Melike Karakartal

Deprem neyi gösterdi?

21 Mayıs 2011
Artık haber kanalları “bir acil durum söz konusu olduğunda nereden havadis alınır?” sorusuna yanıt değilmiş. Depremden sonra çoğu kanal bırakın yayın kesmeyi, konuyla ilgili ufak bir bilgilendirme bile yapmadı. Adeta sosyal medya görev başındaydı. Kandilli’nin bile sitesi çöktü, kullanılamadı. Haberi yabancı haber ajanslarından, Amerika Jeoloji Enstitüsü’nden aldık. Jetonumuzun düşmesi için takribi yarım saat gerekti.

Atom bombası bile patlasa bi takım kendini bilmezler çıkıp “Şu anda bombanın düştüğü yerdeyim... Bacaklarım ve kafamın yarısı yandı,iyi sayılırım...
Burada insanlar sağa sola koşuyorlar...” yazabilir. Çok ciddiyim, yazabilir. Ortalık karıştırmak için bu kadar hazırda bekleyen adam varken hızlı haber alma araçlarını, yani sosyal medyayı dikkatli kullanmak lazım.

Bu kadar çok yaygaracı varken, resmi açıklama yapabilecek yetkide herhangi bir kurumun sosyal medyada olmaması sayesinde, konuşulanların çoğu söylentiden ibaretti.

Hiç hazırlığımız yokmuş. Ne yapacağımızı, nerede duracağımızı, nasıl önlem alacağımızı hiç bilmiyormuşuz. “Yarın yaparım” diye erteliyoruz ya her şeyi, tüm deprem önlemlerini; Büyük Marmara depremi gelecek ve biz, önlem alabilecekken almadığımız için başımıza büyük iş açacağız.

İki elimiz kanda olsa, Twitter’a girermişiz. Diyorum hep, başıma bir hal gelse ne birilerini aramakla, ne mesaj atmakla meşgul ederim kendimi. Twitter’ıma yazar, yardımımı isterim.

Her konuyla ilgili espri yapabilme, dalgamızı geçebilme gücümüz varmış.
Kimileri için depremle ilgili espri yapmanın, çekirdek yerken Muhteşem Yüzyıl izleyip espri yapmaktan farkı yokmuş.

Olmayacak duaya amin

Şimdi seçimler yaklaşıyor ya.
Olabilecek en imkansız, en saçma vaatleri sırf oy almak için veriyorlar ya...
İnsanı hasta ediyorlar efendim!
Mesela “üniversite sınavı kaldırılacak” diyor bir tanesi.
Bu “İstanbul’a her gün yeni araçlar çıkacak ama hiç trafik olmayacak” demeye benziyor.
Fakat onun yerine dese ki, “bir çeşit seçme sınavı yapacağız ama bunu ehliyetli insanlar yapacak ve gerçek yeteneği ölçeceğiz” alacaksın oyumu! Ama kardeş, öyle bir laf ediyor ki, malını satana kadar hizmet veren ama satış sonrası işlemlerde sınıfta kalan markalar gibi.
Üstelik sattıkları ürünün üzerinde yazanlar gerçek özellikleriyle pek örtüşmüyor. “Önce sen bi al, gerisini düşünürüz” diyorlar.
Ne denir ki size, çok yoruyorsunuz bizi çoook!

Talep ediyorum

“Hamilelik kilolarını dört günde verdi” haberlerinin derhal bitmesini talep ediyorum. Zira yeni doğuran bir kadının son derdidir kilo vermek. İster ama veremez, çünkü bebeği ondan gelecek bol besinli süte ihtiyaç duyar. Bol besinli süt için annenin de beslenmesi lazımdır. Yani zayıflayan anneye takdir dolu gözlerle bakmak, pek mümkün olmaz. Hayır yani sırf erkekler tıklasın diye koyuluyorsa bu güzel kadın fotoğrafları işin içine “hikaye” katmaya gerek yok ki! Adam zaten tıklayacak!

