Melike Karakartal

Kubbenin altında, berbat kararlar veren bir politikacı ile yaşamak...

3 Temmuz 2013
Dün Stephen King ile röportajımızın ilk bölümünü okudunuz.

“Under the Dome”un her pazartesi FX’te 20.30’da, tekrarlarının ise perşembe ve pazar günleri 21.30’da yayınlandığını not düşelim ve devam edelim:
Kitaplarınızın adaptasyonları arasında sizi en çok memnun eden çalışma “Shawshank Redemption” mıydı?- Sadece o değil, birçok yapım var. “Misery”, “Stand by me”, “The Mist”... Dee Wallace’ın başrolde olduğu “Cujo”... İşte... O harika, tek kelimeyle harika bir filmdi. ABC kanalı için “Storm of the Century” isminde bir mini dizi yapmıştık, o da iyi bir işti. “Dome”da çıkardıkları işten de son derece memnunum.
Bir kitabı diziye uyarlamanın zorlukları neler?
- Kitaplarda giriş, gelişme, sonuç vardır. Dizilerle ilgili sorun şu:
Bir giriş, gelişme, gelişme, gelişme ve gelişme... Televizyon yöneticilerinin genelde cesur kararlar verip bir projeyi tadında bırakabildiklerini söyleyemem.
İyi bir proje söz konusu olduğunda önlerine Noel hindisi konmuş gibi davranıyorlar.
Noel hindisini Noel gecesi yersiniz. Ertesi gün hindili sandviç yersiniz. Ertesi günü hindili salata. Ertesi gün hindi çorbası.

Yazının Devamını Oku

“Hiçbir zaman entelektüel bir yazar olmadım”

2 Temmuz 2013
Sıradan ve sakin bir kasabanın üzerine bir gün gökten bir “kubbe” düşerse ne olur? Düştüğü yerde ne varsa ikiye bölen, içinde bıraktıklarını hayattan soyutlayan... Dışarıdakilerin giremediği, içindekilerin çıkamadığı, hatta sesini bile duyuramadığı bir kubbe... Nereden geldi? Kim getirdi? İçinde kalanlar hayatlarını nasıl sürdürecek?

Stephen King ve Steven Spielberg’in yapımcılığını üstlendiği, King’in aynı adlı romanından uyarlanan “Under the Dome”’un ilk bölümü, bir hafta önce Amerika’da yayınlandığında tam 13 milyon kişi tarafından izlenerek 1992 yılından beri en çok izlenen dizi prömiyeri payesini elde etti.

Dizide Mike Vogel, Dean Norris, Rachelle Lafevre ve Natalie Martinez başrollerde. Stephen King ve Steven Spielberg ile birlikte projeyi yürüten diğer yapımcılar Lost’un yapımcılarından Brian Vaughan ve dizide 6 yıl yapımcı ve yönetmen olarak yer alan Jack Bender. Diziden “Bu, yeni Lost değil” diye bahsediyorlar ancak dizinin anafikri, bunun yanı sıra ses ve görüntü efektleri ile benzeyen yönleri olduğu şüphe götürmüyor. Öte yandan Vaughan, “Eğer Lost ile karşılaştırılırsa, bundan ancak gurur duyabilirim” diyor...

Dizi, Amerika sınırları içinde, Kaliforniya dışında en büyük set olma özelliği taşıyan, EUE/Screen Gems stüdyolarında çekiliyor. “Trivia” meraklıları, North Carolina eyaletinin Wilmington şehrinde bulunan bu stüdyoyu Dawson’s Creek ve One Tree Hill’in mekanı olarak da hatırlayacaktır...

Under the Dome, her ne kadar hayatına bir mini dizi olarak hayatına başlasa da, işin gidişatı şimdiden değişmiş durumda. Stephen King ve diğer yapımcılar, dizinin ilk sezon sonrasında devam edebilme ihtimali konusunda kapıyı açık bırakmış. Televizyon eleştirmenleri dizinin sezonlarca süreceğine kesin gözüyle bakıyor.

Dizi, her hafta FX kanalında, saat 20:30’da yayınlanıyor.

Under the Dome, Stephen King’in O (It)’dan sonra ikinci en uzun romanı.

Kitabın dizi versiyonunda, kimi belirgin değişiklikler var. Hem karakterlerin, hem de konunun diziyle birebir örtüşmediğinin altını çizmek şart.

