’dan çıkarken sizi çarpan lağım kokusu etrafa sinsi sinsi yayılmayı sürdürüyorsa, aylardan temmuz diyebilirsiniz.
Deniz kenarında otururken önünüzden geçen bir “insan artığı”nın size el sallaması, sıradan bir yaz gününün en sıradan olayıdır.
Düşünün ki bir ülke. Her şehri, her kıyısı, her bölgesi cennet.
Ve öyle bir çürümüşlük söz konusu ki, NORMAL bu...
Ülkeyi, çevreyi paraya ve ranta öyle bir kurban etmişiz ki, denizde yüzen şeyler normal.
Tamam, eskiden de vardı ama bugünkü hali bir hayli farklı.
Nedir belirtileri?
Mesela Twitter’a girmediğinde titreme, telefona veya bilgisayarına bakamadığın zaman peyda olan tarifsiz boşluk... Karın bölgesinde hissedilen rahatsızlık, karıncalanma...
“Telefonumu getirin bana” diye bağırıp kendini yerlere atarak yuvarlanma, tepinme arzusu... “Kim bilir neler oluyor ve benim hiçbir şeyden haberim yok?!?!” diyerek ve dudak titreyerek ağlama hissi...
Sabah uyandığınızda ilk iş telefona sarılmazsak güne başladık saymıyoruz.
“Yatakta 5 dakika daha fazla uyumak yüzünden geç kalmak” bile başkalaştı: “Yatakta telefon karıştırırken zamanın geçtiğini fark etmeyip geç kalmak...”
Twitter yüzünden nice servisler kaçtı sevgili 2013 yazını çocuklarına “Biz böyle bir yaz geçirmiştik” diye anlatacak olan Habitus okuru...
“Hatalardan ders çıkarmak, bilgeliğin ilk adımıdır” demişler.
Bunların hepsini bizim için söylemişler.
Her “yanlış yaptık”ı kabul edişten sonra “ama”lı cümle kuran siyasetçilere bir bakın...
Hata yaptığımızda önce bunu savunmaya, “esasında mağdur olan benim” cümlesini karşımızdakine kabul ettirmeye çalışan bizlerden esasında pek de farklı değiller.
Kritik olan konu ise şu: Eğer yanlış yaptığını biliyorsan, eninde sonunda bunu kabul edersin.
Çünkü yanlış yapmanın insana mahsus olduğunun bilincindesindir. En büyük derslerin yanlışlardan sonra geldiğini, bunun değerli bir deneyim olduğunu bilirsin.
Nasıl işliyor bu “önce hatayı reddetme-sonra idrak etme-ders alma” (veya alamama) süreci?
Nasıl da tatlı tatlı verecektik... Her nasıl pasaport almak-yenilemek için bel büken paralar ödüyorsak, aynısını ehliyetimizi değiştirirken de yapacaktık.
Büyüyen tepki sonuç verdi, tez zamanda Maliye Bakanı Şimşek’ten “müjde” geldi. Ehliyetini yenilemek isteyenler 15 lira verecekti ve ortada sorun kalmamıştı. Kabul ettik ve konu kapandı.
Bahsettiğimiz konu, pazardan aldığımız domatesin fiyatının düşmesi değildi oysa ki.
Erken sustuk.Tamam 15 lira vereceksin ama... Trafiğe çıkabilecek kadar sorumlu bir adam mısın... Trafik kurallarını hakkıyla öğrenebildin mi... Kursa gittin mi yoksa parasını verip mi ehliyet aldın... Otomobile eşeğe biner gibi mi biniyorsun yoksa parmağın –mesela- sağa dönerken sinyale gidiyor mu... Yaya geçidinde, yayaya yol veriyor musun... Takip mesafesi ne demektir, bunu biliyor musun... İşte, bunları sorgulayan, ehliyet sistemini yeniden tasarlayan bir kanun projesi yoksa eğer, ister 15 lira olsun, ister 101 lira... İnsanlığa dair bir gelişme barındırmıyor bu “çözüm”. İşin “bel bükme” kısmını hallettik, peki daha önemli kısmını, trafik terörünü çözdük mü?
Eğer bir düğümün çözümü, akıl ve mantıkla işleyen kurallara bağlıysa, çözüm olarak en mantıksız, en abes yöntemlerin sunulduğu bir ülkede yaşıyor olmak, insanı çaresiz bırakıyor. Dünyada bilim adamları dahi “Gelecekte trafik ne olacak?” sorusuna kafa yorarken, hala kanunsuz kuralsız, cezaların hakkıyla uygulanamadığı ve hiçbir caydırıcılığı bulunmayan Türkiye yollarında araç kullanmak, intiharla eşdeğer.
Önceki hafta San Francisco’da düzenlenen Research@Intel etkinliğinde vitrine çıkan ve en dikkat çeken çalışmalardan biri, otomobil sürüş deneyiminde devrim olarak kabul edilebilir. Intel için söz konusu çalışmayı yapan bilim adamları Hasan Ayaz ve Paul Crawford’un birlikte geliştirdiği uygulamada, sürücülerin, otomobil kullanma eylemi esnasında beyin dalgaları ve göz hareketleri incelenerek, bir insanın direksiyon başında nasıl davrandığından öte ne düşündüğü belgeleniyor. Bu çalışma ile, sürücünün dikkat dağılma anları ve hangi koşullarda ne tepkiler verdiği kaydedilebiliyor ve elde edilen veriler, yakın gelecekte sürüş deneyimini artırmak, hatta sürücünün yaratabileceği olası kazaları dahi önlemek için kullanılabilecek. Crawford, “Bu çalışma, bir insanın, otomobilin sorumluluğunu alıp alamayacağını belirlemede önemli bir referans kaynağı olarak değerlendirilebilir” diyor.
Yani özetle dünya, (şimdilik Türkiye hariç) parayı verenin direksiyona oturduğu değil, trafiğe çıkabilecek sorumlu insanların özenle seçildiği bir geleceğe doğru gidiyor.
Ufacık bir ihtimal?
O hissi tatmin edemediği zaman omuzları çöküyor. Yaşama sevincini kaybediyor. Güçsüzleşiyor.
Neler gördük Gezi’deki ağaca ilk kepçe darbesinden beri?
Özgürlüklerine sahip çıkanlara “vatan haini” diyenler...
Ağzından köpükler saçarak kâh Twitter’dan, kâh mail üzerinden tehdit savuranlar...
Sadece -evet sadece-kendisi gibi düşünme-diği için üstelik...
Adaletin bu kadar anlamını yitirdiği bir dönemde insan ne yapacağını da bilemez vaziyette. Hakareti, tehdidi bir suç olarak değerlendirip hukuki yollardan hak mı aramalı? Yoksa palalı adamı bile salıveren bir sistemde insan kendi kendini teskin edip hayata devam mı etmeli? Bilinmez...
Başka neler gördük?