Sahtecilik Twitter’da bu kadar “uyanılabilecek” bir konu değilken uyanıklar yapacaklarını yaptılar.Meseleye uyanıldığında ortalama bir Türk uyanığı için sapılacak yok çok tabii.
Kendi yaptığı işlerden kendi kendine “çok ses getiriyor” diye bahsedebilirsin mesela. (He canım he. Çok ses getiriyor he.)
Doping yapabilir, bunu “fiziksel gücün ulaştığı muhteşem nokta” olarak pazarlayabilirsin.
Sonra vaziyet anlaşılır, seninle övünen koca bir ülkenin kıç üstü oturmasına sebep olabilirsin.
Daha şarkının çıktığı ilk gün sosyal medyada “Youtube’da taam ellii milyorrr tık aldımmm” diye haykırır, bu “milyor” tıklarla iş kapar, popülerlik algısı yaratabilirsin.
Sonra iş patlar, alay konusu olabilirsin. (Geçen gün Naim Dilmener Twitter’da dedi ki, “Bizim bazı şarkıcı ve gruplarımızın Youtube üzerinde Beatles/Madonna dahil herkesi sollamaları gerçekse, açıklayın da ÖVÜNELİM.”
Hakikaten gerçekse konuşun da övünelim!
1- Reyhan derkenSaymadım kaç yıl oldu, dilimize yapışan “derken” kalıbını henüz tüketemedik. Üstelik her sene daha beyin yakıcı versiyonları türüyor. Diyaloglar kimi zaman şu noktaya erişebiliyor: Mesela manava “reyhan var mı” diye soruyorsunuz. Hoop hemen bomba geliyor, “REYHAN DERKEN?”
Yahu manav kardeşim kime sorayım. Eczaneye mi sorayım. Marangoza mı sorayım. “Reyhan derken?”e ne cevap vereyim? Latince adını mı soruyorsun? Ne istiyorsun?
Çiçekçiye “Bu çiçeğin toprağını yeni toprakla değiştirebilir miyiz” diye soruyorsunuz.
“Değiştirmek derken?”
Bir dükkanda “Bunun küçük bedeni var mı” diye soruyorsunuz,
“Küçük beden derken?”
Hayır, bir gün biri bana adımı soracak, “Melike” diyeceğim, “Melike derken?” diye yanıt verecek diye korkuyorum artık.
Ne söyleyeceği merak ediliyor.
Medyada çıkan haberlere göre Ateş, kendi hakkında konuşulanları üzüntüyle izliyormuş, biten ilişkinin arkasından konuşmazmış.
Ateş’in ne söyleyeceğini merak etmeyenlerdenim. Neden mi?
Söz konusu kişi Meryem Uzerli değil de başka bir kadın olsa... Mesela çocuk yapmayı tek “kurtulma” (yani evlilik) kapısı olarak gören, vasıfsız ama güzel, 35’inden sonraki hayatını garantiye almak için son tren olarak gördüğü bir kalın enseyi avlama peşinde bir kadıncağız olsa...
İşte o zaman işin erkek tarafını merak edebilirdim. Ancak etmiyorum.
Erkek tarafı, kendi durduğu yerden baktığında “Yeniden baba olmayı arzu etmiyordum” diyebilir. “Yoğun bir ilişki istemiyorum” diyebilir.
Kendi sebepleri vardır, kendi içinde tutarlıdır, tüm bunlar kendi hayatı açısından makuldür.
Sırf fiziksel şiddetle göstermez kendini, sıradanlıktan seçkinliğe, zayıflıktan güce, fakirlikten zenginliğe geçmiş, yontulmamış, insanlığı gelişmemiş ruhlara aittir.
Geçmişte başına ne geldiyse güçlü pozisyona geçtiği anda aynısını, hatta daha fenasını yapar. Kendi dünya görüşünde olmayan, kendine benzer yaşamayanlar düşmandır ve bir lokma sızlamaz kalbi.
Taşı tekmeliyor gibi tekmelemesi ondandır.
Tanımadığı, bilmediği, ne yaptığı hakkında bir fikri olmadığı gencecik bir çocuğu öldüresiye tekmeleyen bir ruhun tedaviye ihtiyacı var.
Ali İsmail Korkmaz’ın dövüldüğü gecenin görüntüleri, izleyenlerin aklından silinmiyor.
Bu cinayeti işleyenlerin nasıl bir yarası varsa artık, egolarını, tekmeledikleri adamın kıvranmasını izlemek okşayabiliyor ancak.
Nasıl bir ruh o? Konuşalım mı bugün bunu?
Belki daha önce böyle değildi, her gün “ne kadar güzelsin/karizmatiksin/seksisin/etkileyicisin” iltifatı duymak kolay değildi. Fakat insan bu, arsız işte istiyor. İnsan bir kere “like”a alıştı mı da vazgeçemiyor.
Her gün övgü alma, her gün pışpışlanmanın yeni yöntemi “Instagram’da işin suyunu çıkarmadan kendini fotoğraflamak” biliyorsunuz. Bu işe “sanat” dersek yeridir zira bu konuda en az profesyonel fotoğrafçılar kadar yetenekli kadın ve erkekler var. Başka bir canlı ya da objenin fotoğrafını o kadar iyi çekemiyorlar ancak iş kendilerine gelince... Auvvv, işte o konuda uzmanlar.
Geçen sene ayak fotoğrafı zulmü vardı hatırlayacak olursanız, en son bu sene Instagram’a video özelliği geldiğinde ayak VİDEOSU görüp can vermiştim. O günden beri ayak fotoğrafına az rastlar oldum.