Hadise’nin Beyonce’ye, Bengü’nün Rihanna’ya olan “tesadüfî” benzerlikleri konusunda “benzetilmek istemiyoruz” beyanlarında bulunmamalarını talep ediyorum. Madem benzemek istemiyorsun, niçin benzemeye çalışıyorsun. Ha şimdi sorsak benzemeye çalıştıklarını da kabul etmeyecekler ama... Neyse.

Ünlü kadınların davetlere “Memelerim var” kıyafetleriyle katılmamalarını talep ediyorum. Memeler bu kadar da ağza sokulmaz ki arkadaş. Yani aç, ama biraz usturuplu aç yahu.

Meme demişken, “alttan meme dekoltesi” nedir arkadaş. Bu tip elbiselerin satışının durdurulmasını talep ediyorum. Çatal dekoltesi yetmedi, bir de bu çıktı. Tabii mesajı şu: “bakınız, güzel ve doğal, üstelik sarkmamış, diri...” Sarkmamış ama çirkin duruyor çirkin.
Yazının Devamını Oku

Büyük resmi unuttuk!

20 Mayıs 2011
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, YGS yerine “Olgun-luk sınavı” getiriyoruz diyor. “Nihayet” mi desem, “Bugüne kadar akıllar neredeydi?” mi desem, yoksa “Nerede yanlış yapıldığı biliniyor mu da çözüm getiriliyor?” desem, ne desem, bilemiyorum.
“Nerede yanlış yaptık?” sorusunu soracaksak eğer, en başa gitmeli galiba.
İpin ucu nerede kaçtı, neden böyle korkunç, öğrenciyi ve öğrenci ailelerini sömüren, psikolojiyi darmadağın eden bir sistemin içine düşürüldük, onu öğrenmeli. “Büyük resim” hangi ara gözden kayboldu, biz hangi ara esas hedefi unuttuk, onu bulmalı. Hangi ara detaylara takıldık, detayları “ana mesele” yaptık da esas göz önünde bulundurmamız gereken konuyu ortadan kaldırdık?
En önemli soruyu soralım o zaman: YGS gibi sınavların amacı nedir? Daha doğrusu amacı ne olmalıydı? Cevabı da şu: Fırsat eşitliği yaratarak başarılarını ölçmek. Edinilen başarı ile doğru orantılı olarak onları üniversitelere yönlendirmek.
Belirli konularda başarılı ve yetenekli insanların, başarılı olamayacakları meslekler için eğitim almalarını engelleyerek onları yetenekleri doğrultusunda eğitebilecek doğru okullara yerleştirmek.
Siyasetçilerimizin sürekli vaat ettiği “refah toplum” için tek yol buydu. Peki ne oldu?
Puanı yettiği bölümlere rastgele yerleştirilen, puanının bir yerlere “yetebilmesi” için yarış atı gibi neredeyse anasının karnında iken kursa gitmeye başlayan adamların oluşturduğu bir sistem yarattık. Bu sistemden çıkan adamların oluşturduğu bir toplumdan başarı bekledik.
Baksanıza, “Büyük resim”den o kadar uzaklaşmışız ki, sınava girmenin amacını unutmuşuz.
Eğitim hayatı boyunca “Okul dersi” ve “dershane dersi” diye iki ders türü girmiş hayatımıza mesela, ikisini birbirinden keskin çizgilerle ayırıp, ona göre çalışıyoruz. Halbuki esas amaç neydi? Okulda öğrendiklerimiz bizi hayata hazırlayacak, bu hazırlığın yeterli olup olmadığını da sınavla ölçecektik. Bir de şimdiki manzaraya bakın: Senelerce “test çözeyim aman” diyerek yeteneklerinden bihaber kalmış, hayattan kopmuş, dünyadan haberi olmayan genç insanlar.
Allah’ınızı severseniz söyleyin, bunun tam tersi olması gerekmiyor muydu?
Aslında biliyor musunuz, böyle ateşli ateşli yazmaya, itiraz etmeye, “Allah Allah, nasıl böyle olur?” demeye lüzum yok.
“Her adaya farklı kitapçık” yazılımını deneyimsiz bir yazılımcıya yazdırıp ucuza kaçan ve “sehven şifre” diyen bir zihniyete “Neden öyle yaptın?” diye soru soramazsınız, çünkü yanıt alamazsınız.
Kafa her yerde aynı, bakın daha geçen gün New York Eğitim Dairesi’nden 100 Milyon Dolarlı eğitim işi alıp işlerini gayet ucuz maliyetle Türkiye’deki genç bilgisayarcılara yaptıran “Uyanık Türk”ün haberini okudunuz.
Okumadıysanız okuyun, bizim “şifre skandalı” ile aralarındaki 5 farkı bulun.
Bizim politikacılardaki bu temel “zihniyet sorunu” bitmedikçe bizim derdimiz bitmez arkadaş. Olgunluksa, önce bu görevlere getirilenlere olgunluk sınavı yapılsın. Göreve getirilecek insanlar, eğitime tabi tutulsun. Eğitim “bir zamanlar evren dediğimiz gaz ve toz bulutuydu”dan başlasın, insanlık tarihini en baştan alınsın, toplumbilim anlatılsın. Vicdan, vizyon gibi kelimelerin anlamı kafalara çakılsın. (Vizyon biraz eğitime bağlı ama vicdan konusunu ne yapmalı, bilemiyorum. Bir yolunu bulup DNA’larına katmak lazım herhalde.)
Zira “Büyük resme dönüş” başka türlü olmayacak gibi.
Yazının Devamını Oku

