Melike Karakartal

Şehirde vahşi yaşam (1)

17 Haziran 2011
Farkında mısınız biz şehirde bir sağa, bir sola koşturur, birbirimizden başka derdimiz olmazken neler oluyor?

Seçim tantanasından tutun da gece hayatına, dizilerden reality show’lara, iğne atsan yere düşmez sokaklardan alışveriş merkezlerinin kalabalığına, dikkatimizi üzerine toplayan ne çok “hareket” var şehirde... Fakat tüm bunlar sanki hiç yokmuşçasına bir deli vahşi yaşam sürmekte ki, değme National Geographic belgeselinde göremezsiniz bu anlatacaklarımı...
Mesela bir adam cebinden cüzdan çıkarıyor. Cüzdanının üstünde parıl parıl bir madeni para duruyor. Bunu gören karga GAAAAAK diye savaş çığlığı atarak adama doğru pike yapıyor, cüzdanı çaldığı gibi kaçıyor...
Başka bir karga kardeşim, yavrusunu yuvadan düşüreni o anda “Ayyy ne olmuş yazık” diye eğilmiş küçük kargaya bakan bir yaşlı teyzeden biliyor, yine pike yaparak teyzeye saldırıyor, kafasını gagalıyor.
Karga hikayeleri bitmez bu şehirde arkadaş! Biz çekiyoruz ama kedilerin de çektiği az değil... Artık kedicik ne yaptıysa, iki karga kıstırmış bunu sokakta, biri kafasına gaga atıyor, biri poposuna. Tenis topuna dönen kedi yaralı bir şekilde yakındaki otomobilin altına kaçmayı başarıyor.
Martılar ayrı alem. Ayrıca ben martıdan korkuyorum. Yemin ediyorum, şu İstanbul’da martılarla film çekseler ve bunu Alfred Hitchcock görebilse rahmetli, “Ben niye böylesini yapamadım, bizim kuşlar yalanmış meğer” der.
Bence martının kendisi korkunç zaten, bir şey yapmasına da gerek yok ayrıca. Küçük gibi görünüyorlar ama şöyle bir yaklaşınca, maşallah, Anka kuşu mübarek. Cesaret edip bizi ensemizden yakalayıverse, kaldırıp götürür.
Ayrıca martılara sormak istiyorum: Niye bağırıyorsun arkadaşım, burada uyumaya çalışıyoruz. Ayrıca bağırmak için niçin saat sabah 5’i seçiyorsun? Seni kınıyorum.

Yazının Devamını Oku

50’den 77’ye

14 Haziran 2011
Artık mecliste 77 kadın var. Ne mutlu bize. Bir adım, bir adımdır diyor, onlardan beklentilerimizin hayli yüksek olduğunu da buradan söyleyelim istiyorum, ne dersin sevgili eşitlikçi Habitus okuru.

Ve hatta benzer artışı büyük şirketlerden de beklediğimizi buradan bağırarak söyleyelim.
Hayatın her alanında eşit muamele, eşit koşullar şart.
Bir anda olacak işler değil, biliyorum, lakin, özgürlüklerimizi, haklarımızı istesek, “Bunların gerçekleşmesi için çalışın” desek, çok olmayız herhalde...
Mesela, kadının bir cinsel obje, bir “ürün”, bir makine, bir mal, ikinci sınıf vatandaş olmadığı, erkeğe hizmet için dünyaya gelmediği fikrine sahip olacak yetişkinler için, eğitim ana okul sıralarında başlasın.
Artık öyle bir noktaya geldik ki, aynen “Hayat bilgisi” gibi, “Kadın” diye ders olmalı müfredatta, zira hayli uzaklaştık kadın kavramının normalliğinden...
Öyle bir ders olsun ki bu, henüz erkek-dişi ayrımına yaş itibariye varamamış çocuklar erkenden öğrensinler meselenin çekirdeğini, sonra geldiğimiz hali...
Bir zamanlar onlar kadar olan insanlar büyüdüklerinde neler yapıyor, yapmış, okusunlar, ezberlesinler...

Yazının Devamını Oku

Seda Sayan’a neden şaşırdınız?