Sebebi belli: Denize uzanmış parlak bronz bacak is the new black sevgili kol boyu fotoğraf sevdalısı Habitus okuru. Artık denize doğru uzanmış ayak değil, sosis mi bacak mı belli olmayan bir çift uzvun manzaralı halleri akıyor timeline’ımızda. Ayaktan daha mı iyi? İşte bakın onu bilemedim.
Fakat ikisinden de kötü olan varsa...
Ayak ve sosis bacak fotoğrafından daha kötüsü nedir biliyor musun sevgili Instagramcı Habitus okuru. Durmadan kendini kol boyundan çeken erkek. Aynısının kadınını kabul ediyoruz, “Ay canııım, yine kendini çekmiş, canı like istiyor” diyoruz ama bunun aynısını erkek yapınca en nazik tabirle “sakil” duruyor.
Hadi Kıvanç Tatlıtuğ olsan tamam, çek kendini, büstünü yaptır, hatta evine koy ama güneş gözlüğü takmış bir kıl torbasını veya sürekli yüz ifadeleri yapan burma bıyık bir egosantrik yarı-ünlüyü her dakika telefonumda görmek zorunda mıyım ben arkadaş.
İngiliz bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de otomobilde seyir halindeyken cep telefonuyla konuşmayan bir ben kalmışım. Vaziyet böyleyken şu aşağıdaki özelliklere sahip bir otomobili tasarlayacak ilk girişimcinin;
1- Ensesi kalınlaşacak,
2- Genç, güzel ve can sıkıntısından moda uzmanı eşi koluna takacak,
3- Boğaz kulüplerinde bir gecede ev kirası fiyatına şampanya açtıracak, 4- Sırf kendi egosunu okşamak, “Güçlüyüm artık, para bende” demek için adam dövdürmeye başlayacak,5- “Kısmetthh”, “Hayırlıssı” kelimelerini kullanım sıklığı artacak,
6- Tişörtlerinin yaka altlarında, göğüs bölümlerinde dev marka isimleri oluşmaya başlayacaktır.
İşte o otomobilde bulunması gereken özellikler:
Seyir halinde telefonu sürücünün kulağına götürecek bir otomatik kol: Konsept otomobilimizin telefon çaldığı anda cihazı sürücünün kulağına dayayacak bir aksesuvarı olmalı.
Sosyal medya bağımlısı.
Kaçınız bu itirafı kendinize yaptınız?
Ancak bu teknolojinin olduğu yıllarda doğmamış olanlar için “adaptasyon nesli” diyebiliriz.
Yani 80’ler ve öncesinde doğanlar... 90’lardan sonra doğanlar için durum farklı. Televizyona yaklaşıp ekranına dokunan ve cihaza tablet muamelesi yapan 2000’lerde doğmuş nesil de büyümekte.
Şu anda yeni teknolojiyle haşır neşir olan 7’den 70’e herkesin ortak bir özelliği var ki, o da yeni bir bağımlılık geliştirmiş olmaları.
İnternet ve sosyal medya bağımlılığı.Harvard Üniversitesi’nin araştırmasına göre sosyal medya; yemek, para veya seksin verdiği keyfi veriyor. Bir başka kaynak sigara ve alkolden daha fazla bağımlılık özelliği olduğunu söylüyor.
İnsanı bedenen tüketen bir bağımlılık olmadığı için zararsız olduğunu düşünüyoruz. Herhangi bir anda, sabah uyandığımızda, tuvalette, bir sohbetin ortasında telefonumuzla ilgilenmekten kaçınmıyoruz. Nezaket kurallarını, internet ve akıllı telefonların varlığından itibaren baştan aşağı yeniden yazmak gerekiyor.
Ediyor ya sahi. En çok da neye ediyor, biliyor musunuz? “Ben bir şeyi görmezsem, duymazsam ve duyurmazsam, o şey olmamış sayılır” düşüncesine.
Yani gerçek, benim gördüğüm ve gösterdiğim gerçektir, ben görmüyor, duymuyor ve göstermiyorsam, o gerçek değildir ve hiç var olmamıştır.Mesela birileri düşünüyor ki, bir maçta, yayıncı kuruluş tribünlerden gelen sesi kısınca tezahüratlar atılmamış, maçı izleyen bir kişi bile bu tezahüratları duymamış sayılacak. Asayiş berkemal.
“İstanbul’un tek eksiği olimpiyat” deyince, çarpık kentleşme konusunda bir dünya markası olduğumuz ve fay hattı üzerinde yamuk yumuk yaşadığımız gerçeği hooop, değişecek. Medeniyet beşiği, şehircilikte dünyaya örnek, hakikaten tek eksiği olimpiyat olan bir şehre dönüşeceğiz bir parmak şıklatmasıyla.
Koca bir ülkeyi, bir şehri bir kenara bırakın; içi boş dışı parlak etiket bağımlılığı, insanların sadece kendilerini ilgilendiren konularda bile tehlikeli.
Söylesenize, hırs küpü, “ben ben beeen” diyen insanlardan yaka silkmiyor musunuz? Becersin-beceremesin, yeteneği olsun-olmasın her konuda kendini ortaya atanlardan yorgun düşmüyor musunuz?
İnsana, dünyaya, bir halta faydam olsun diye değil, sırf etiket peşinde koşanlar yüzünden yerimizde saymıyor muyuz?Her işimiz taklit, her işimiz bir yerden apartma, her işimiz bir yerden çalıntı diye ağlamıyor, içi dolu, orijinal iş üretemediğimiz için hayıflanmıyor muyuz?
“Görüntü olsun da yeter” anlayışı bir karabasan gibi üzerimize çökmedi mi? Hem mecaz, hem de gerçek anlamıyla üstelik...