Kabahat muhabirde değil!

19 Mayıs 2011
Dünya üzerinde “Sokak magazinini en vahşi yapanlar” listesi yapılsa herhalde en üst sıraları kaparız. Bakınız, en son Ozan Güven’in başına gelen hadise.

Mekandan çıktığında burnuna mikrofon, gözüne kamera ışığı tutularak “Nasıl gidiyor ilişkiniz?” sorusu soruluyor.
Soru çok acemice olsa da sinirlenecek bir şey yokmuş gibi görünüyor, lakin iş pek öyle değil. Sokakta yürürken, gece bir mekandan çıkarken aniden magazin muhabirlerinin size doğru taarruza geçtiğini düşünün. Konuşmama ya da “şeker davranmama” lüksünüz yok, eğer Ozan Güven gibi davranırsanız, ertesi gün manşettesiniz. Onun yerine Gülben Ergen’imsi bir tavır takınacak, canınız sıkkın olsa bile bunu size hücum eden muhabirlere çaktırmayacaksınız ki “magazin dünyası” sizi sevsin, yüceltsin.
Kimi zaman sırf haber yaratmak için bilhassa rahatsız koşullar yaratan, olmayacak sorular soran muhabirler de var...
Velhasıl kelam, bu yapılan “burna kamera dayama” halleri öyle bir noktada ki artık “insan hakları” konuşacak duruma geldik. Tabii sistem çürük, sorun ne muhabirde, ne de ünlü şahsın kendisinde...
Böyle haberlere acemi muhabirleri gönderen; haber getirmezse şeflerinden en büyük fırçayı yiyecek ve işini kaybetmemek için de her türlü şebekliği yapacak adamları kullanan müdürlere sormak lazım esas “Bu sistemden memnun musunuz?”, “Hayat güzel mi?” diye.

Bunları yapmam

- Taksicilere korna çalmamHaklı olsam da korna çalmam, “yürüsene kardeşim” demem. Hafta başından beri malum görüntüleri izliyoruz, taksici kadını evire çevire dövüyor. İzledikçe tüylerim diken diken oluyor, gün boyunca trafikte yaşadıklarımı düşünüyorum. Diyorum ki, ben herhalde ucuz kurtulmuşum. Yoook, yok, bundan böyle korna çalmam, ağız dalaşı yapmam. Konu kapanmıştır.

Yazının Devamını Oku

“Eğitimli adam” şiddeti

18 Mayıs 2011
Geçen hafta Hürriyet Treni’nde Muhtarlara Aile İçi Şiddet Eğitimi veren Neşe Hacısalihoğlu’ndan öğrendiklerim insanı hayattan soğutacak nitelikteydi...