İşte, sürprizleri kaçırmadan birkaç tüyo: Mesela, dizinin sonu, kitaptaki son ile aynı olmayacak, “kitabın sonunu biliyoruz” diyenler büyük bir sürprizle karşılaşacak... Bunun yanı sıra eklenen/çıkarılan karakterler söz konusu...

Yazının Devamını Oku

Şehir hayatında teknoloji ne işe yarar?

27 Haziran 2013
Geçen aylarda, Moda sahilinde yapılan düzenlemelerle ilgili İBB’yi arayıp “Bu çalışmalarla ilgili civar halkına danıştınız mı?” sorusunu sorduğumda “Oranın halkı zaten biraz rahatına düşkündür, ayrıca nerede görülmüş şehirle ilgili yapılacak düzenlemelerde halka danışıldığı” cevabını almıştım.

Gezi’den sonra Kadir Topbaş, “Bundan sonra otobüs durağı bile yapılsa halka sorulacak” dedi ya... İnsan “doğru yolu bulmak için illa bir kayıp mı yaşanmalı” diye düşünmeden edemiyor...
Size Dublin’deki parmak ısırtan bir uygulamadan bahsedeyim...
Vatandaş şehrin yönetimine nasıl katılıyor, şehir halkı bundan nasıl fayda sağlıyor anlatayım...
Diyelim ki bir dere taşmış, caddeyi sular seller götürüyor... Araçların hareket etmesi mümkün değil...
Bunu, telefonunuzdaki aplikasyon aracılığıyla bildiriyorsunuz, soruna anında müdahale ediliyor, söz konusu caddeye gidilmemesi gerektiğini bildiren trafik uyarıları yerleştiriliyor, yardım gönderiliyor... Tüm bunlar göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşiyor...
Şehirde aksayan ve şahit olduğunuz ne varsa bu app ile belediyeye bildiriyorsunuz, bir bakıma “gönüllü belediye çalışanı” vaziyetindesiniz...
Dublin’in kardeş şehirleri Pekin, San Jose ve Barselona da bu uygulamaları hayata geçirmek istiyor.

Yazının Devamını Oku

‘Kusuruna bakmayın’

26 Haziran 2013
Zenginlik neydi?

“Sahip olmak istediklerine sahip olabilme gücü” değil mi? Daha doğrusu şöyle söyleyeyim, seni mutlu edebilecek kadarına sahip olabilme gücüne diyorduk “zenginlik” diye.
Fazlası mutsuz ediyordu...
Hatta sadece “mal” ile ölçülmüyordu...
Klişelerden girecek olursam (ama doğru) şöyle kavramlar vardı sahi: Gönül zenginliği mesela...
Sonra ne bileyim, ruh zenginliği...

* * *

Peki nelerden oluşuyordu bunlar?

Yazının Devamını Oku

“Önce insansınız, sevin birbirinizi” deseydi...

25 Haziran 2013
Saçlarımızı tel tel yolarken bir anda kahkahalar atmaya başladığımız, sonra da hüngür hüngür ağlayıp ufuklara baktığımız şu günlerde nasılsın, sevgili burnu biber gazından yanan Habitus okuru.

Başbakan’ın Türkiye toprakları üzerinde yaşayan herkesin başbakanı olduğunu kendisi hatırlamıyorsa birilerinin bunu ona hatırlatması şart sevgili bağzı Habitus okuru.
“Bunlar” dediği kitlenin, kendinden farklı düşünenlerin de bu topraklarda, anayasa ile korunan haklarının olduğunu söylemesi şart sevgili adalet duygusu kuvvetli Habitus okuru.
Türkiye bir “Ak Parti Dünyası” değil, devlet adına halkın başına geçmişlerin keyiflerine göre “iyi vatandaş” ve “kötü vatandaş” olarak ayırabileceği bir ülke hiç değil.
Yanılıyor muyum?

* * *

Günler boyunca, farklı şehirlerde konuşma dinledik. Üç aşağı beş yukarı aynı sözler.
Camide içki içilmediği kanıtlanmışken, hâlâ “içki içildi” diye direttikçe, insan isyan ediyor.

