Başımıza ne gelse “Bu kafayla bizden adam olmaz, yine unuturuz” dedik, durduk.
Doğru, deprem sonrasında bilinçli veya bilinçsiz olarak, hayatımızı “bize bir şey olmaz” düsturuyla yaşamayı tercih ettik.
Peki... Depremi bile unutan Türkiye, bu hafta yaşananları da unutacak mı dersiniz? Bu defa ne olacak? Gelin, bugün bunu konuşalım.
Ne der psikologlar; “en iyi öğrenme yolu duygusal öğrenmedir...”Hayatımızın sonuna kadar aklımızda, kalbimizde taşıyacağımız hisleri, değerleri ancak “duygusal öğrenme” ile kazanırız.
Bir başka deyişle, en iyi öğretmen duygulardır. Depremde duygusal öğrenme süreci, yoğun ama kısaydı.
Yaşanan dramın gerçek boyutlarını asla bilemedik.
Yerinde görmeyenler ve dramı yaşamayanlar, olanları “özet” olarak TV’den izledi.
Tarafsız haber aktaran yayın kuruluşu, olayları saatlerce, kesintisiz İstanbul’dan canlı görüntüler vererek ve meydanda bulunan muhabirleriyle bağlantı kurarak aktaran CNN International idi.
Meydanda olmayanlar, doğrudan oradaki vaziyeti nefes almadan izledi.
***
O esnada, gün içinde Gezi’ye müdahale olmayacağını söyleyen Vali Mutlu’nun sözüne güvenerek yerlerinden kımıldamayan ve meydandaki şiddetle ilgileri bulunmayan barışçıl eylemciler, parkta anayasal haklarını kullanmayı sürdürmektelerdi.
Vali’nin “Müdahale olmayacak” demesine, yani devletin sözüne güvenmiş vatandaş, çoluk çocuk, yaşlı genç meydana aktı.
İşten çıkan vatandaş, kendini Taksim’e attı.
Tam lafa başlarsın, cümleni anlayabilmesi için parantez açmak zorunda kalırsın. Sonra o parantezin içinde bir parantez... Bir parantez daha... Sonunda “dünya gaz ve toz bulutuydu” noktasına kadar geriye gitmen gerektiğini fark edersin ki, bu da imkansız... Omuzların çöker... Çaresiz hissedersin...
Bir insanın kurduğu herhangi bir cümleyi dinlemeden, anlamadan, konuştuğu konuyla ilgili herhangi bir fikri olmadan “HÖEÖEÖE” diye bağırarak alkışlamak, kendini paralamak nasıl bir ruh halidir... Bir insanın söylediklerine katılmakla siyasette “groupie” olmanın arasındaki çizgi nerede başlamaktadır?
Bittiği bir yer var mıdır? Bu anlayış, içerisinde milleti temsil etme becerisi barındırmakta mıdır?
Seçmene oynamak, onlara “ama orada şiddet vardı, müdahale haklıydı” dedirtmek ve en baştan beri yapılan orantısız müdahaleyi meşrulaştırmak için tiyatro oyununa başvurulmasını izlemenin, yarattığı “Ah be, ah!” hissiyle ne yapılır?
En yakın arkadaşının sana oyun oynadığını izlemek gibi... Tam “oh, ne güzel de çalışıyoruz, kardeş kardeş” derken iş arkadaşının sana hazırladığı tezgahın ortasında kalmak gibi...
Dün sabah dört bir koldan yayın yapanlar, gencecik insanlar durduk yere tazyikli suları yerken, gaz bombalarıyla gözleri yaşarırken neredeydi? Geceleri rahat uyuyorlar mı? Kritik kararlar verirken vicdanları sızlıyor mu? Hakikaten soruyorum bak.
Onunla yatıp, onunla kalkıyoruz...
Uyumuyoruz, uyursak “bir şeyler kaçacakmış gibi” hissediyoruz...
Bir haftanın sonunda gelinen yer, umut vericiydi. Sabrı taşmış özgür, modern, düşünen insanların bahanesi oldu “üç ağaç”...
Demokratik hakkını kullanan halkın hareketinin içine şiddet karıştıranlara rağmen umut taşıyordu bundan sadece bir ay önce “bizden bir halt olmaz” diyenler bile.
Peki şimdi...
7 Haziran günü sabaha karşı duyduğum “seçim otobüsü konuşması”nda “onlar” ve “bizler” edebiyatının yerli yerinde durduğu gördükten...
Toplanmış koca bir kalabalığın “Yol ver gideriz, Taksim’i ezeriz” bağırışlarından sonra ne düşünmem gerektiğini bilemiyorum.
Müsaadenizle bir kişiye teşekkür ederek başlamak isterim bu yazıya.
Bizlere artık yok olduğunu sandığımız bir dünyayı; haklarına sahip çıkan ve sorumlu bir neslin varlığını gösterdiği için, tüm kalbimle teşekkür etmek isterim ona.
O her nasıl -herhalde saygısından- “Atatürk” diyemiyor bir türlü, ben de onun adını telaffuz etmeyeceğim.
* * *
Düşünüyorum, bu hareketin bir “başı” olmadığına yöneticilerimizi niye inandıramıyoruz? Hayatı siyaset yapmakla geçmişlere, “ideoloji de ideoloji” diyenlere “bu başka bir şey”i anlatamıyoruz?
Bit yeniği aramayı bırakmalı:
Bugün, eski yöntemlerle bağı bulunmayan, hakkını barışçıl yollarla ararken şiddetle bastırıldığında tepkisini korkusuzca ortaya koyan, sindirilmesi mümkün olmayan, anlaşıldığını düşünmedikçe de susmayacak bir nesilden bahsediyoruz.Peki ne öğrendik bu süreç içinde?
Kimisi için milyonlar, kimisi için “kaymak tabaka”, “marjinal”, “muhalefet yanlısı” olarak itham edilen “üç beş” kişi. Bu yazıyı yazmaya başladığımda başta İstanbul olmak üzere bütün ülke sokaktaydı.
Binlerce insan sokakta, meydanlarda... Sokağa çıkamayanlar evinin camında...
Tencere, tavalara vuruyorlar, alkış tutuyorlar, bağırıyorlar... Öyle yüksek çıkıyor ki sesleri...
Anlatmak istedikleri var.
Dinlenmemekten, kendilerini cenderede hissetmekten usanmışlar...
Eylemci, bir avuç çapulcu, bir grup marjinal değil onlar üstelik, halkın ta kendisi... Demokratik haklarını arıyorlar.
Taş olsa yumuşar karşısında. Kulaklarını açar, “Ne istiyorlar acaba” diye dinler değil mi?
Kabahati Gezi Parkı’nın yok edilmesini protesto etmek olan vatandaşların hayatlarını tehlike altına sokmasını...
Kadını, erkeği, çocuğu, astımlısı, hastası bir yana, sokakta olanlardan bihaber dolanan zavallı bir sokak köpeğinin bile biber gazını tatmasını...
“Gaza ihtiyaçları var demek ki” diyen milletvekilini...
Kol kola yaşayacakken, polisi halka, halkı polise düşman kesilecek vaziyete getirenleri...
“Biz yaşam tarzına müdahale etmiyoruz”dan sonra söylenen “Git evinde iç” cümlesi ile oluşan dev paradoksu...
Twitter’da Fazıl Say’a edilen küfürleri... Her zamanki gibi bu yaşananları da unutup, yarın hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edecek miyiz?
“Bireysel konformizm” işte böyle bir şey
Taksim’de adeta savaş yaşanıyorken,