Şiddetin en fenası hangisi biliyor musunuz?
Aynen mobbing gibi, gerçek olup olmadığını kanıtlamakta zorlanacağınızı düşündüğünüz, dava açsanız haklılığınızı nereye dayandıracağınızı bilemediğiniz bir durum içinde kalmak.
Bu, büyük şehirlerde sık görülen “aile içi şiddet” çeşidi, yani eğitimli adam şiddeti...
Tabii “şiddet” deyince insanın ilk aklına gelen bu değil. Hem fiziksel hem de psikolojik şiddet kavramları düşünüldüğünde fiziksel darp gibi “aleni” birtakım meseleler yoksa, ortamda şiddete dair bir durum söz konusu olmadığını varsayıyoruz.
Yanlış, her gün işte karşılaştığınız, sokakta yanınızda yürüyen, sinemada yan koltukta film izleyen, trafikte size yol veren, şöyle bir baktığınızda sizi hiç mi hiç şüphelendirmeyen “eğitimli adam”ın şiddetini konuşmak lazım esas.
Çünkü “eğitimli adam şiddeti” şiddet türlerinin en fenalarından biri. Neden mi?
Eğitimli adam akıllıdır. Hem fiziksel, hem psikolojik; karısına “çaktırmadan” şiddet uygular. Mesela vuracaksa, çok can acıtan ama morarmayan yeri bilir. Aşağılayacaksa, bunu öyle bir yapar ki karısı “Kocamı kaybetmeyeyim” endişesinden, nasıl büyük bir şiddetle karşı karşıya olduğunu bile fark edemez.

Yazının Devamını Oku

Tren notları

17 Mayıs 2011
Geçen hafta Hürriyet Treni ile Erzincan’dan Kars’a uzun bir yolculuk yaptım. Tabii Hürriyet Treni ekibi için bu hayli kısa bir güzergah sayılır, zira kendileri 10 Haziran’a kadar yollardalar.

Treni www.hurriyettreni.org adresinden takip etmenizi ve şehrinize geldiği zaman gidip ve bir merhaba demenizi öneririm.
Hatta derim ki, önce Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK)’ın deprem simülasyon vagonuna uğrayın. Belki daha önce pek de kıymet vermediğiniz lakin hayatınızı kurtaracak bilgiler edineceksiniz.
Mesela, depremden kurtulmak için depreme dayanıklı, sağlam evlerde oturmanın yeterli olmadığını biliyor musunuz?
Peki ya dolapların, sabit olmayan eşyaların yaratacağı tehlikeyi ve bunlardan korunma yöntemlerini? Ben söyleyeyim.
Bilmiyorsunuz. Hatta bilmemekle birlikte önemsemiyorsunuz. (www. koeri.boun.edu.tr ve www.dask.com.tr adreslerine muhakkak göz atın.)
Trende, her ilde “Muhtarlarla aile içi şiddet çalışması” yapılıyor.
Ben Erzincan’dakine katıldım. Özetle deneyimimin “manidar” olduğunu söyleyeyim sadece. Şiddet, şiddetin çeşitleri ve bu eğitimle öğrendiklerimi önümüzdeki günlerde detaylı olarak anlatacağım. (Ha, tabii vagonumuz sadece muhtarlara değil, herkese açık.)

Yazının Devamını Oku

Telefon kurcala(ma)