11 Haziran 2011
Biz kadınların işi hakikaten zor. Etrafımızdaki insanları yüzümüz-saçımız-başımızla ilgili en normal ya da en kötü halimize alıştırmamız lazım ki şöyle iki kendimize bakınca “Vay bee” dedirtebilelim.
Bakar mısınız, her gün pür makyaj gördüğümüz Seda Sayan makyajsız olunca “şaşırttı” oluyor.
Niye şaşırtsın ki?
Ben hiç şaşırmadım mesela.
Bildiğiniz, makyajsız, normal insan işte!
Fakat biz “ekran makyajlı Seda”ya alışmışız, sanki gece de öyle yatıyormuş, öyle kalıyormuş gibi.
Erkek şöhretlerin işi kolay.
Televizyonda, sağda solda yüzlerine ancak fırında nar gibi kızarmış et rengi veren fondöten sürüyorlar, ne bir kalem, ne far (Doğuş hariç) ne de başka bir makyaj ürününe ihtiyaç duyuyorlar.
Keyifleri gıcır.
Oldukları gibiler, ne eksikler, ne fazlalar.
Onlarda durum böyleyken biz, sancılar içinde kıvranmaktayız.
Göz makyajımızı silip sokağa çıkınca, biraz yorgun olunca. “Aayyy, ne oldu gözlerine, hasta mısın?” sorusuna muhatap oluyoruz.
Erkek ise “Yorgun ve yılların izini taşıyan karizmatik erkek” olarak mutlu, kendinden emin, hayatına devam etmekte.
Bu ikiyüzlülük değildir de nedir, sorarım size.

Yarın için

Etrafta ne çok “Aman bırak yaa, ne değişecek ki sanki” diyen genç kardeşim var, bir bilseniz.
Adeta biraz akşamdan kalma olsalar, biraz üşenseler, biraz sinemada 3 matinesine gitseler, derhal oy vermekten vazgeçiverecekler.
Hâl böyle olunca ben de bir ebeveyn, bir sorumlu vatandaş haletiruhiyesiyle, siz sevgili kendi geleceğini kendi belirleyen Habitus okurlarını sandık başına çağırıyorum.
Olmadı, kulaklarından tutmak suretiyle sandık başına götürsem diyorum...
Eğer bu yazıyı, düşen uçak bileti fiyatlarını görüp fırsat bu fırsat demiş ve değerlendirmiş, uzaklardan, bir tatil beldesinden okuyorsan seni tüm varlığımla kınıyorum sevgili seçmen Habitus okuru.
Sen oy vermezsen kim verecek?
Derhal yarın sabaha bir bilet al ve geri dön.
Seni sorumlu vatandaş olmaya davet ediyorum.

Muhteşem Yüzyıl’ı sevdik çünkü

Meryem Uzerli, karakterini, Hürrem Sultan’ı çok iyi canlandırıyor. İnandırıcı ve sürükleyici. Onu izlemek, gerçekten zevkli.

Günümüzün ilişkilerini özetliyor: Kanlı entrika, strateji peşinde dirsek çürüten insanlar, yapacak başka işi olmadığı için bütün gün birbiriyle uğraşan kadınlar...

Tarihi öğrenmek için iyi bir yol olmasa da tarihi meselelere, karakterlere dair merak uyandırıyor...
Yazının Devamını Oku

Kadın olmak karakolda da zor!

10 Haziran 2011
Polis, “Ölüm Pornosu/Snuff” adlı kitabın çevirmeni Funda Uncu’ya “Sen manken misin, böyle bir karakola düştün mü hiç?” diye sordu ya şimdi.

Gerçi sonradan yalanladılar, tabii ki kabul edecek değillerdi.

Bana kalırsa “Aramızda ayarını bilen, vatandaş dostu olanlar kadar, olmayanlar, ayarsızlar da var” deselerdi daha çok puan toplarlardı.

Zira karakola herhangi bir sebeple “düşen” kadının ne muamele gördüğünü yaşayan bilir.

Misal bendeniz, artık kendimi doğa kanunlarına bırakmış bir insanım. Çünkü başıma bir hâl gelirse eğer, artık polisle alaka kurmamaya bir sene önce karar verdim.

Yazının Devamını Oku

Sizi bir yerlerden tanıyor gibiyim

9 Haziran 2011
Herkesin başına gelmiştir: Kalabalık bir ortamda eski bir dostunla, bir tanıdığınla karşılaşırsın. Sana sürpriz olmuştur, yıllardır görmediğin için sevinmişsindir...

Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, kollarını açarak yaklaşırsın. Karşındakinin yüz ifadesinde bir değişiklik yoktur ama. Bilakis, göz bebekleri soru işaretine dönüşmüş bir şekilde bakmaktadır sana...
“Tanımadın mı?” dersin. Dersin ama bunu demene gerek olmadığını daha cümlen bitmeden anlar, seni hiç hatırlamadığını fark edersin.
Bazen de şöyle olur: Diyelim ki karşındaki bir erkek. Karşındaki adam, seni hatırlamamıştır.
Sen ona “Bakalım ne zaman merhaba diyecek” diye bakadururken adam tuhaf tuhaf hareketler yapmaya başlar. Böyle bir Burak Özçivit’imsi, efendime söyleyeyim, bir Kemal Doğulu’msu haller, bir havalar. Ya kaşlarını kaldırıp kaçamak bakışlar atarak seni süzer, ya da sırtını dönmek suretiyle iletişimi keser. “Allah Allah?” dersin, ne oluyor.
Tam “Haa, amaaan, beni hatırlamadı yahu” diyecekken aslında ne olduğunu fark edersin...
Adam, senin onu “kestiğini” sanmıştır ve bir ego patlamasına sebebiyet vermişsindir! Sana “N’aber bebek?” bakışları atmaktadır. Veya “Ah-hah, yine bir kız bana göz süzüyor” edasıyla yavaştan şımarmış, poposunu dönmüştür.
Adama da gidip diyemezsin ki, “Göz süzdüğümüz yok, sen biraz hafızasız, biraz da enayi olduğun için, ben seni kesen kadın pozisyonuna düşüyorum” diye... Seni deli filan sanabilir çünkü.