Yazının Devamını Oku

Alışmak değil, “biriktirmek”miş

20 Haziran 2013
Alıştık diyorduk, hatırlar mısınız?

“Artık bizi hiçbir şey, hiçbir akıl dışı beyan, hiçbir özgürlük kısıtlaması, hiçbir keyfi karar şaşırtamaz, hiçbir “biz böyle yapıyoruz, buna inanıyoruz, siz de öyle yapacaksınız” diretmesi şok dalgası yaratamaz sanıyorduk.
Alışmıştık ne yiyip ne içeceğimize, ülkeyi yönetmesi için vatandaşın seçtiği bir siyasetçinin karar vermesine...
Alışmıştık kaç tane çocuğu ne şekilde doğuracağımızın bize söylenmesine... Alışmıştık yemekte bir kadeh şarap içiyorken dahi “alkolik” yaftası yemeye...
Alışmıştık özel hayatımıza dair ne varsa hepsine kararların kendi arzumuz dışında tepeden inmesine...
Derken bir gün halka ait bir parka, şehir içinde kalmış bir avuç nefes alanına AVM dikmeye kalktılar...
Buna karşı çıkan ve barışçıl yollarla eylem yaparak tepkilerini ortaya koyan insanlar, ifade özgürlüklerini kullanırken canlarını tehlike altında buldular...
Devleti yönetmekle yükümlü olanlar, ellerindeki gücü pek yanlış anladılar.

Yazının Devamını Oku

Twitter’ı da yasaklayın bari, rahat olsun

19 Haziran 2013
Son iki haftadır memlekette cereyan eden olaylardan ötürü, İçişleri Bakanlığı’nın “Twitter’daki dezenformasyonu engellemek için” düğmeye bastığını öğrendik.

Televizyon ve basılı yayınlar yetmez, “Medyanın her alanında efektif bir sansür mekanizması çalışacak” olarak anlıyoruz bunu elbette, ne yazık ki.
Bir kere şurada anlaşalım:
Twitter’da, doğruluğu teyit edilmeden paylaşılan, yayılan ve binlerce kişiyi etkileme potansiyeline sahip birçok bilgi/görüntü/fotoğraf mevcut. Sağlıklı bilgi edinebildiğimiz kadar, türlü tuzaklara da düşebiliyoruz.Fakat “provokasyon” tarafından daha önemli bir fonksiyonu bulunuyor Twitter’ın...
Yüreğimiz ağzımızda geçirdiğimiz iki haftalık süreç içinde hayat kurtardı, anında doğru bilgi akışı sağladı ve demokratik hakkını kullanırken polisten orantısız şiddet gören barışçıl vatandaşların kendilerini korumalarını sağladı.
Zira doğru haber almak konusunda “normal” demokrasinin bulunduğu devletlerde devletin üstlenmesi gereken görevleri vatandaş kendi kendine üstlenmişti, Twitter da buna aracı olmaktaydı.
Peki siyasetçilerimizin niçin etekleri tutuşuyor sosyal medya deyince?Esasında konuya doğru yerden yaklaşsalar, tutuşmayacak.
Hâlâ “bugünün teknolojik koşulları” ile barış yapmış değiller. Hâlâ anlamıyorlar o eski köhne siyaset numaralarının çalışmadığını.

Yazının Devamını Oku

Doğrusunu gösterseydi ne olurdu/ Şimdi ne oldu

18 Haziran 2013
“Ben onun “gottinin gıliym” diyen teyzem: Ah teyzecim.

Sana “kötü” göstermeselerdi olanları... Biraz anlasalardı, anlatsalardı sana sokaklara dökülenlerin aklında dolaşanları...
Anladılarsa da kendi oyunlarına seni kurban yapmasalardı... Deselerdi ki “Teyzecim, bu arkadaşlar demokratik haklarını kullanıyorlar aslında...”
Kim bilir başka ne komik laflar ederdin de birlikte gülerdik... Yine güldük ama... Bize “lüzumsuz kutuplaşma”nın boyutlarını gösterdin yalnızca...
Elinde sopalarla, satırlarla gezen adam hali: Ah be kardeşim. Seni bu kadar gaza getirmeselerdi, kendi özgürlüğünü savunan insanları “vatan haini” gibi göstermeselerdi, gelmeyecektin bu tezgaha.
Gidecektin evine, meyveni yiyecek, sonra da yatacaktın... Sevdiğin kızı hayal edecektin...
Ne bileyim, belki de meydanlarda bayrak salladığın günü düşünecek, “Ne güzel bir gün geçirdik, bizim usta da yaman ha” diye diye uykuya dalacaktın...
Yaka paça gazeteci tutuklayan, insanların sakin sakin oturduğu mahalleleri “açık hava gaz odası”na dönüştüren polis olma hali: Ah be o “birkaç” polis... Sen rahatladın ama senin gibi davranmayanları, senin gibi olmayanları da yaktın be polis...

Yazının Devamını Oku