14 Mayıs 2011
Evvelki gün okudunuz, “Küçük Sırlar”ın Ayşegül’ü Merve Boluğur, telefonunu karıştırdığı sevgilisinin tepkisiyle karşılaşmış. Şimdi kesin çoktaaan “Ay hayır öyle bir şey olmadı, biz şakalaşıyorduk” filan demişlerdir diye tahmin ediyorum ama önemli değil, “sevgililerin kanayan yarası” bir meseleye parmak bastıkları için öncelikle kendilerine teşekkür ediyorum.
Şu hayatta “cep telefonu krizi” yaşamayan çift var mıdır bilmem. Varsa da herhalde onları “şanslı azınlık” olarak bir kenara koymak lazım. Zira erkekler “kadınlardan cep telefonu kaçırma taktikleri”, kadınlar ise “Erkeklerin cep telefonunu hızlıca karıştırma yöntemleri” üzerine kitap yazacak duruma geldiler.
Misal, kadınların teknik konulardaki becerisi sevgili telefonu-bilgisayarı karıştırırken ortaya çıkar. Kadınların kullandıkları numaraları IT’ciler bile bilmez.
Zaten nice kadının gözlerindeki kılcal damarlar yanlarında oturan erkek arkadaşlarına gelen mesajı “çaktırmadan” okumaya çalışırken çatlamıştır. Kafayı çevirmeden gözleri neredeyse 90 derece yana yuvarlamaktan başları ağrımış, gözleri kan çanağına dönmüştür.
Tabii erkekler de uyanık bu konuda. Kadınlarda IT’cilerin bile bilmediği numaralar olabilir lakin erkeklerde de “şifreleme” taktiği var efendim.
Misal, arada sırada kültür fizik için aradıkları kadınları “Hasan Abi”, “Selahattin Usta”, “İrfan Amca” olarak kaydedebilirler. Bu şifre hayatta anlaşılmaz çünkü “İrfan Amca”dan kimse şüphelenmez. İrfan Amca, İrfan Amca’dır. Dersin ki, kesin babasının arkadaşı filan.
Ya da, ne bileyim, bozulan musluk için aranmış, periyodik olarak “çatal şov” yapan bir “Selahattin Usta” hiç de yabancı gelmez kulağa.
Fakat bilmez ki kadın, aslında o “çatal şov”, bildiğiniz “çatal şov” değil...

Şifrelere şifreler

Zeynep’i “İrfan” diye kaydetmezsin mesela. “Zeynel Abi” dersin ki hatırlaması kolay olsun. (Tabii şimdi Selin’ler, Zeynep’ler alınmasın, örnek veriyoruz burada.)
Birkaç sene öncesine geri gidecek olursak, bu telefon meselesi bu kadar meşakkatli değildi.
Sırf telefonunu karıştırmak için sevgilisini bakkala gönderen ya da içki içirip erkenden sızmasını sağlayan genç kadının işi nispeten kolaydı. O zaman ne Facebook var, ne Twitter var. Ne mail vaaar, ne WhatsApp var... Bir SMS’e bakıyorsun, bir aramalara bakıyorsun, hop, tamam. Şimdi meraklı ve çapkın sevgili sahibi kardeşlerimin bir tam teftiş için minimum 20 dakikaya ihtiyaçları oluyor.
Zaten ben size bir şey diyeyim mi. Erkek tuvalete giderken cep telefonunu alıyorsa şöyle hafiften bir kıllanacaksın arkadaş. Taharet esnasında yayın mı yapacaksın? Nedir yani, bilelim.
Şimdi erkeklerin tuvalet meselesini adeta bir “şölen”e dönüştürdüklerini hesap edecek olursak kitap ve dergilerin yerini akıllı telefonların aldığını söyleyebiliriz esasında.
Telefonlar akıllandı, erkeklere de tuvalete telefon götürmek için bahane çıktı iyi mi.
Tabii erkek kısmı da biliyor, o telefon “tuvalet keyfi” esnasında ezkaza masanın üstünde kalsa, didiklenmedik yeri kalmayacak.
Ha, bir de tabii yakalanınca “Benim saklayacak bir şeyim yok, saklayacak olsam niçin ortada dursun” diyenler olabiliyor. Öyleyse niçin Selin’i “Selahattin Abi” diye kaydediyorsun arkadaşım. Peki, ya bilgisayarındaki pornolar niçin “masraf listesi” klasörünün içinde duruyor? Sorarım sana.
Şimdiiiii, sonuca gelelim.
Tüm bunlardan yaka silken bahtsız kız kardeşlerim, iki yola sapıyor. Ya adama yol veriyor ya da karıştırma huyuna.
Cihaz karıştırma huyuna yol verenler artık meseleden yılmış oluyor. Bakıyor ki huylu huyundan vazgeçmez, “Amaaaan!” diyor, bari bırakayım da ben kendi dalgama bakayım. Bakmayınca görmüyorlar, görmeyince huzurları kaçmıyor. İşte öyle, samimiyetsiz samimiyetsiz sürdürüyorlar ilişkilerini.
Bilmiyorum sen hangisini seçersin, sevgili Dedektif Nik Habitus okuru ama diyorum ki, seçsen de biraz rahatlatsan kendini. Samimiyetsizlik, kendine yüklediğin, o saç beyazlatan stresten daha iyidir, bak orası çok belli.
Yazının Devamını Oku

Dikkat çek yeter!