Yazının Devamını Oku

Çok sıkıldım!

8 Haziran 2011
- Çifte standartçılardan: Normalde herhangi biri yapsa eleştireceği bir işi “eleştirmemeleri gerektiğini düşündüğü” biri yapınca övenlerden... Överler, çünkü o eleştirmemeleri gereken kişinin eli her yere uzanıyordur mesela, der ki kendi kendine “Şimdi yok yere gerçek hislerimi söyleyip kariyerimi tehlikeye atmayayım, arkadaşlığımı bozmayayım”.
Bir de şu model var tabii, atlamamak lazım:
Yeni çıkan ve medyada hiç dostu olmayan biri yapsa/yazsa hiç beğenmeyeceği, hatta yerden yere vuracağı bir albümü, sırf arkadaşı ya da tanıdık adam yaptı/yazdı diye “Ahhh mükemmel olmuş” diye övmek...
Bu kadar zor mu iyiye iyi, kötüye kötü demek? Önemli olan “dengeler” ise gerçek hislerin, gerçek iyinin ve gerçek kötünün konuşulduğu ayrı bir dünya yaratıp orada mı yaşasak acaba? Aman işte benimki de hayal...
-  Survivor’cuların sakallarından: Biz bacaklarımızdaki tüyleri bırakıyor muyuz arkadaşım? Kaşımızı almadan geziyor muyuz?
Çok rica ediyorum, sevgili Acun kardeşim, şu gariplere bir jilet gönder. Eski Türk filmlerinde yaşlandırılıp berduşa döndürülen jönlerin takma sakalları bile daha güzeldi, yemin ediyorum.
Şu hayatta Taner’in serbestçe uzayan sakallarının girdiği şekli de gördüm ya, artık beni hiçbir bakımsız erkek şaşırtamaz. Düşündükçe ensemden ürperiyorum. Döndüğü zaman onunla aynı evi paylaşanlara Allah’tan sabır diliyorum.
-  Fanilalı erkeklerden: Kadınlarda şeffaf sutyen askısı, erkeklerde fanila. Ne olur bitsin, yalvarıyorum bitsin. Fanila üretimi dursun.
Beyaz gömlek altına fanila giymek, biraz soket çorapla topuklu ve burnu açık ayakkabı giymeye benzemiyor mu sevgili Çift Kaplan atletli Habitus okuru? Tabii herhalde çok şık diye giymiyorlar erkekler fanilayı; yaz aylarında fonksiyonel bir parçaya dönüştüğünü kabul ediyorum, lakin bunun aynı hesaba denk düşen şık çözümleri de var. İlla piknikçi amca fanilası mı giymek zorundasınız gömleğinizin altına?
Tamam, kabul ediyorum, hepimiz ömrümüzün bir döneminde fanila giydik ama bu takribi 20 yıl önceydi ve geçerli sebeplerimiz vardı.
Misal ben, ilkokuldaydım. Teneffüslerde koşturduğum için terliyordum, bunu bilen annem, sabahları o fanilayı giydirmeden yollamıyordu dolayısıyla.
Bir de kışlık yün fanila vardır ki o konuya hiç girmek istemiyorum.
“Fanilamsız çıkmam” diyen erkekleri ilkokul alışkanlıklarından vazgeçmeye davet ediyorum.
-  “Önemli insan” hallerinden: Meşhur insanlarımız ya da şöyle söyleyeyim, yavaş yavaş çok meşhur olan insanlarımız, bilirsiniz, yükselen bir ivmeyle “bana vatandaş muamelesi yapmayın!” haletiruhiyesine girerler.
Sıradan olmak, öyle görünmek çok korkutur. Herkesten önce, herkesten özel muamele görmek için uğraşır, göremediklerinde çevrelerindekileri yıldıracak kadar hırçınlaşırlar.
Keşke biraz sakin olsalar. Muhakeme yeteneğini kaybetmeden pozisyonlarını idrak yolları arasalar.
Tamam, çok önemliler ve -misal- dizide oynamak gibi dünyanın düzenini değiştirecek işler yapıyorlar ve hepimizin önlerinde saygıyla eğilmesi, eteklerini öpmesi gerekiyor ama işte ihmal ediyoruz bazen, ne yapalım. İnsanlık hali.
-  “Paparazzi suratı”ndan: Magazin kameraları tarafından görüntülenen ünlülerimizin çekildiklerini ilk fark ettikleri ana hiç dikkat ettiniz mi? Bence bir dikkat edin. Genellikle “Ay çekmeyin”, “Ay rahatsızız”, “Ay nefret ediyorum” suratları... Memnun değil ama memnun gibi de değil... Bir sıkılmalar, bir daralmalar, bir “istemem yan cebime koy” halleri...
Peki aynı insanlar, kameralar onlara ilgi göstermedikleri zaman depresyonların en büyüğünü yaşamıyorlar mı?
Kameraların ilgilerini kaybetmesi başarısızlıkla doğru orantılı değil mi?
Yani aslına bakarsanız kamera taarruzu varsa, şöhret konusunda kıvama gelinmiş, popülarite yakalanmış demektir. Ha, bunun sonsuza kadar süreceğini düşünüp şikayet etmek, asabileşmek tercih ediliyorsa, 10 sene sonra görüşelim derim ben.
Yazının Devamını Oku