13 Mayıs 2011
Aslında televizyon programlarından bahsedecektim ama... Şöyle bir düşününce “kalite mühim değil, dikkat çek yeter” hadisesinin çağımızın vebası olduğunu gördüm, koşarak kaçasım geldi sevgili hayat yorgunu Habitus okuru.
Dikkat çekebiliyor musun, konuşturabiliyor musun?
Bunları yapamıyorsan istediğin kadar “içi dolu” iş yap, görünmez olursun.
Hemen, yakın bir örnek: Evvelki gün “Behzat Ç.”den konuşmuştuk mesela.
Uzun zamandan beri bu kadar gerçek diyaloglara sahip, bu kadar üzerinde uğraşılmış, kafa patlatılmış bir yapımla karşılaşmadı ekranlar.
Fakat bu özellikler “iyi olan kalıcıdır” cümlesini ispatlamaya yetmez, yetmedi.
Birkaç ay öncesine gidelim.
Dizinin günü değiştirilmeye kalkılmış, böylece her eli yüzü düzgün yapım gibi “mazideki diziler arasındaki yerini alma süreci” başlamıştı. Fakat organize olan “Behzat Ç.” fanları dizinin aynı günde kalmasını sağladı.
Düzgün işlerin akıbeti belli olmazken “dikkat çek de ne olursa olsun” çağında uyduruk programların sapasağlam yerinde durduğunu, büyüdüğünü, hatta dallanıp budaklandığını, versiyonlarının çıktığını görüyoruz.
Televizyonlardaki tüm programlara teker teker bakabilirsiniz.
Hepsinin anlık dikkati çekmeye yönelik programlar olduğunu göreceksiniz.
Tabii hepsi çok kötü değil. “Kötünün iyisi” ve “kötünün kötüsü” olarak ikiye ayrılıyorlar.
Bir ortak özellikleri var: Her kitleden insanı kendine çekerek hipnotize edebiliyorlar. En “Ay ben hayatta izlemem o programı, iğrenç” diyen adam bile bir biçimde bakıyor, konuya az çok hakim oluyor. Hiç olmadı “Bu ne acayipliktir böyle” diye izliyorsun.

Giden zaman geri gelmiyor

En kötüsü örneği değil ama Survivor’u düşünelim.
Niye izliyoruz? “Kim kimle kavga edecek, açlıkla terbiye edilen yarışmacıların bozulan psikolojileri hangi olaylara sebep olacak” merakından. Survivor dünyanın en heyecan verici, izleyiciye önemli katkı sağlayan yarışması mı? Hayır, bilakis vakit öldürmeye yarıyor, anlık heyecan yaratıyor, eğlendiriyor ya da “insanın düşebileceği haller” sorusunu merak edenleri doyuruyor.
Öldürdüğünüz vakti de geri kazanmanın bir yolu maalesef yok.
Yani her türlü zarardasın. Üstelik sana faydası olsa “ah” demeyeceğim. Birkaç ay sonra şimdi şu olanların hangisini hatırlayacaksın, sorarım sana sevgili işe gitmek haricinde sadece zaman öldürmeyi bilen Habitus okuru.
En son ne zaman kendin için faydalı bir şey yaptın. Sen hâlâ otur Survivor izle. Hayır şimdi Survivor’u da çamurluyor değilim ama bir eğlenirsin, iki eğlenirsin, tamam. Bir reality show’u hayatın kendisi olarak algılamak işleri biraz acayipleştiriyor gibi geldi bana ne dersin.
Biliyor musunuz, bu “anlık heyecan halleri” bana 200 yıl önceki halimizden daha geri bir noktada yaşadığımızı söylüyor bu.
Keşfedilmiş olanlar, bugünle karşılaştırılamayacak kadar az olsa da dünyaya dair merak duygusu henüz ölmemiş olduğu için eminim atalarımız bizden daha çok şey biliyordu.
Düşünsenize, televizyonumuz var ama bir diziye/yarışmaya saplanıp kalıyoruz, internetimiz var, 5 tane site arasında gidip geliyoruz, tüm imkanlarımızı alıp kendimize 200 yıl öncekinden daha geride kalmış bir durum yaratıyoruz.
Twitter bu “anlık heyecan” kültürünün bir simgesi tabii. Orada kaybettiğimiz zamanı bize kim verecek, onu da bilemiyorum. Ha, şimdi diyeceksiniz ki, “Ne sıkıcısın, hiç mi eğlenmeyelim yahu?”
Eğlenmesine eğlenelim lakin, vakit öldürmeye, medyanın “anlık heyecan” furyasına bu kadar mesai ayırmasak diyorum, sevgili suya yazı yazan Habitus okuru. Kısa vadede hızlıca cep dolduracak, hakkında konuşturacak, içinden “tınnnn” sesi gelse de matah bir şeymiş gibi pazarlanacak ürünler, işler, kişiler, kavramlar girdi hayatımıza.
Aynen bilgi kirliliği içinde yüzmek gibi, arasından en doğruyu, en iyiyi ve faydası dokunanı, bulup seçmek gerek.
Yazının Devamını Oku

Hayret ediyorum!

12 Mayıs 2011
Birilerinin başarısızlığını/şansızlığını kendisine başarı kapısı olarak algılayanlara:

Çarşamba günü Yüksek Sadakat, Eurovision’da finale kalamadığında, Twitter’da birtakım popçularımızın kopardığı gürültüye hayret etmemek elde değil. “Bence Eurovision’a seneye sen katılmalısın” diyen hayranlarının sözlerini retweet edenler mi dersiniz, “Ben demiştim, olmaz o iş” diyenler mi... O bir kenara, insan niçin kendine gelen övgüleri durmadan retweet eder ki? 
- ÖSYM’nin bitmek tükenmek bilmeyen bombalarına:
Kendileri için her gün “sana diyecek sözümüz tükendi” diyoruz ama durmaksızın yeni bombalar patlatmaktalar. Şimdi de boş kağıda 420 puan vermişler sağ olsunlar. Ah sen neredeydin ben lisedeyken a ÖSYM. Acaba, diyorum, bu Eurovision’da onların parmağı mı var. Öyleyse yani, bilemiyorum, bence birinci olmuştuk ama ufak bir teknik sorun filan oldu. Bence itiraz edelim. Umarım Eurovision Müdürlüğü itiraz başına 5 lira istemez.
- Survivor’cıların kavgalarına:
Sen git binlerce kilometre uzağa ama memleketindeki alışkanlıklarını tropikal adaya götür. Madem böyle yapacaktınız, evinizde oturaydınız, dedikodunuzu kavganızı burada yapaydınız a Survivor’cılar. Şöyle iki yüzün, güneşlenin, balık avlayın, ne bileyim. Hadi bir evde tıkılsan anlarım da, gitmişsin güzelim tropik adaya, tadını çıkarsana... Bol güneş, güzel hava, nefis bir deniz, varsın “lüküs hayat” olmayıversin, yemekler bir öğünle geçiştiriliversin. 
- Siyasetçilerin hakaretlerinden, seks kasetlerinden:
Böyle siyaset olmaz olsun arkadaş. Birbirine zeka yoksunu hakaret edenler mi dersiniz, ortalara dökülen seks kasetleri mi dersiniz... Acaba ne zaman karşılıklı bağrışmanın, çamur fırlatmaların, kasetlerin vatandaş tarafında sandıkları gibi bir etki yaratmayacağını anlayacaklar? Son zamanlardaki siyasi sahneyi genel olarak özetleyecek olursak, “Koy bir kaset de neşemizi bulalım” olur herhalde.

Trafiğe süper çözüm

Yazının Devamını Oku