Şort giyme özgürlüğümü istiyorum!

7 Haziran 2011
Bakınız, daha evvelki hafta “yaz henüz gelmedi” diye üzülmüş, sıcak havalara olan hasretimden bahsetmiştim.

Erken yazmışım, zira bu sene hiç bahar olmadan, bizlere o meltemli tatlı ara mevsimi yaşatmadan yaz birden geliverdi.
Zaten eğer Eda Taşpınar bir anda bronzlaşmışsa, karpuzun tadı ve rengi yerine gelmiş, erikler yumuşayıp lastikleşmeden gelebileceği maksimum lezzete ulaşmışsa yazın geldiğinden bir şüpheniz olmasın.
Biliyorsunuz, bir kadının şehirde en zor varoluş savaşı yaşadığı zamandır yaz mevsimi. Bir gram bacak, bir gram omuz çıkınca ortaya, sokakta yürümek bir işkenceye dönüşür. Tacizsiz bir gün yaşamak neredeyse imkansız bir düştür. Her sene konuşuyoruz bunu, yine konuşacağız. Hatta bence senede elli defa konuşmak lazım ki sürekli gündemde tutalım, hem yaşam tarzına müdahaleye, hem de tacize izin vermemiş olalım.
“Yaşam tarzına müdahale mi, yoksa taciz mi daha büyük sıkıntı?” diye soracak olursanız eğer, “Birbiriyle yarışıyor, çünkü doğrudan bağlantılı” derim. Özgürlüklerin kısıtlanması “bastırılmışlık” duygusu yaratıyor; yoksunluk, normalin anormalleşmesi de hastalıklı bünyelerde “taciz” olarak karşımıza çıkıyor.
Geçen sene şu “şehirde şort” meselesini konuşmuştuk hatırlarsanız.
Bir taraf “şehirde yazlıkta giyildiği gibi kısa şortla gezilmez” derken bir diğer taraf “insan istediği yerde istediğini giyer” düşüncesini savunmuştu.
Hiç şüphesiz ki isteyen istediğini giymeli, fakat bizim buralarda isteyenin istediğini giymesini engelleyen büyük kuvvet, taciz. Maalesef, can sıkıcı bir gün geçirmek istemeyen kadınlar, tek başlarına kısa şortlarını girip kendilerini sokağa atamıyorlar.

Yazının Devamını Oku

Kendi malın gibi

4 Haziran 2011
Sahte içki meselesi yine hortladı, yine haberleri yüreğimiz ağzımızda izliyoruz...

İnsan her şeye inanıyor ama vücuda belirli miktarda alındığında ölüme sebebiyet verdiği bilinen metil alkolle sahte içki yapanların olduğuna inanmıyor sevgili bilmediği yerlerde içki içmekten korkan Habitus okuru.

Gerçi diyeceksiniz ki, o da iş mi, bu dünyada uyuşturucu üretip bundan para kazanan adamlar var, metil alkolle içki yapmasının nesine şaşırıyorsun?

Doğru, doğru olmasına ama toplu ölüme yol açabilecek binlerce şişe içki çeşitli şehirlere dağıldığında, başlarına gelecekten habersiz kadehlerini dolduran insanları düşündükçe insanın aklı almıyor işte...

Bu arada, kimi restoran ve barların pis bardakları yüzünden hastanelik olmak an meselai, bilmem farkında mısınız.

Yazının Devamını Oku